Torunu Esin İleri ile konuştuk: Rasih Nuri İleri'yi hatırlamak...

Kolay çözümlerin, cin fikirlerin, kısa yolların her türlü ilkeyi ayaklar altına aldığı yüzer gezer bir siyaset piyasası karşısında, nasıl da onurla yükselir taviz vermeden ömrünü tek bir davaya vermiş olmanın erdemiyle o koca çınar.... Rasih Nuri'yi bugün hangi özelliği ile hatırlamalı diye düşününce bundan başka ne gelir ki akla?

Volkan Algan

Tek başına uzun yaşamış olmanın ne önemi var ki! Peki ya mücadele içinde geçen ve son anına kadar umudu yitirmeden örgütlü kalınabilmiş bir asırlık bir hayattan bahsediyorsak... Üstelik bu hayat insanlığın en hızlı çağında, 20. YY'da, Türkiye gibi zor bir ülkede geçiyorsa.

Saygı duymaktan başka ne gelir insanın elinden, örnek almaktan başka...

Hayatını kaybettiğinde TKP'nin en yaşlı üyesiydi. Torunu Esin İleri'nin deyişiyle hayranı olduğu, devrimci mücadeleye atılmasında büyük payı bulunan babası, komünist hukuk profesörü Suphi Nuri İleri'den tam 69 yıl sonra, dolunaylı bir 5 Aralık gecesi, onunla aynı gün ayrıldı aramızdan.

1 yıl oldu eski tüfeği kaybedeli...

Kolay çözümlerin, cin fikirlerin, kısa yolların her türlü ilkeyi ayaklar altına aldığı yüzer gezer bir siyaset piyasası karşısında, nasıl da onurla yükselir taviz vermeden ömrünü tek bir davaya vermiş olmanın erdemiyle o koca çınar....

Rasih Nuri'yi bugün hangi özelliği ile hatırlamalı diye düşününce bu tutarlılık ve inançtan başka ne gelir ki akla? 

Bugün daha fazla hatırlamalıyız Rasih Nuri'yi, daha fazla tanımalıyız, buna ihtiyacımız var. Biz de öyle yapmaya çalıştık ve Rasih Nuri için çok özel birisi olan, elinde büyüyen, onu çok iyi tanıyan ve son anına kadar hep yanında olan torunu sosyolog Esin İleri ile dedesi Rasih Nuri'yi konuştuk; Bazen duygulanarak, bazen tebessümle ama çokça saygı ile anarak... 

Bir toruna sorulabilecek ilk soruyla başlayalım, Rasih Nuri nasıl bir dedeydi, aranız nasıldı?

Aramız çok iyiydi, dede torun ilişkisinin dışında daha çok arkadaş gibiydik. Ama arkadaşlığımız da çekişmeliydi; çok kavga da ederdik, gülerdik eğlenirdik de ama... Klasik bir dede-torun ilişkisi değildi sanıyorum bizimkisi, bir tür aşk vardı aramızda, sevgi demiyorum bakın. Elele uzun süre oturduğumuz olurdu bazen, birbirimizi çok kollardık, düşünürdük.

İkimizin de tutkusu kitaplar tabii, ben bir kitapçıya gittiğimde ya da okul için Fransa'ya gittiğimde onun ne isteyebileceğini düşünüp ona kitap taşırdım, o da benim ilgilimi çekebilecek bir şey gördüğünde alıp getirirdi.

Çok konuşur, tartışırdık. Üniversitede üç seneye yakın beraber yaşadık. Ailem aynı apartmanda olmasına rağmen dedem ve babaannemle yaşamayı tercih ettim ben. Dedemlerin kütüphaneli oturma odasında küçük bir yatak vardı, orada yaşadım. Dolayısıyla bir ev arkadaşlığımız da vardı.

Günleriniz nasıl geçerdi, ev içindeki paylaşımınız nasıldı? En yakın şahidi olarak Rasih Nuri nasıl bir tempoyla çalışırdı bize anlatabilir misin?

