Mavi Marmara'dan ortaya saçılan zehirli atıklar...

Mavi Marmara’da “kazık yiyenler”, bu kazığı yalnızca AKP’den yemediler. O gemi, Amerikan ittifak sisteminde yeni bir dönemi de müjdeliyordu. Müjdenin tadı kaçınca, gemi sökümünden geriye zehirli atıklar kaldı.

Erman Çete

Hem afili, hem filinta bazı şiirbazların “ah o gemide ben de olsaydım” dedikleri(1) Mavi Marmara’nın davası, AKP’nin İsrail’le anlaşması gerekçe gösterilerek, düştü.

Davanın düşmesiyle birlikte hem islamcılar arası bir atışma peyda oldu, hem de maske taktıkları varsayılan islamcılara ilişkin bizim cenahtan -hâliyle- müstehzi sataşmalar patladı.

Bununla birlikte, 2016 yılının sonundan bakarak Mavi Marmara’nın hangi siyasi konjonktüre doğduğunu daha iyi anlayabilecek durumdayız. Mavi Marmara filosu ve hemen ardından İsrail tarafından düzenlenen katliam, “van minüt” ile başlayan bir “proje”nin, belki de en önemli halkalarındandı.(2)

DAVOS’TAN MAVİ MARMARA’YA

Proje derken, başı sonu iyi kurgulanmış, “olumsallığa” geçit vermeyen determinist bir modelden bahsetmiyoruz.

Bu proje, ABD’nin Soğuk Savaş’tan kalma statükoyu parçalama girişimidir.

Böyledir ve ne Obama, ne de Bush döneminde başlamıştır. 90’lı yıllar boyunca alayu valâ ile açıldığı iddia edilen “demokratikleşme” döneminde Ortadoğu’ya düşen roller arasında otoriterlikten kurtulmak, demokratikleşmek, liberalizmin ve özel mülkiyetin meşruluğunu ve hukuki durumunu sağlama almak, dünya ekonomisine entegrasyon ve benzerleri vardı.

Buradan türetilen “acil” siyasi ihtiyaçlar da vardı: Başta, Arap-İsrail sorunun çözümü, ama siz “İsrail’in normalleştirilmesi” ya da Ortadoğu’nun Camp Davidizasyonu da diyebilirsiniz. Bu trene (post-Sovyet dönemde) ilk atlayan FKÖ olmuştu. Daha büyük balık ise Ürdün’dü. Hemen arkasından Suriye’nin gelmesi hedefleniyordu. Ancak hem baba Esad ayak sürüdü, hem de İshak Rabin’e suikast düzenlenmesiyle birlikte İsrail’in içinde de bu siyasete itiraz edenler güçlendi. Sonrası 2. İntifada ve Gazze’de Hamas iktidarıdır.

PARÇALANAN STATÜKO

Bush yönetiminin Afganistan ve Irak işgalleri, yalnızca askeri bir haydutluktan ibaret değildi.

Bugün hatırlanmıyor ama, oğul Bush yönetiminin bel kemiğini oluşturan neo-conlar, Bush’un selefi Bill Clinton’ın (ve Demokratların) “ikili çevreleme” (dual containment) siyasetini “başarısızlık” ile eleştiriyordu. Çevrelenen (ya da çevrelenmeye çalışılan) ikili Irak ve İran’dı; ancak ABD bu iki ülkeyi Sovyet sonrası emperyalist sisteme entegre etmekte bir arpa boyu yol gidememişti.

Irak işgalinden hemen sonra açıklanan “genişletilmiş Ortadoğu inisiyatifi” de, ABD’nin Ortadoğu’daki “otoriter” yönetimleri, başta Mübarek Mısırı, tehdit etmesinin nedeni de aynı “statüko-kırıcılık” işlevi ile ilgiliydi. ABD aynı dönem “ılımlı islam” projesine de yatırım yapıyor ve Türkiye’deki klasik müttefiki orduya karşı AKP’yi, Ortadoğu’daki “laik ama otoriter” yönetimlere karşı da Müslüman Kardeşler’i ön plana çıkartmaya başlıyordu. Yani ABD, bölgedeki ittifak sistemini yeniden düzenlemeye çalışıyor, bu noktada İsrail’in ne olacağı da tartışmalı hâle geliyordu.

Bu soruya cevaplardan birisi, 2006’da Hizbullah’ın İsrail’i tokatlamasıyla birlikte verildi: İran-Hizbullah-Suriye(-Irak merkezi hükümeti) eksenine karşı, Selefi-Suud(-İsrail) eksenine destek. Irak’taki Sünni eksenli Amerikan karşıtı direnişin sisteme entegre edilmesi, olmuyorsa hedefinin Şiiler hâline gelmesi bu dönemden sonraya rastlar. İsrail ve Suudi Arabistan’ın güvenliği, yine başa yazılmıştı.

