Türkiye'de basın özgürlüğü hiç oldu mu?

Türkiye'de basın özgürlüğü hiç olmadı... Basın, gazetecilik, solun kendi düşüncesini örgütleme çabası, iktidar tarafından hep engellendi. Ancak iktidara direnen aydınlar, gazeteciler Türkiye'ye damgasını vuranlardı. Türkiye'nin yüz akı oldular. Bugün sansürlenmeyi, engellenmeyi, sürgün edilmeyi, hapsedilmeyi, sonunda öldürülmeyi göze alan aydınların hangi biri unutuldu?

Özge Demir

Gittikçe muhafazakarlaşan bir Türkiye'de Anayasa Mahkemesi'nin kararı sadece hukuka uygun değil, oldukça şaşırtıcıydı.

Karar şuydu: 28 Aralık 2017 tarihinde Anayasa Mahkemesi, 2014/20168 başvuru sayılı kararı ile Sel Yayıncılık tarafından yayımlanan William S. Burroughs'un Cut-up Üçlemesi'nin ilk kitabı olan Yumuşak Makine kitabının sansürlenmesini hukuka aykırı buldu. Mahkeme, söz konusu kitabı sansürlemenin, yayın yasağı getirmenin basın özgürlüğüne, fikir ve düşünce özgürlüğüne aykırı olduğuna hükmetti. Kararın önemli kısmı ise, "Eserde müstehcen unsurlar bulunabilir, eserin edebi değeri olup olmadığını ayrıca değerlendirmek gerekir. Sadece müstehcen diye kitabı yasaklayamazsınız" oldu.

ARKA ARKAYA SANSÜR

Ancak hemen ardından başka sansür haberleri de gündemde yerini aldı. Önce Brezilyalı karikatürist Carlos Latuff'un Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki çizimlerine erişim engellendi, sonra bu engellemeye ilişkin haberlere de erişimin engellenmesine karar verildi.

Nâzım Hikmet'in 116. doğum günü ise, Yapı Kredi Yayınları'nın sansürü ile anıldı. Nâzım'ın en politik romanlarından biri olan Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim'de yer alan özellikle "Komünistim" ve "Ekim Devrimi" ifadeleri 25 farklı yerde, kitabın yasal yayın haklarını bugün elinde tutan Yapı Kredi Yayınları tarafından sansürlenmişti.

18 Ocak 2018 tarihinde ise, Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Kemal Okuyan, 28 Temmuz 2015 tarihinde soL Haber Portalı'nda yayımlanan, 'Bir manyağa teslim mi oldu ülke?' başlıklı yazısı ile cumhurbaşkanına hakaret ettiği iddiası nedeniyle İstanbul Anadolu 52. Asliye Ceza Mahkemesi'nde yapılan yargılamasında 11 ay 20 gün hapis cezası aldı.

Birbirinden çelişkili haberlerin art arda gelmesi ülkemizin şartları düşünüldüğünde anormal değil... Anayasa Mahkemesi kararı ile edebiyatta muhafazakarlık kırılmıyor ama Tayyip veya YKY istedi diye de, sansür siyaseti, edebiyatı engelleyemiyor. Ancak bugün değil geçmişte de, düşüncenin, bilginin yazı ile aktarımına başlar başlanmaz, sansür de peşinden geldi.

İLK 'SANSÜR'

Örneğin sansür kelimesi Roma İmparatorluğu'na dayanıyor. "Censor" adlı memurlar, kişilerin faaliyetlerini takip edip, düşünce yapıları, yaşam tarzları hakkında bilgi topluyordu. Adlı adınca, cencor'lar kişiler hakkında istihbarat toplayıp, fişliyordu...  İlk sansür de, Cumhuriyete son veren Roma İmparatoru Augustus'un dönemin ruhuna uygun bir şekilde İmparatorun ve Kilise’nin düşüncesine aykırı gelen kitapları toplatarak meydanlarda yaktırmasıyla tarihte yerini aldı. Sansür kelimesinin hikayesi böylelikle başlamış oldu.

Bizdeyse ilk sansür, Ahmet Mithat Efendi'nin felsefi içerikli olan "Dağarcık" adıyla çıkardığı süreli antolojiye geldi. Dergi, din aleyhtarlığı ve materyalizm propagandası yaptığı için kapatıldı. Ahmet Mithat Efendi sürgüne gönderildi. Sonra ise Namık Kemal’in Evrak-ı Perişan kitapları, Matbuat Nizamnamesi gereği yasaklandı.