Günden güne değişiyordu. Bazı geceler sabaha kadar çalışırdı. Bir kitaba başladığında bitirmeden asla bırakmazdı mesela. Hattâ bazen “çok kötülük yaptın bana Esin, perişan oldum, getirdiğin kitap çok ilgimi çekti, sabaha kadar okudum, uykusuz kaldım” derdi.

Çok disiplinli çalışırdı ama bu çalışmanın gün içinde bir saat programı anlamında karşılığı yoktu. Çalışması ne zaman biterse o zaman uyurdu. Gün içinde 10-15 dakika uyurdu, sonra uyanıp çalışmaya devam ederdi. Öyle küçük uykularla gücünü toparlardı.

Kahvaltıdan sonra çalışma odasına girerdi, öğle yemeği yemezdi. Çay-kahve falan götürmezseniz bir şey istemez, akşama kadar hiç odasından çıkmadan çalışırdı.

Çok çalışkan, disiplinli ve titiz biri olduğunu biliyoruz…  Son anına kadar da üretmekten geri kalmadı. Türkiye’de pek görmeye alışık olmadığımız, birinci el kaynakları bulup çıkararak sol tarihimizin literatürüne eşsiz katkılar yaptı. Belgeye çok önem veriyor, belgesiz yazmayı sevmiyordu. Arşivciliği zaten dillere destan. Ama bir konuyu eksik mi bıraktı acaba diye de düşünmüyor değilim, hatıralarını yazmadı mesela ki anlatacağı çok önemli şeyler olduğuna eminim. Ne dersin, bu açıdan niye bizi mahrum bıraktı?

Dediğin gibi belgeye, yazdıklarını belgeye dayandırmaya çok önem verirdi. Belgesiz yazılanlara, atıp tutmalara, gerçeklerin tahrif edilmesine çok kızardı. Yanlış belge kullanımından ya da belge kullanılıyormuş gibi yapılıp olayların çarpıtılmasından çok rahatsız olurdu. Kendi işine gelmeyen bir olayda bile gerçeğe yaklaşımı değişmezdi.

Hatıratını yazması için son 10-15 yıl özellikle biz çok ısrar ettik. Yazmak istememesinin birkaç nedeni vardı: Yazabilmek için belgeye ihtiyacı olduğunu fakat bu kadar uzun bir süreyi gözönüne alınca bunun için vakti olmadığını söylüyordu. Çünkü sizin de bildiğiniz gibi hep çok işi vardı. Hatırat yazmayı -tabii ki bunu yapmış olsa bugün çok kıymetli bir metin olurdu elimizde- kişisel hikâye anlatmak gibi değerlendiriyordu. Zaten bildiğiniz gibi kendini öne çıkarmayı hiç sevmezdi, herhalde o kuşağın bugüne kadar edindiği mücadele kültürü ile ilgili bir şey bu. Siyasi mücadelesi, onun tarihine yaptığı katkılar hep daha önemliydi, “benim meselem önemli değil” veya “ölmeden yapmam gereken bir sürü şey var, aklımda daha 2-3 kitap var, onlara vakit ayırmam gerekiyor” derdi.

Bir de bazı arkadaşlarının yazdığı anıları fiyasko olarak değerlendirirdi. Kendi bildiği, bizzat şahit olduğu olayların yanlış yansıtılıyor olmasına üzülürdü. “Keşke yazmasaymış” derdi. O yüzden belgeye önem verir, “yoksa maskaralık olur” derdi. Belki biraz da bunları görünce hevesi kaçtı.

İleri ailesini biraz dinleyebilir miyiz senden, çocukluğu nasıl geçmiş mesela Rasih Nuri'nin?

Dedemin babası İstanbul Üniversitesi’nde hukuk profesörü. Ama Atatürk ile arasında bir tartışma çıkıyor, malum o da komünistti. Atatürk birgün “Şu saatte gelip Suphi'nin dersine gireceğim, beni beklesin” diyor, o da “beklemem” diyerek çıkıp gidiyor. Sonra üniversitedeki görevi bitiyor tabii. Galatasaray'da bugün Yapı Kredi'nin olduğu binanın yanındaki handa bir yazıhane tutup avukatlık yapmaya başlıyor. 

