ODTÜ'lü akademisyen soL'a konuştu: Bu desteği nasıl kazandılar?

ODTÜ Biyolojik Bilimler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Somel, Avrupa’nın en prestijli bilimsel destek programı olan ERC desteğine hak kazandı. Somel, ERC desteğine, Türkiye'de bilimsel çalışmaların durumuna ve destek kazanan çalışmaya ilişkin soL'un sorularını yanıtladı.

Haber Merkezi

AKP iktidarında Türkiye'de bilimsel çalışmalar daha da zorlaşırken, geçtiğimiz günlerde ODTÜ'lü bir akademisyenin Avrupa’nın en prestijli bilimsel destek programı olan ERC desteğine hak kazandığı haberi gündeme geldi.

ODTÜ Biyolojik Bilimler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Somel, hem desteğe hem de Türkiye'de bilimsel çalışmaların durumuna ilişkin soL'a açıklamalarda bulundu.

Merhabalar öncelikle tebrik ederiz. Avrupa’nın en prestijli bilimsel destek programı olarak adlandırılan ERC desteğine hak kazandınız. Bu ne anlama geliyor buradan başlayalım isterseniz?
ERC proje desteklerinin özelliği büyük bütçeli ve uzun süreli olmaları. Bizim antik DNA konulu çalışmamız da beş yıl sürecek ve toplam 2,5 milyon avro bütçesiyle desteklenecek. Yapmak istediğimiz çalışma hem pahalı hem de geniş bir ekip işiydi, ayrıca bir miktar altyapı yatırımı da gerektiriyordu. Dolayısıyla çalışmayı en etkin kaynaklarla gerçekleştirme imkanımız doğdu. Tabii çok sevinçliyiz ve heyecanlıyız!

Yani bu bilimsel çalışmayı yerel kaynaklarla yürütemez miydiniz?
Maalesef hayır. Tabii bugüne kadar antik DNA çalışmalarımız için TÜBİTAK ve ODTÜ'den proje destekleri aldık. Ama bunların bütçeleri ERC destekleriyle kıyaslanamaz. Örneğin TÜBİTAK'ın klasik destek programı 1001'in bütçesi toplam 400 bin TL civarı, yani ERC desteğinin 20'de biri gibi. Kalkınma Bakanlığı da destek veriyor ama aslolarak altyapı projelerine.

Başka imkanlar yok mu Türkiye'de? Hükümet zaman zaman bilime ayrılan kaynakları artırdığını söylüyor. 
Evet TÜBİTAK'ın kaynakları 20 yıl öncesine göre daha yüksek. Örneğin TÜBİTAK, 1003 diye bir bilimsel destek programı başlattı son yıllarda. Milyon liralık bütçeli çalışmaları destekliyorlar. Ama bunlar yalnızca spesifik ve genelde uygulamalı alanlardaki projeler, ilaç geliştirme gibi. 

Bir açıdan bakınca, anlaşılır. Bizim çalışmamız, genetiği kullanarak insanlık tarihini ve sosyal dönüşümleri anlamakla ilgili. Bazıları şunu diyebilir: Türkiye bu tip temel bilim veya sosyal bilim çalışmalarına büyük paralar harcayacak kadar zengin değil. Öte yandan TÜBİTAK'ın yıllık 3 milyar liralık bütçesi çok da büyük değil. Mesela daha yakınlarda, Telecom, Turkcell ve Vodafone'un toplam 5 milyarlık vergi borçlarının silineceği iddia edilmişti. Yani ortada kaynak yok değil, ama bilimsel araştırma fazla önemsenmiyor.

Başka ülkelerde durum nasıl?
Zengin ülkelerde çok çeşitli sayıda bilimsel destek programları oluyor: yerel programlar, farklı tipte ulusal programlar. Türkiye'deyse bilim insanları maliyeti olan araştırma yapmak için TÜBİTAK'a mahkum. Bilim Akademisi ve TÜBA'nın ufak desteklerini saymazsak. Bizim gelir grubumuzdaki ülkelerdeyse durum benzer, bazen biraz daha iyi, bazen biraz daha kötü.