Arap Baharı’nda bir kez daha denenen şeylerden birisi, ABD’nin klasik ittifak sisteminin göbeğinde yer alan İsrail’i normalleştirerek ötelemekti. Yalnızca İsrail (ve Suudi Arabistan) merkezli bir güvenlik rejimi bölgeyi yönetmeye yetmeyecekti (ki, yetmedi de). Bu denendi, sonuç ayrı bir tartışma konusu; ancak “deneme”nin “Bahar”dan önce başladığına ilişkin elimizde veriler bulunuyor.(3)

MAVİ MARMARA’YA ABD TEPKİSİ

Washington Post’un ünlü yazarı David Ignatius, 4 Haziran 2010 tarihli makalesinde, Mavi Marmara Katliamı’nın ardından ABD’nin hemen devreye girerek iki önemli müttefiki arasında denge kurmaya çabaladığını yazıyor. Obama yönetiminin birincil hedefi, Türkiye ile İsrail arasındaki mevcut gerginliğin hemen azaltılmasıydı. Buna yönelik ilk adım, Mavi Marmara’daki yolcuların tahliyesi ve BM’yi bir uluslararası soruşturma için harekete geçirmekti.

Ancak kriz yönetiminin ötesinde, ABD’li yetkililerin başka hesapları da vardı. Bu hesapların başında, İsrail’in Gazze üzerindeki ablukayı gevşetmeye ikna edilmesi geliyordu. ABD, Gazze’ye yönelik insani yardımın yetersiz olduğunu düşünüyor ve İsrail’i “Gazze’ye giren her malzemenin silah yapımında kullanılmayacağına” ikna etmesi gerektiğini biliyordu. Obama yönetimi, İsrail’in kendi çıkarları doğrultusunda davranacağının farkındaydı; ancak aynı zamanda ABD’nin çıkarlarını da düşünmelerini isteyeceklerdi. Washington, üst düzey temaslarda İsraillilere, bazen yalnızca kendi önceliklerine önem verdiklerini, ABD’ninkileri hiç düşünmediklerini söylemişti.

ABD yönetimi, Mavi Marmara olayı nedeniyle yapılacak uluslararası bir soruşturmanın, İsrail’in yararına olacağına iknaydı. Ancak İsrail’in bunu bir “iç mesele” olarak değerlendirmesi, Tel Aviv yönetiminin uluslararası plandaki tecridini artırmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Bir ABD’li yetkili, İsrail için, “Bir imaj ve algı sorunları var” demişti. ABD, Fransa’nın önerisini makul buluyordu: Katliamın Uluslararası Kızılhaç Komitesi tarafından soruşturulması.

Ancak Ignatius’a göre, ABD açısından krizin ilk saatlerindeki en ince mesele, Türkiye ile nasıl ilgileneceğiydi. İlk etapta Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve Ulusal Güvenlik Danışmanı General Jim Jones, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile görüşmüş; daha sonra Başkan Obama ile Tayyip Erdoğan arasında uzun bir telefon görüşmesi yapılmıştı.

Obama bu görüşmede Erdoğan’a, “Gazze’deki insani soruna ilişkin bir çözüm bulmaya ihtiyacımız var” demişti. ABD’li yetkililerin aktardığına göre, Erdoğan, bölgesel istikrar için İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerin önemi konusunda Obama ile aynı fikirdeydi. Ve Türkiye, ilişkilerde daha fazla bozulma görmek istemiyordu.

Ignatius’a göre, Beyaz Saray Türkiye ile ilişkilerinde “çok reaktif”ti. Bu diplomatik akıntının en dikkat çekici örneği, Türkiye ile Brezilya’nın İran nükleer müzakerelerinde oynadığı rolde görülmüştü. Ignatius’a göre, Ahmet Davutoğlu, İran’la müzakerelerde büründüğü arabulucu rolünün Obama’nın onayını aldığını düşünüyordu ve Beyaz Saray’ı gelişmeler hakkında bilgilendiriyordu. Ancak ne zaman Türkiye ile Brezilya, uranyum zenginleştirme anlaşmasını imzaladıklarını duyurdu; ABD yönetimi “diplomatik omuz silkme” jesti yaparak, Birleşmiş Milletler’e yaptırım planlarıyla gitti.

BİR ‘KALDIRAÇ’ OLARAK MAVİ MARMARA KATLİAMI

İsrail’in Mavi Marmara katliamı ve burada Türkiye’nin oynadığı rol, zamanında çok tartışılmıştı.