Büyük dedemin Atatürk ile ilişkisi eski aslında. Lozan tartışmaları sırasında Atatürk “benim adıma git bir bak, gözüm kulağım ol” diyerek resmî bir görevi olmamasına rağmen gönderiyor onu, dedem de bu yüzden Cenevre'de doğmuş. Birkaç ay sonra İstanbul'a geliyorlar; çocukluğu da Yeniköy'de geçiyor.

Dedemin annesi Leyla Dino beş kardeş. Kardeşlerin en büyüğü karıkatürist Ali Dino, en küçüğü ressam Abidin Dino. Ali dayımın Yunanistan’da doğup büyüyen kızı Saffet halam var, ama dedem İstanbul’daki kalabalık bir ailenin tek oğlan çocuğu olarak el üstünde büyüyor. Okula da geç başlamış. Dedemin dediğine göre ne annesi ne babası “bu çocuk yedi yaşına geldi okula başlatalım” dememiş.  İlkokula 3. sınıftan Galatasaray’da başlıyor mesela, onu da kendisi istiyor, artık okula gideyim, diyerek. Evde kuzenlerine gelen Fransızca, matematik hocalarını o da dinliyor, bir birikim sağlıyor kendine. Bir anlamda, dedem de benim gibi hep kendinden yaşça büyük insanların arasında büyümüş.

Babasıyla ilişkisi nasıl?

Babasıyla çok özel bir ilişkisi var, büyük hayranlık duyuyor. Söylemiştim, büyük dedem hukuk profesörü, kooperatifçilik üzerine yazdığı kitabı da var. Onu mesela beraber yazıyorlar. Yalnızca yazılanları temize çekmekten bahsetmiyorum, büyük dedem Suphi Nuri yazdıklarını dedeme okutuyor, fikirlerini soruyor. 14-15 yaşındaki dedemle tartışarak, sen ne düşünürsün diyerek yazıyor kitabı. Dedem kitaba katkısı olduğunu söylerdi.

Büyük dede Suphi Nuri'nin komünist olmasının dedemin siyasete girmesinde, kendine çizdiği yolda doğrudan ilgisi var tabii, onu kendine rol model olarak alıyor çünkü.

Ikisinin de ayni gün, yani 5 aralik'ta ölmelerinin de bu bağlamda güzel bir tesadüf olduğunu düşünüyorum

Sonra hayatını kaybediyor Suphi Nuri, ondan sonra ne yapmış?

Büyük dedem Tan Baskını’ndan birkaç gün sonra kalp krizinden ölmüş ve ailenin bütün yükü tek çocuk olarak dedeme kalmış. O ara matematik okuyor. Mezun olduktan sonra bir süre Eyüp Lisesi’nde matematik öğretmenliği yapıyor. Sonra çevirmenlik yapmış, İETT'de çalışmış, bir arkadaşıyla asansör şirketi kurmuş... Sonra yayıncılık işine girip kendi yayınevi olan Anadolu Yayınları’nı kurmuş. Hattâ Henri Lefebvre'in meşhur Lenin'in hayatı ve eserlerini çevirip yayınladığı için müebbetle yargılanmış. Uzun süre hayatını yayıncılıktan kazanmış.

Çok çeşitli işlerde çalışmışlar hem babam hem de dedem ama ben onlarla ilgili “ne iş yapıyorlar” sorusuna hiç net bir yanıt veremedim.

Mesela ilkokulda öğretmen tüm sınıfa tek tek sormuş, hani çocuklarla yeni tanışınca sorarlar ya işte baban ne iş yapıyor falan diye, normal bir diyalog yani. Biri doktor diyor, diğeri avukat... Bana sorduğunda “komünist” yanıtını vermişim. Ertesi gün tabii annem babam bütün aile müdürün odasındayız. Ben hatırlamıyorum da annem anlatıyor. Müdür uyarmış bizimkileri, “Sizin çocuk böyle şeyler söylüyor, dikkat edin” diye.

Komünistlik çok normal senin için çünkü…

Tabii tabii...

Bu cevaptan da anlaşılacağı üzere pek de sıradan bir çocukluk geçirmemişsin. Nasıldı çocukluğun anlatır mısın biraz?