Desteklenen projenize gelirsek, konusu tam olarak ne? Siz biyologsunuz ama konunuz tarih gibi görünüyor.
Evet benim alanım evrimsel genetik, ama çalışmanın konusu tarih. Yaklaşık 10-12 bin yıl önce bu bölgede yaşanan bir toplumsal dönüşüm sürecini inceliyoruz. Buna Neolitik Dönüşüm deniyor. İnsan toplulukları ilk defa yerleşik yaşama geçiyorlar, köylerde, kerpiç evlerde yaşamaya başlıyorlar, bitki ve hayvan yetiştirmeye başlıyorlar. Oysa o vakte kadar, yani Homo sapiens'in tarihinin %95'i boyunca ve elbette Homo sapiens öncesinde de atalarımız göçebe avcı-toplayıcı gruplar olarak yaşıyorlardı. 

Bu ilk köyler arasında Anadolu yerleşimleri de var, Güneydoğu'da Çayönü ve Hallan Çemi, Orta Anadolu'da Aşıklı Höyük ve Boncuklu Höyük bunlar arasında. 

Antropolojik ve arkeolojik çalışmalar, bu süreçte insanların yalnızca geçim biçimlerinin değil, sosyal yapılarının da değişmiş olabileceğini gösteriyor. 

Sosyal yapı derken kastınız?
Avcı-toplayıcılar genelde birkaç düzine insandan oluşan, görece eşitlikçi gruplar olarak tasvir ediliyor. En azından modern avcı-toplayıcılarda hakim örüntü böyle. Ayrıca grup içinde akrabalık bağlarının, sosyal etkileşimlerde çok belirleyici olmadığı tahmin ediliyor. Oysa ki Neolitik'in son aşamalarındaki tarım toplumlarında eşitsizliğin, ayrıca ataerkil ve atayerli kültürlerin baskın olduğunu görüyoruz. Biz de bu değişimi inceliyoruz.
Çalışmanın iki sorusundan biri, Neolitik Dönüşüm sürecinde biyolojik akrabalığın toplumdaki yeri nasıl değiştiği. Şansımıza, bu höyüklerin birçoğunda insanlar evlerin içine gömülmüşler. Bu sayede sosyal olarak ilişkili insan gruplarına ait müthiş bir malzememiz var. Buradan da, acaba bu insanlar biyolojik olarak da akraba mıydı, diye soracağız. 

Eğer avcı-toplayıcı gelenekler hemen bozulduysa, bu ilk köylerde biyolojik akrabalığın önem kazandığını görebiliriz. Mesela atayerli kültürler daha erken aşamalarda gelişmiş olabilir. Tersine, belki de avcı-toplayıcı gelenekler uzun süre devam etti. İnsanlar biyolojik akrabalığı değil sosyal akrabalığı önemsediler, eşitlikçi gelenekleri sürdürdüler. Çatalhöyük'ün arkeoloğu Ian Hodder mesela, böyle düşünüyor. Cevabı bilmiyoruz, ancak çalışmayı yapınca göreceğiz. 

Peki akrabalığı nasıl ölçüyorsunuz?
Sosyal akrabalık konusundaki bilgimiz arkeolojiden geliyor, yani aynı eve gömülmüş ya da aynı muameleye maruz kalmış bireylerden bahsediyoruz. Biyolojik akrabalığı ise DNA'dan ölçmek görece kolay. 10 bin yıl öncesinin kemiklerinde eser miktarda da olsa DNA kalmış olabiliyor. Bunu klasik yöntemlerle saflaştırıp, DNA'nın dizisini okuyup, sonra da bireyleri karşılaştırıyoruz. DNA'nın benzerliği biyolojik akrabalığı gösteriyor. Tıpkı babalık testindeki gibi. Ama kemikte DNA çok az kalmış olduğundan, bazen de hiç kalmadığından, bu analizi çok sayıda bireyde yapmak gerekiyor. Aslında riskli bir iş. Toplam 1500'e yakın antik birey taranacak bu çalışmada. Bütçesi de o yüzden yüksek. Bunların beşte birinden yeterli veri üretebilmeyi umuyoruz.