1857'de çıkan Matbuat Nizamnamesi, istibdat, baskı rejiminin somut göstergesiydi. Daha ilk maddesinde kitap ve gazete basılacaksa, kitabın Maarif Meclisi'ne ve Zaptiye'ye bildirilmesini şart koşuyordu. Buradaki komisyonlar kitapları inceliyor, kitabın basılmasında sakınca görülmüyorsa, kitap Saray'a gönderiliyor. Bu sefer de Saray inceliyor, izin verirse de kitap basılıyordu. Bu usule göre basılmayan kitaplar yasaklanıyor, basanlar ise ceza alıyordu. O dönemin en çok sansürlenen yazarı kuşkusuz Namık Kemal'di. 25 yaşında Hürriyet'i çıkartırken de, Vatan Yahut Silistre'yi sahneye koyarken de hep sansürlendi, hep sürgüne gönderildi. Çok geçmeden de 48 yaşında, sürgünde "Vatan mahzun, ben mahzun" diyerek öldü.

İkinci Meşruiyet'in ilanı ile birlikte, 23 Temmuz Basın Bayramı olarak kutlanacakken Birinci Dünya Savaşı başladı ve böylelikle işgalci kuvvetler ve Osmanlı İmparatorluğu'nun aksine herhangi bir yayına izin verilmedi. Cumhuriyetin ilan edilmesi de basına uygulanan sansürün kaldırılmasına yetmedi, Şeyh Sait İsyanı ile birlikte Takrir-i Sükun Kanunu yürürlüğe konuldu ve basın özgürlüğü bir kez daha gündemden kaldırıldı. Hemen ardından kurulan İstiklal Mahkemeleri'nde gericilerin yanı sıra, gazeteciler ve Aydınlık çevresinde yer alanlar da yargılandı. Yargılananlardan biri, hayatı boyunca da sayısız mahkemede boy gösterecek olan Nâzım Hikmet'ti.

Arka arkaya gelen devrimler, ülkenin yeni insanını yaratırken, diğer yandan siyasi arena derin bir sessizlik içindeydi.

KOMÜNİST OLDUKLARI İÇİN HEDEF GÖSTERİLDİLER

İkinci Dünya Savaşı'nın bitmesi, çok partili hayata geçme telaşı, ülkedeki tartışmaları artırmıştı. Bununla birlikte, yeniden pek çok gazete, dergi basılmaya başlandı. Hüseyin Cahit Yalçın'ın, Namık Kemal'e atıfla "söz eli kalem tutan gazetecilerin ve hür vatandaşındır" sözleri ile birlikte Sabiha ve Zekeriya Sertel komünist oldukları için hedef gösterilmiş, çiftin yazarlık yaptıkları "Görüşler" dergisinin G harfi baltalanmış, Tan Matbaası basılmıştı...  Bir yıl sonra ise, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz "Marko Paşa" adlı gülmece dergisinde çıkan yazıları nedeniyle sürgüne gönderildi, hapsedildi, işkence gördü. Belki de dönemin en çok sansürlenen yazarıydı üçü de... Sabahattin Ali 1948'de, yurtdışına çıkarken öldürüldü.

Sabahattin Ali'nin ölümünden 2 yıl sonra "Yeter! Söz Milletindir!" diyen Demokrat Parti tek başına iktidarı ele aldı. Seçim sloganlarının bir parçası da, basına özgürlük vaadiydi. Seçimlerin hemen ardından basına özgürlük getirecek olan 5680 sayılı Basın Kanunu da yürürlüğe girdi. Nitekim, Menderes döneminde Millet, Yeni Ulus, Sabah Postası, Halk gazetesi gibi pek çok gazete ve "Akis" gibi dergiler kapatıldı. Hüseyin Cahit Yalçın, Cüneyt Arcayürek, Aziz Nesin, Kemal Tahir, Dr. Can Boratav, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo, Behice Boran, Şinasi Nahit Berker, Metin Toker, Ali İhsan Göğüş, Cemil Sait Barlas, Ülkü Arman, Altan Öymen, Şahap Balcıoğlu, Ahmet Emin Yalman, Kurtul Altuğ, Süleyman Ege, Beyhan Cenkçi, Naim Tirali ve Musa Anter gibi pek çok gazeteci cezaevlerine girdi.