Benim çocukluğum dedemlerle geçti. Annem ve babamdan daha çok onları görüyordum. Çünkü annem o zaman Cumhuriyet gazetesinde çalışıyordu, babam Ana Britannica Ansiklopedisi'nde araştırmacı kadrosundaydı. Okuldan dedem alıyordu ve bütün öğleden sonramı dedem ve babaannemle geçiriyordum. Akşam çok geç geliyordu ailem, ben çoktan uyumuş oluyordum. Hafta sonları da çalışıyorlardı zaten. Ben dedem ve babaannemin elinde büyüdüm diyebilirim.

Sessiz bir ortamda büyüdüm. Sürekli kitap okunan bir evdi. Ve tabii hep büyüklerle beraberdim. Evde sürekli gördüğüm insanlar vardı: Şoför İdris, Boz Mehmet, Şahap Bakırsan. Ve ben küçücük bir kız olarak hep onlarla oturuyor, konuşmalarını dinliyordum. Öyle 30-40'lı yaşlarında bile insanlar yoktu çevremde. Hep dedemin akranlarıyla beraberdim.

Çok fazla deden vardı yani bir bakıma..

Aslında öyle de değildi. Arkadaşlarım gibi düşünüyordum herhalde. Mesela Boz Mehmet'ti o benim için hep, hiç “Mehmet amca” falan demedim. Güzel bir çocukluktu, kitapların arasında büyüdüğüm için şanslı hissediyorum kendimi. Onlardan çok şey öğrendim.

Dedemin belgeye daha doğrusu yazılı herhangi bir şeye verdiği önem nedeniyle evde gazetelerin, dergilerin bile kenarına gelişigüzel yazılmazdı.

Dediğim gibi, burada arşivcilikten çok, yazılı bir metne duyduğu saygıydı sanıyorum asıl önemli olan. 

Evden hiçbir kâğıt atılmazdı çünkü birçoğunda küçük notlar olurdu. Evdeki kitapların, kâğıtların herhangi bir yerinde onun bir notu, yazısı olabilirdi.

Sormadan hiçbir şey evden atılmazdı yani..

Sorarak da atılamazdı.

Evden eski tüfekler eksik olmuyordu anlaşılan, nasıldı ilişkileri?

Birbirlerine çok bağlıydılar bir kere.

Ama onların ilişkisinin şimdi bize biraz garip gelebilecek tarafları da vardı. Mesela bir gün annem kapının önünde Şoför İdris, Boz Mehmet ve Şahap Bakırsan'ı görmüş. Hava buz gibi ama bakmış aşağıda bekliyor, yukarı çıkmıyorlar. Neden eve çıkmadıklarını sorduğunda, saat 14:00 için randevulaştıklarını, buluşma saatine daha sekiz dakika olduğunu söylemişler. Ve tam saat 14:00’te kapıyı çalmışlar.

Tabii bu tür bir hassasiyeti bizim anlamamız gerçekten zor. Tüm planların çok hızlı değişebildiği bir dönemde yaşıyoruz. Sadece planlar değil, fikirler, düşünceler... Hayatın hızlı aktığı ama bunun zenginliğe değil yüzeyselliğe neden olduğu bir dönemdeyiz. Bu tür bir inatçılık sadece illegalite döneminde mücadele etmekle açıklanacak bir şey değil bana kalırsa. Burada hayata karşı bütünlüklü bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Belki de bu yaklaşım sayesinde neredeyse bir asır mücadele edebildiler, dönmeden, umutlarını kaybetmeden. En basitinden bir ev randevusundan, çok daha ciddi başka konulara kadar verilen sözün tam olarak arkasında durma, ona riayet etme ve önemseme.

Başka türlü insanlardı. Ayrıca hepsi her konuda çok inatçıydı gerçekten...

Kimler gelip giderdi Rasih Nuri'nin evine?

Eski TKP'li arkadaşları tabii, genel olarak sol mücadele içinde olan insanlar, gazeteciler, gençler. Onların dışında ressamlar, sanatçılar, hatta tez yazanlar çok gelirlerdi danışmak için. Bir de çat kapı gelenler olurdu. İşte duymuşlar mesela oturduğu yeri, “merhaba sizinle görüşmeye geldim” diyen çok oluyordu.