Nereden geliyor bu materyal?
Bu 1500 arasında Çatalhöyük ve Boncuklu Höyük insanları var. İki araştırma ekibi de sağolsunlar müthiş destek oldular. Ama doğrusu en kritik katkıyı Hacettepe Antropoloji'den Yılmaz Erdal yaptı. Yılmaz hocanın yıllardır labında inceleyip organize ettiği çok geniş koleksiyonlar var ve çalışmanın belkemiğini bunlar oluşturacak. 

DNA analizleri nerede yapılıyor?
ODTÜ'de adanmış bir antik DNA laboratuvarımız var. Aslında ODTÜ'deki antik DNA labının kurulması da benden çok önce olmuştu. Geçen yıl emekli olan ama halen beraber çalıştığımız müthiş bir arkadaşımız var, İnci Togan hocamız, o kurmuştu laboratuvarı. Şu anda da laboratuvar çalışmalarını Dr. Füsun Özer yönetiyor, benim oraya katkım sınırlı. Ayrıca genetik verinin istatistiksel analiziyle uğraşan çok sayıda genç araştırmacı var. Dizileme işlemini ise dışarıda yaptırıyoruz, çünkü ucuza geliyor.

Proje sadece akrabalıkla mı ilgili? Başlığında genetik ve kültürel etkileşim de geçiyor.
Haklısınız, çalışmanın ikinci ayağı da toplumlar arasında kültürel etkileşimle ilgili. Çalışmanın bu kısmının kurgulanmasında ODTÜ'lü arkeolog Çiğdem Atakuman'ın büyük payı var. Çiğdem, Neolitik kültürün MÖ 7000'den sonra Ege'ye yayılmasıyla ilgileniyor. Ege'de bir anda kerpiç evli köyler, seramik, tarım teknolojisi, daha önce bilinmeyen sembolik ögeler görmeye başlıyoruz. Peki bu ögeleri göçler mi yaydı, yoksa kültürel alışverişle mi yayıldılar? 

Çalışmanın bu kısmında önce Neolitik toplumlar arası akrabalık ilişkilerini DNA verisinden belirleyeceğiz. Toplam 20 civarı yerleşimden genetik veri üreteceğiz, bunu yayımlanmış başka genetik verilerle birleştireceğiz. Bu bize göç bilgisi verecek. Sonra da aynı köylerin kültürel benzerliklerini Çiğdem ve ekibi çıkaracak. En son aşamada da genetik benzerliği kültürel benzerlikle karşılaştıracağız. Burada da Enformatik Enstitüsü'nden Elif Sürer'le işbirliği planlıyoruz.

Sonuçlar ne anlama gelecek?

NEOGENE aslında toplumsal etkileşim ve değişimle ilgili. Geçmişin bu az bilinen yüzünü öğrenmek, bize toplumsal değişimin koşulları hakkında da yeni fikirler verecektir, örneğin sosyal teorilere malzeme sağlayacaktır, diye umuyoruz. 

Öyle anlaşılıyor ki projeyi hazırlarken çok geniş bir ekiple çalışmışsınız.
Tabii, burada ismini sayamadığım çok sayıda arkadaş, farklı farklı alanlardan, doğrudan veya dolaylı olarak katkı koydular. Sırf metnin hazırlanmasında dahi en az bir düzine arkadaşımızın tuzu olmuştur. Keza antik DNA ekibinin geçen yıllarki çalışmaları olmadan proje de mümkün olmazdı. Ayrıca ODTÜ proje destek ofisi ve TÜBİTAK da hazırlık sürecinde çeşitli destekler sundu. 

Burada bir de sakatlığa değinmek istiyorum. Fiiliyatta çalışmayı bu bahsettiğim geniş ekiple beraber yürüteceğiz. Ama kağıt üzerinde, çalışmanın ve bu geniş bütçenin idaresinin sorumlusu sadece benim. Sanırım bu biraz da burjuva mantığın bilime yansıması. Sanki bir projenin, bir buluşun arkasında tek bir kişi olabilirmiş gibi. Oysa bilimsel araştırma son derece kolektif bir faaliyet. Örneğin son antik DNA makalelerimize bakın, en az bir düzine yazar var. 