Yalnızca katliam değil, ondan önceki “van minüt” şovunda da, ABD’nin Türkiye’yi “arkadan ittirdiği”, en azından Erdoğan’ın çıkışlarına göz yumup onu kendi çıkarları doğrultusunda kullandığı dile getirilmişti.

Bu noktada, ABD’nin pozisyonu, Ortadoğu’da yalnızca İsrail’e dayanmayan yeni bir ittifak sistemi geliştirmek ve Soğuk Savaş’ın bitiminde “çözüm” yoluna girilen ancak hararetle devam eden Filistin sorununu nihayete erdirmek olarak nitelendirilebilir.

ABD, Ortadoğu’yu Soğuk Savaş’tan çıkartmak için bir kez daha hamle yapıyor ve bunun için Erdoğan’ı kullanıyordu.

ABD’de bunların konuşulduğunu, Wikileaks’in yayımladığı Hillary Clinton’a ait e-postalardan biliyoruz.

31 Mayıs 2010 tarihli e-postada, Clinton’ın danışmanlarından Sidney Blumenthal, Clinton’a İsrail ve Türkiye hakkında gizli tavsiyelerde bulunuyor. Mavi Marmara katliamının tarihi de 31 Mayıs 2010.

Blumenthal, konuyu ABD-Türkiye ilişkilerinde bir kriz olarak görmek kadar, ABD-İsrail-Arap ilişkileri ekseninde de değerlendirmek gerektiğini söylüyor. Ona göre gelişmeler, ABD-Türkiye ilişkilerini etkileyeceği gibi, NATO’nun bir iç meselesi hâline de gelecek. Bu nedenle Blumenthal, Türkiye’nin “kaldıracına” şekil vermek gerektiğini ve bunu mümkün olan her şekilde, Ortadoğu’da ABD’nin avantajına olacak şekilde kullanmayı tavsiye ediyor.

İlk etaptaki krizin henüz atlatılmadığını, gerginliğin sürdüğünü kaydeden Blumenthal, Mavi Marmara’dan sonra hazırlanan ikinci Gazze filosunun Gazze’ye yanaşmasına izin verilmesi gerektiğini, bunun BM gözetiminde yapılmasını ve yardımların da İsrailliler tarafından değil, BM çalışanları tarafından dağıtılmasını savunuyor.

Blumenthal, ABD’nin Mavi Marmara konusunda İsrail propagandasını güçlendirmemesi gerektiğini vurguluyor. Hatta bu kamuoyu diplomasisine hiçbir yardımda bulunulmaması gerektiğinin altını çiziyor.

Bu tip bir olayın tekrar yaşanmasının önüne geçilmesini söyleyen Blumenthal, ABD’ye haber verilmeden bir emrivaki yapıldığını, ancak sonuçları tamamen fiyasko olmasına rağmen hâlâ ABD’den yardım beklendiğini söylüyor. Tersi durumda, Blumenthal, Clinton’ın son Lübnan savaşındaki “Condi Rice’a döneceği” uyarısında bulunuyor. Blumenthal, olayın ABD istihbaratının bir hatası olduğunu düşünüyor. Bu nedenle, Başkan’ın [Obama] o dönemin CIA şefi Leon Panetta’yı sorgulamasını öneriyor.

Blumenthal, Gazze ablukasının, özellikle İsrail çıkarları açısından zararlı olduğunu söylüyor. Daha çok olumsuz etki yarattıkça, İsrail’in ablukayı daha fazla güçlendirdiğini savunan Blumenthal, ablukanın sona ermesi gerektiğini belirtiyor.

ABD’nin Hamas’la üçüncü partiler aracılığıyla teması olduğunu söyleyen danışman, Washington’un Hamas’a yaklaşımının “belki daha açık olması gerektiğini” savunuyor.

1 Haziran 2010 tarihli bir başka e-postada ise Blumenthal, İsrail’in Ortadoğu’daki en baskın askeri güç olmak konusunda ısrarcı olduğunu, hatta bir noktada İsrail’in NATO üyeliği gibi “acayip” bir öneriyi gündeme getirdiğini, bire bir görüşmelere dayanarak, aktarıyor. Ayrıca, İsrail’in İran’a saldırı planlarının içerisinde, bu ülkeye düşük seviyeli nükleer füze saldırısının da yer aldığını deşifre ediyor. Blumenthal, önlenemez gelişmelere karşılık olarak, ABD’nin tüm ağırlığını denge kurmak için ortaya koyması gerektiğini, tüm tarafları geri bastırmak için çaba gösterilmesini öneriyor.

ERDOĞAN’IN ‘KARDEŞİM ESAD’A YAPTIKLARI

Tüm bunların üzerine, Erdoğan’ın Esad’la “kardeş” oldukları dönemde istediklerini ekleyin.