Nasıl karşılardı? “Sen de nereden çıktın” der miydi?

Eğer bir çalışmaya yoğunlaşmışsa biraz canı sıkılırdı açıkçası, ama kimseyi de kapıdan çevirmez, surat asmazdı. Tabii her seferinde, başta memnuniyetsiz oldukları da dahil, bir süre sonra dedemi susturmak imkânsız hale gelirdi. Gelenler bazen ne için geldiklerini dahi unutup ne anlatırsa onu dinlemeye başlarlardı. Akşam geç saatlere kadar anlatırdı. Bazıları tabii büyük bir keyifle dinlerdi ama kaçmak için fırsat kollayanlar da olurdu.

Rasih Nuri başlı başına bir değerdi zaten. Evi de tabii değeri ölçülemeyecek bir birikimle doluydu. Böyle büyük bir hazine içinde büyüdüğünün ne zaman farkına vardın?

Ben herkesin öyle bir evde yaşadığını düşünüyordum bir kere. Tavana kadar kitaplarla dolu...  Sadece çalışma odası falan da değil, salon, yatak odası her yer kitap doluydu. Bunun çok normal olduğunu, herkesin böyle yaşadığını düşünüyordum. Tabii sonraları böyle olmadığını anladım. Yıllar içinde “Aaa! sen Rasih Nuri'nin torunu musun” diye şaşıranlar oldukça dedemi nereden tanıdıklarına şaşırırdım.

Arşivden çıkan ve şaşırdığın bir şey oldu mu hiç?

Sürekli oluyordu. Mesela ortaokuldayken dedemin arkadaşı olduğu ve hep ondan bahsettiği için Sabahattin Ali okumaya karar verdim. Dedem de “dur sana Sırça Köşk'ün el yazmasını getireyim” demiş ve yurtdışına kaçmadan önce dedeme emanet ettiği yeşil mürekkepli kalemiyle yazılmış el yazmasını getirmişti. Olağanüstü etkileyici tabii.

Yine bir seferinde ne okuyayım dediğimde, “Orhan Kemal oku” demiş ve Murtaza'nın imzalı bir nüshasını getirmişti. Her gün böyle küçük şeyler çıkabiliyordu.

Arşivin siyasi boyutunun henüz farkında olmadığım zamana ait şeyler bunlar. Yoksa üniversitede tez yazdığım sırada, bir konu üzerine konuşurken ilgili belgeyi arşivinden çıkarıp getirdiği çok oluyordu.

TİP kayıt formları vardı mesela. O dönemle ilgilendiğim bir zamanda gördüğümde onları çok heyecanlanmıştım. “Nasıl yani, herkesin üye kartı sende mi” falan demiştim. Polis almasın diye saklamış evinde. Yıllarca da kimse sormamış nerede bu kayıtlar diye.

Tehlikeli bir tarafı da var aslında bu merakının. İllegal mücadele dönemlerinden itibaren bayağı riskli şeyleri de saklamış çünkü. Belki kendisine “imha et” diye verilen belgeler de var içinde. Partinin verdiği emri belki de sadece bu istisnada dinlememiş. Ama hem polisten kaçırmayı başarmış, hem korumaya almış ve bugüne kadar ulaşmasını sağlamış.

Aynen öyle. Kâğıtları saklayabilmek için de şöyle bir yöntem geliştirmiş, belgelerin yakıldığı izlenimini verebilmek için evde düzenli olarak kâğıt yakmış. Daha sonra kendisini takip ettiğini bildiği polislerin “Biz hiç basmayı düşünmedik Rasih Nuri'nin evini, çünkü sürekli kâğıt yakılıyordu” dediklerini duymuş. 

Esprili biri olduğunu biliyoruz Rasih Nuri'nin. Ama parti ile ilgili konularda, sosyalizm mücadelesinde ve yine bunlarla bağlantılı olarak entelektüel çabalarında çok ciddi ve disiplin sahibi biriydi. Bu iki özellik çelişmiyordu onda herhalde.

Annemle babamın anlattığına göre eskiden çok daha sert mizaçlı bir insanmış, zaman içinde biraz yumuşamış. Her zaman nüktedan bir tarafı varmış ama..