Akademide durum hep böyle değil miydi?
Evet aslında bilimsel üretimde tekil bilim insanlarının öne çıkması olağan durum. İşte büyük Darwin, büyük Einstein, vs. Geçmiş bir yana, bilim giderek daha fazla kolektif bir uğraşa dönüşüyor. Mesela Nobel ödüllerinde de hep sorun oluyor - çünkü kimse işi tek başına yapmıyor ki! 

Neyse, eninde sonunda bunun değişeceğine inanıyorum. Hatta şimdiden, birden fazla yürütücüsü olan araştırma gruplarının sayısı çoğalmaya başladı, ki bence normal olan bu. Keza çok ortaklı proje destekleri de giderek yaygınlaşıyor. Ama zaman alacak herhalde.

Türkiye’nin ERC desteği alma konusunda karnesi oldukça zayıf. Bunun nedenleri ne size göre?
Evet ERC açısından herhalde programdaki 33 ülke arasında en içler acısı haldeki Türkiye. Doğru anladıysam bu dönem yalnızca üç ERC proje başvurusu kabul edilmiş Türkiye'den. Bilkent ve Koç'tan birer arkadaş da başlangıç desteği almışlar. ODTÜ Deniz Bilimleri'nden de Mustafa Yücel'in kıl payı kaçırdığını biliyorum. Bu şekilde başka örnekler de olabilir ama toplamda durum felaket görünüyor. 

İnternet kaynaklarından kabaca bir baktım. Türkiye 2007'den bugüne kadar resmen 19 destek almış, bizimki dahil 20. Bu sürede desteklenen proje sayısı toplam 7000. Aynı dönemde İngiltere'nin neredeyse 1700, Hollanda'nın 700 desteği var. 

Haydi bunlar zengin ülkeler diyelim ve kendi gelir grubumuzdaki ülkelere bakalım. Örneğin Polonya'dan desteklenen proje sayısı 27, ki Polonya nüfusu Türkiye'nin yarısı, kişi başı geliri de benzer. Portekiz'den desteklenen proje sayısı 76. Evet Portekiz'de kişi başı gelir Türkiye'nin iki katı, ama nüfusu da sekizde biri. En ilginç örneklerden biri de Kıbrıs Cumhuriyeti. Bugüne dek 14 desteği var, ki nüfusu Türkiye'nin 100'de biri ve geliri de yalnızca biraz daha yüksek. Kısacası Türkiye'nin performansı gerçekten yerlerde sürünüyor.

Türkiye'ye karşı bir önyargı mı var? 
Pek zannetmiyorum. Mesela ilginç şekilde, bugüne kadar Türkiye'de ERC desteği alanların 12'si Koç, 6'sı Bilkent ve biri ODTÜ'dendi. Bizimki de bir kamu üniversitesinden ikinci destek alan çalışma oldu. Muhtemelen Türkiye'de kamu üniversitelerinde çalışan meslektaşların çoğunluğu başvurmaya tenezzül dahi etmiyor. Başvuru sayısını bilmiyorum ama tahminim çok düşüktür.

Peki neden? 
Çeşitli sebeplerle. Biri, araştırma yapmayı destekleyen, akademisyenlerden araştırma bekleyen bir ortamın olmaması. Örneğin bizim proje destek ofisinin bize sunduğu desteği başka üniversitelerin çalışanları alıyor mudur, emin değilim. 

Bir neden İngilizce tabii. Bu konuda meslektaşlarımı suçlayamam. Bir etnik grubun dili temel iletişim aracı olduğunda, farklı gruplar farklı seviyelerde dezavantajlı hale geliyor. Örneğin ERC proje değerlendirme mülakatlarında ana dili İngilizce olanların bir adım önde olduğuna eminim. Umarım insanlık bir gün Esperanto'yu yeniden canlandırır.

Dil sorunu aşılsa Türkiye'den başvurular artar mı?
Ondan da emin değilim. Doğrusu Türkiye'de etkin olarak araştırma yapan toplam bayağı dar. Birbirini motive eden topluluklar yok, ya da daha yeni yeni oluşuyor, diyelim. Örneğin alanım olan evrimsel biyoloji için söyleyeyim, evrim ve ekoloji çalışan bilim insanlarını bir araya getiren bir dernek daha ancak iki yıl önce kuruldu. Bu tip dernekler başka ülkelerde 20. yüzyılın ortalarında kuruluyordu. Bu tip yoğun etkileşimler olmadan, bilim insanlarının üretken olmalarını beklemek zor.