1936 yılında, Türkiye Komünist Partisi üyelerini sansürlemek için yürürlüğe konulan 765 sayılı Kanunun 141 ve 142. maddelerine göre komünizm propagandası suçtu. Bu kanun maddeleri özellikle 1960-1990 yılları arasında basının, gazetecilerin, aydınların üzerine çöktü.

80 DARBESİNDE SANSÜR

80 Darbesinin basında, gazetecilerde yarattığı tahribat ise hepsinden ağırdı. Darbe boyunca cezaevlerindeki gazetecilerin aldığı ceza toplamı 3 bin 315 yıl 3 aydı. İstanbul gazetelerinin yayın yapamadığı gün sayısı 300 gün, gazetecilere istenilen hapis cezası 4 bin yıl; cezaevlerindeki gazeteci sayısı 31, polisçe aranan gıyabi tutuklu gazeteci sayısı 13, yalnızca 1989'da 16 günlük gazeteye açılan dava sayısı 394'tü. Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu ile de, gazetelerin üzerindeki baskı artırılmıştı. Velhasıl gazetecilerin başına gelen bu dönemde sadece sansürlenme değildi. 1980'den 1999 yılına kadar aralarında Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu'nun da bulunduğu 40 gazeteci öldürüldü ve çoğunun katili de bulunamadı.

GAZETECİLER AĞIR SANSÜR ALTINDA

Bugün çoğunlukla ölümle sonuçlanmasa da, gazeteciler ağır bir sansür altında... Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin hazırladığı "İfade ve Basın Özgürlüğü" adlı 2017 tarihli raporda, cezaevinde tutuklu olan gazeteci sayısının nisan ayı sonu itibarıyla 159’a yükseldiği ve yurtdışında "kaçak" durumunda 123 gazetecinin bulunduğu tespit edildi. 2017 yılının ilk dört ayında gazetecilere yönelik 46 yeni soruşturma ve 20 ilave dava açıldığı belirtildi.

Washington merkezli Freedom House adlı kuruluş, geçen günlerde yayımladığı "2018 Dünyada Özgürlükler Raporu"nda Türkiye’yi ilk kez özgür olmayan ülkeler kategorisine aldı. Türkiye Yayıncılar Birliği'nin raporuna göre, OHAL KHK’leri ile 16 TV kanalı, iki radyo kanalı, 45 gazete, 15 dergi, 30 yayınevi kapatıldı. Halk kütüphanelerinde yer alan 2 milyon kitaptan 135 bini "FETÖ’nün yayınevlerine ait olduğu" gerekçesiyle kütüphanelerden çıkarıldı. Şu anda 162 gazeteci tutuklu.

Yani Türkiye'de basın özgürlüğü hiç olmadı... Basın, gazetecilik, solun kendi düşüncesini örgütleme çabası, iktidar tarafından hep engellendi.

DİRENEN AYDINLAR UNUTULMADI

Ancak iktidara direnen aydınlar, gazeteciler Türkiye'ye damgasını vuranlardı. Türkiye'nin yüz akı oldular... Bugün sansürlenmeyi, engellenmeyi, sürgün edilmeyi, hapsedilmeyi, sonunda öldürülmeyi göze alan aydınların hangi biri unutuldu?

Türkiye Komünist Partisi'nin kadroları, Namık Kemal, Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Zekeriya ve Sabiha Sertel, Kemal Tahir, Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu gibi sayısız aydının karşısında Adnan Menderes'ten, Kenan Evren'den bahsedebilir miyiz?

Başa dönersek, Türkiye'de basın özgürlüğü hiç olmadı çünkü iktidar önce aydınlanma düşüncesine sonra solcu, devrimci, komünist ilerici akımlara hep saldırdı. Ancak bunun karşısında da direnen, umut veren, yurtsever, ülkesini, dilini, insanını, Türkiye'nin emekçi halkını seven Türkiye'nin aydını hep var oldu.. Gideni ve gelmekte olanı anlamaya çalışan, dünyayı sadece anlamakla yetinmeyen, değiştirmeye çalışan, değiştirmeye çalıştıkça, karşısına çıkan engellerle mücadele edecek olan ve bilginin ateşinde yanmayı göze alan, ülkenin güzel yarınlarını umutla çağıran aydınlar tarihimize damgasını vurdu.