Önem verdiği konularda hep çok ciddiydi; Parti meselesi olsun, siyaset olsun, tarih olsun... Kendi araştırma alanlarında durmadan, ara vermeden, yoğun çalışırdı. Uzun günler, saatler, haftalar boyunca çalışırdı. Büyük emek ve mesai harcardı.

Mesela benim okulumla ilgili de çok ciddiydi, derslerimi, sınavlarımı takip ederdi. 100 üzerinden 90 alsam neden 100 değil diye sorardı, bütün çocukluğum böyle geçti. Anneme gider, dedem beğenmedi derdim, o da beni avuturdu. Beğendirmek çok zordu, son derece mükemmeliyetçiydi. Kendisi çok emek harcardı, herkes onun gibi çalışsın isterdi. Beklentileri daima çok yüksekti.

Ama bunların yanında insanları güldürmeyi, eğlenmeyi çok severdi. Çok komik bir insandı. Hani çok sertti de arada espri yapardı demiyorum, çok ama çok komikti.

Son yıllarında Türkiye'ye bakınca ne görüyordu, ne düşünüyordu? Mücadeleden hiç vazgeçmediğini, sosyalizme, devrime, insanlığa olan inancını yitirmediğini biliyoruz. Bunca yıl yorulmadan, aynı titizlik ve inançla mücadeleyi sürdürmek, neredeyse bir asır, başka türlü mümkün olamazdı herhalde?

Geleceğe dair ümidini hiç kaybetmedi. Kaybetmek söz konusu değildi zaten onun için. Düşer düşer kalkarız diye düşünürdü. Varoluşsal bir şeyden bahsediyoruz, öyleydi o kuşak. Partili, örgütlü mücadele etmenin getirdiği bir özellikti bu onda. Sinirlendiği, kızdığı, üzüldüğü tabii oluyordu ama kaybetmek, ümidini kaybetmek gibi bir şey sözkonusu olamazdı. Hep ne yapılabilir diye düşünürdü, nasıl daha iyi örgütlenilebileceğini, başka nelerin denenebileceğini tasarlardı.

Mesela bana hep partisiz komünist olunamayacağını söylerdi. Ben sosyalizm, komünizm üzerine ilk defa bir şeyler okumaya başladığımda, “sen komünist misin” diye sormuştu. Ben “bilmem, öyle diyebilir miyim?” gibi bir şey deyince de “diyemezsin, partili olmadan komünist olunmaz” demişti. Parti, örgüt çok önemliydi onun için.

Sen de sosyoloji okudun, yüksek lisans doktora çalışmalarının da hep sol tarih üzerine olduğunu biliyorum. Bu tercihlerinde Rasih Nuri'nin torunu olmanın etkisi herhalde tartışılmaz.

İlkokulda “baban ne iş yapıyordu” sorusuna “komünist” yanıtını veren bir çocuk başka ne çalışabilirdi ki zaten...  Galatasaray Üniversitesi’ni bitirip Paris’te Ecole de Hautes Etudes en Sciences Sociales’de Sosyoloji alanında yüksek lisans yaparken, 1980 öncesi mücadele eden kuşakta cezaevi sürecinin siyasi kimlikler üzerine etkisini inceledim. Doktora tezinde ise yine aynı okulda 68 Kuşağının çocukları ile politik ilişkisi hakkında çalışacaktım aslında, biraz da kendi yaşamımdan yola çıkarak.

Ama olmadı...

Evet, hem biraz uzattım hem de o sırada Gezi Direnişi patlak verdi. Fransa'daki tez hocam “Gezi üzerine çalışmak ister misin” diye sorunca benim de tabii ki ilgimi çeken bir konu olduğu için onda karar kıldım. Ve şimdi Gezi üzerine çalışıyorum. 

Dedem tez konularımı okurdu, beğenirdi de ama dedim ya, hiç öyle çok beğendiğini belli etmezdi. Bir taraftan da sosyolojiye çok önem vermezdi, hukuk okumamı çok isterdi. Hem babasının hukukçu olması hem kendisinin aslında ileri yaşlarında parti göreviyle girdiği hukuk fakültesini üç yıl sonunda yarıda bırakmak zorunda kalması nedeniyle herhalde. Babam Mustafa Suphi’nin de hukukçu olmasını çok istemiş, ama babam da siyasi nedenlerden dolayı liseden atıldığı için üniversiteye gidememiş.