Burada özellikle de beyin göçü, yani başarılı bilim insanlarının yurtdışında, zengin ülkelerde iş aramaları da büyük bir sorun. Burada bir birikim sağlayamıyoruz.

Pek çok kişi Türkiye'de bilim yapılamayacağını söylüyor. 
Bence yanlış yapıyorlar. Evet koşullar birçok açıdan zengin ülkelerdekine göre daha zor, ama elbette yapılabilir ve müthiş ihtiyaç var burada. Başarılı bilim insanlarımızın Türkiye'de yapacakları katkı, ABD'de veya Almanya'da yapabileceklerinden bin kat daha anlamlı, değerli. Hem bilimsel hem toplumsal olarak böyle. 

Zengin ülkelerde, bir araştırmacının rolünü üstlenebilecek sırada bekleyen yüzlerce başka araştırmacı var. Mesela Aziz Sancar, aynı alanda benzer konularda çalışan iki kişiyle beraber aldı Nobel'i. Sancar olmasaydı da bu buluşlar yapılacaktı. Ama Sancar Türkiye'de kalmış olsaydı, belki bizim kuşağımız şimdi bir tık önde olacaktı. 

Yani bence beyin göçü en büyük sorunumuz, şu anda. Ama birçok arkadaşımız bunu görmek istemiyor.

Tabii son yıllarda işine son verilip mecburen ayrılan arkadaşları tenzih ederek söylüyorum. 

İleriki planlarınız nasıl?
Neolitik'ten sonra gelen dönemler, örneğin Tunç Çağı üzerine de çalışmalara başladık. Hacettepe'den Ali Metin Büyükkarakaya ve başka arkadaşlarla. Ayrıca Türkiye'de daha fazla antik DNA labı açılmasına önayak olmak istiyoruz. 

Son olarak neler eklemek istersiniz?
Bu projenin parası AB'yle ilişkili bir havuzdan geliyor. Horizon 2020, ya da Ufuk 2020 programları. Türkiye de bu havuza kaynak aktarıyor, ama katkı koyduğunun altında proje desteği aldığı söyleniyor, ki şaşırtıcı değil. Yani pratikte ülkemiz İngiltere ve Hollanda'nın bilimsel faaliyetlerini destekliyor, maalesef. 

O halde niye programdan çıkılmıyor ve bu kaynağı kendi kendimize harcamıyoruz? Farklı cevapları olabilir ama benim görebildiğim sorunlardan biri şu ki, büyük projeleri desteklemeye karar vermek için çok nitelikli bir hakem havuzuna ihtiyacınız var. H2020 programında bunu az çok beceriyorlar. Türkiye'nin bunu kendi başına becermesi için, dediğim gibi, nitelikli bilim insanı topluluğunu en az birkaç katına çıkarması gerekiyor.

Bir nokta daha var. Türkiye'nin sadece hocalara değil, genç araştırmacılara da çok daha fazla yatırım yapması gerek. Bilimsel üretimde bulunan topluluğun, bir başka deyişle bilim emekçilerinin ana gövdesini hep lisanüstü öğrenciler oluşturur. Bizim ülkemizde daha da çok böyle, çünkü postdok, uzman, teknisyen gibi kadrolar az. Proje destekleri yetersiz kalınca, bilim üretmek isteyen lisansüstü öğrenciler de fiilen maddi desteksiz çalışıyorlar. Bu normal sayılıyor. Nasılsa aileleri destekliyor, part-time başka işlerde çalışıyorlar filan. Bu aslında ağır bir sömürü ve bizim için de utanç kaynağı. 

Epey şikayet etmiş gibi oldum, ama aslında Türkiye bilimi açısından koşullar her açıdan kötüleşiyor değil. Ben bilimsel üretkenliğimizin artacağından ümitliyim. Bu uzun süreli ve çok boyutlu bir mücadele sonucu olacak tabii.

Çok teşekkür ederim ilginiz için. Ayrıca araştırmamızın sonuçları da ortaya çıktıkça paylaşmak isteriz.