O dönem, Refik Hariri suikasti nedeniyle Lübnan’dan çıkmak zorunda kalan Suriye yönetimi açısından uluslararası tecrit yıllarıdır. Erdoğan, tecritteki Esad’a el uzatmıştır; ancak uzatılan elin sakladığı şey çok geçmeden ortaya çıkacaktır: Golan Tepeleri’ni mi istiyorsun, Batı ile iyi ilişkiler mi kuracaksın, o hâlde Hizbullah’a desteğini kesecek, İran’la ilişkilerini azaltacaksın. Katar, Türkiye ve Suudi Arabistan sermayesinin girişine izin vereceksin, arada bir de Müslüman Kardeşler’i yasallaştırırsan ne güzel olur!

Erdoğan’ın Batı’nın bu isteklerini, kendi arzuları ile de soslayarak Esad’a ilettiği artık biliniyor. İstenen, Suriye’nin uluslararası sisteme Türk arabuluculuğuyla entegrasyonuydu.(4)

MAVİ MARMARA’DAN ARTA KALANLAR

“Proje”nin başarısı nereden baktığınıza göre değişir. Müslüman Kardeşler tasarımı mutlak bir yenilgiyle sonuçlanmıştır.

Bununla birlikte, bölgenin Camp Davidizasyonunda büyük mesafe katedildiğini görmezden gelmek mümkün mü?

İsrail’e yönelik bölgedeki en büyük devletli tehdit olan Suriye bitap düşmüş, Irak iç karışıklıklar ve bölünme ihtimali ile İsrail’e düşman olmaktan çıkmış, petrodolarlarla ihya olan Körfez ülkeleri İran’a karşı siyonist rejimle fiili işbirliğini neredeyse hukuki düzeye yükseltmeye hazırlanıyorken, başarı kriterlerini tekrar gözden geçirmekte fayda var.

Obama yönetimi ile özellikle son yıllarda arası limoni olan eski büyük müttefiklerin yan yana gelmesinde bu nedenle de şaşırtıcı bir yan bulunmuyor. ABD, Soğuk Savaş statükosunu kırmış, ancak ittifak sistemini kalıcı bir şekilde yeniden yapılandıramamıştır.

Mavi Marmara, emperyalizmin statüko-kırıcı siyasetinin bir âleti olma konumunu kaybedip AKP açısından da işlevsiz hâle gelince, sökülmeye başlanmıştır.

***

Gemi sökümünde ise çok sayıda zehirli madde doğaya karışabilmektedir.

Bunlardan birisi de poliklorbifeniller (PCB) olarak bilinen kimyasal maddelerdir. Sanayide de kullanılan bu maddeler renksiz, ateşe dayanıklı, ısı ve elektriği güçlükle iletme gibi özelliklere sahiptir. İnsan ve hayvanlarda toksik etki yapan PCB’ler, besin zincirine girerek zararlı etki göstermektedir. Çevrede hiçbir değişikliğe uğramadan uzun süre kalması ve uzun vadeli etkileri konusundaki kuşkular nedeniyle ABD’de üretimi 1977 yılında yasaklanmıştır.

Demek ki, haydan gelen, hu’ya gitmektedir.


(1) Bunun en tipik örneği, bugünlerde ne hikmetse “muhalif” kontenjanından ekmek yiyen Onur Ünlü’nün (nam--diğer Ah Muhsin Ünlü) yazdığı “şiir”dir: “O gemide ben de olsaydım eğer / Kobrayı salardım Aştot’a, meğer / İsrail’li bütün kadın faşistler modern Türk şiirine doysun da doysun.”

Afili Filinta Ünlü, gelen tepkiler üzerine önce “şiirini” kaldırmış, sonra da “ah o gemide ben de olsaydım eğer/ mızrağı sallardım aştot’a kadar/belki gider çirkin bir faşiste değer/belki de bir masumun tam kafasına” diyerek düzeltmişti. AKP neydi ki, şairi ne olsun…

(2) “Van minüt” hakkında sıca sıcağına yazılmış bir değerlendirme için bkz. Kemal Okuyan, Davos İçin İlk Notlar, soL Haber Portalı, 30 Ocak 2009.

(3) Bu konuda ayrıntılı bilgi için Tulga Buğra Işık ile birlikte yazdığımız Clinton yazışmalarında AKP’nin kirli savaşları kitabına bakılabilir. Özellikle sayfa 183-191 arası.

(4) FHKC-Genel Komutanlık Lideri Ahmed Cibril ile Önemli bir Söyleşi, Medya Şafak, 1 Mayıs 2013.