Sadece parti için mi girmiş?

Aslında gençleri örgütlemek için giriyor fakülteye. Bakın partisinin dedem için ne kadar önemli olduğunu anlatan bir anı daha var. Dedem hayatını kaybetmeden bir süre önce evde daha önce görmediğim bazı kasetler buldum. Eski yuvarlak bantlar, kendim dinleyemiyorum tabii; sesçi bir arkadaşım var, ondan rica ettim ne var içinde çözsün diye.

İşte dedem ölmeden üç gün önce getirdi bana bunları. Dijitale çevirmiş. Bir açtık, anlıyoruz ki o gün telefon bağlanmış dedemin evine ilk defa. Telefonun diğer ucunda Halil Oyman var ve konuşma “Ne oldu tüzük” diye başlıyor. Türkiye Emekçi Partisi sanıyorum kurulacak, işte resmi başvurular falan yapılıyor, mevzu o.

Şimdi eve ilk defa telefon bağlanıyor, ilk konuşmasını kayda almayı da ihmal etmiyor ama sorduğu ilk soru da “ne oldu tüzük? Sen okudun mu?” Bu her açıdan Rasih Nuri'yi anlatan bir hikâyedir bana kalırsa.


1 Mayıs 2010'da partisiyle, TKP kortejinde...

İlginçmiş gerçekten. Peki, kitaplarla ilişkisi nasıldı?

Bugünden bakıldığında “hastalıklıydı” diyebiliriz. Mesela, 30 bin kitap arasından hangi kitabı arasa, anında bulabiliyordu, hangi rafta, hangi sırada olduğunu ezbere biliyordu. Bana hâlâ çok şaşırtıcı geliyor. Yüz hafızası yoktu ama ad-soyad, hangi yıl nerede partiye girmiş hepsini ezbere bilirdi.

Bir de elinden alırdı beğendiği kitapları, bu benim olsun sen kendine yenisini alırsın, derdi...

Tabii verdiği kitapları da unutmazdı!

O da benim büyük dramımdı. İşte “dede şu kitabı alabilir miyim” “tamam, ama unutma geri getirmeyi”. İki gün sonra “Esin okudun mu” “dede okumadım”, 4 gün sonra “Esin bitti mi, getiriyor musun” “yok dede, daha değil” 5-6 derken, 1 hafta sonra “Esin çok kötüyüm, hemen gel” tabii giderdim hemen, “dede ne oldu?” “kitabımı hâlâ getirmedin, çok kötüyüm” derdi.

Kendisi eline aldığı kitabı hemen okuyup bitiriyor tabii...

E tabii, kendisi öyle yapıyor, sabaha kadar uyumadan bitiriyor ve kenara koyuyor. Hiç öyle bir-iki hafta bekletmezdi kitapları. Çalışmalarında kullandığı kitapların sayfa kenarlarına da kendine özel notlar alırdı, tashih yapar ve yorumlardı.

Ölümünün ardından bir sene nasıl geçti?

Muhtemelen herkesin sevdiği birisini kaybedince düşündüğü şeyleri düşündüm ben de, keşke burada olsaydı da şunu da sorsaydım, konuşsaydım diye çok fazla aklıma geldi. Yıllarca beraber yaşamama rağmen hâlâ aklımda kalan konuşmadığımız şeyler var gibi geliyor ve tabii birçok konuda fikrini almak ihtiyacı her zaman var...

Kimseyle kurmadığı bir ilişkiyi kurmuştu benimle. Babamların bile daktilosuna dokunmaya izni yokmuş, benim ilkokulda çekilmiş bir fotoğrafım var mesela, hatırlıyorum, orada kucağına oturmuşum, taktak vuruyorum daktilosuna. Bu büyük bir taviz Rasih Nuri için... Çalışma odasına girebilirdim, el yazmalarına bakmaya iznim vardı. Dedemin hayatında çok ayrıcalıklıydım.