İlhan Cihaner: Başkanlık sistemi AKP'yi de yok eder

CHP İstanbul milletvekili İlhan Cihaner ile tarikat/cemaat yapılarını ve burjuva siyasetinin güncel yönelimlerini değerlendirdik.

Söyleşi: Gamze Erbil

2007'de İsmailağa cemaatiyle ilgili başlattığı soruşturmayla konunun Türkiye gündemine girmesinde önemli rol oynayan bir isim olan İlhan Cihaner, bugün özellikle 15 Temmuz'dan sonra yaşananların konuyu tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermede fırsatlar sağladığını düşünüyor. 

Meclis gündemindeki Başkanlık/Anayasa tartışmalarındaki tabloyu değerlendiren İlhan Cihaner, AKP'nin önerisinin AKP'yi de gereksizleştirecek bir yeni toplumsal/siyasal yapılanmaya işaret ettiğini vurguluyor.

Bir süredir tarikatler ve cemaatlerin Türkiye siyaseti ve toplumsal yapıdaki yerleri üzerine soL'da değerlendirmeler yapılıyor. Aydınlanma Hareketi “Tarikatler ve cemaatler dağıtılsın” diyerek bir çalışma yürütüyor. Siz 2007'de, savcılık yaptığınız dönemde Türkiye gündemine giren bir soruşturma başlatmıştınız İsmailağa cemaatinin faaliyetlerini hedef alan. Deneyim ve değerlendirmelerinizi paylaşır mısınız?

Türkiye'nin son birkaç yıl içinde yaşadıklarıyla birlikte değerlendirmek çok daha faydalı olacaktır. Kastım şu, 15 Temmuz'da ortaya çıkan darbe girişiminin ardından özellikle muhafazakar çevreler, siyasal islamcılar, Türkiye'nin geleneksel dindarları, dinsel kurumları sanki bu olguyu yeni keşfetmiş gibi davranmaya başladı. Sanki bugüne kadar Fethullah Gülen'in vaazlarındaki akıl dışılıklar, bilim dışılıklar, hatta “din dışılıklar” kendi bilgilerinin dışındaymış ve bunları ilk kez duymuş gibi davranmaya başladılar.

Tabii son birkaç yıl içinde başka şeyler de oldu. Kanuna aykırı eğitim suçunun kaldırılmasından -TCK 263. Madde'nin suç olmaktan çıkarılmasından sonra görünür hale gelen Ensar Vakfı, KAİMDER gibi kurumlarda çocukların cinsel istismarına dair vakaların ortaya çıkması, yakın tarihte Süleymancılar'a ait yurtta çıkan yangında 11 kız çocuğu ve 1 eğitmenin yaşamını yitirmesi gibi olgular bu konuların yeni fark edilmiş gibi tartışılmaya başlanmasını getirdi. Bu bir yandan bir ikiyüzlülüğü ortaya sererken, bir yandan da bu olayı doğru yerden yakalamak için bir fırsat açtı.

Mesela daha dün Cübbeli Ahmet satranç oynayanların “lanetli” olduğunu söyledi.

Cüppeli'nin açıklamasıyla, Fethullah Gülen'in dindarlar tarafından eleştirilen bazı açıklamaları, kendisine mehdilik atfetmesi ya da kendisinin cinlerle bağ kurduğu, aslında birbiriyle yarışacak düzeyde akıl dışı ve “din dışı”. Çünkü özellikle Fethullah Gülen'i eleştiren muhafazakar ve dindar vatadaşlar buradan da yakaladılar. “Böyle şey mi olur” dediler. Ama şu anda Fethullah Gülen dışında da mevcut -başta AKP elitleri olmak üzere- onu eleştiren muhafazakar yurttaşların çok önemli bir kısmının değer verdiği bir sürü aynı şekilde daha akıl dışı, daha bilim dışı, hatta daha kendi algılarına göre “din dışı” olan bir sürü insan var, mesela onları yere göğe koyamıyorlar hâlâ. Buna belki o yurtta ölen kız çocuklarının kendilerine mürşit bellediği isimler de dahildir.

Aslında bu yaşananlar Türkiye'de laikliği, laik eğitimi, dinin insanların sömürülmesinde -ticari ve inançsal anlamda sömürülmesinde- nasıl bir araç olarak kullanıldığını, hatta giderek tüm bu yaşananların sınıfsal boyutunu sağlıklı bir yönden değerlendirmek için bize fırsat sundu.

Tabii siz soruya benim yaptığım soruşturmadan girdiniz.

Spesifik hale getireyim, siz o dönemde neyi hedeflemiştiniz?

2007 yılında, aylık asayiş toplantılarında, bazı grupların özellikle yoksul çocuklarını köylerde toparlayıp şehir merkezinde medresevari eğitime tabi tuttuklarına dair bir bilgiye ulaştık. O zaman “izinsiz eğitim kurumu açma” suçunu tarif eden TCK 263 yürürlükteydi. Ayrıca aynı kişilerin yine yasalara aykırı bir şekilde vatandaşlardan para topladıklarını ve bu topladıkları paraları da toplama amaçlarının dışında kullandıklarını, paraların tabir-i caizse o yapının “bezirganı” diyebileceğimiz kişilerin şahsi lüks harcamalarına aktarıldığını, kişisel harcamalarına aktarıldığını tespit ettik.

Düşünün; geçimini kıt kanaat sağlayan bir kişiden “Filistin'e yardım” diye ya da “Kuran kursuna yardım” diye para topluyorlar, bu paranın önemli bir kısmı İstanbul'daki villalara, ticari işlere gidiyor. Bunu yurttaşlarımızın mutlaka ve mutlaka görmesi lazım.

Ben aslında yasalarda suç olarak tanımlanmış olan eylemleri, herhangi bir cumhuriyet savcısının yapmak zorunda olduğu görevi yaptım. Yani ne orada yeni bir ceza maddesi ya da suç uydurdum, ne hukuk dışına çıktım. Hadi kanuna aykırı eğitim kurumu suçu diyelim ceza yasasından çıkarıldı, suç olmaktan çıktı ama onun yanında bu yapılar hâlâ yardım toplama kanununa aykırı faaliyet gösteriyor ve buna göz yumuluyor.

Daha da tehlikelisi şu anda özellikle artan IŞİD terörü, cihadist, selefi, bunlar nedeniyle bunların oluşturduğu iklimde bu tarz şiddete bulaşmış, şiddeti yöntem olarak belirlemiş ve din üzerinden yurttaşları kendilerine çeken yapılar da buralarda kendilerine alan buluyor. Ve bu toplanan yardımların ne amaçlarla kullanıldığı da ayrı bir konu.

Düşünün ki, IŞİD sempatizanlarının oranı Türkiye'de yüzde 8'lerin üzerindeydi birkaç yıl öncesine kadar. Bu dehşet verici bir rakam. Genç nüfusu düşünün. Ben bunun arttığını da düşünüyorum. Özellikle AKP'nin kendi iç kamouyonu konsolide etmek için kullandığı Halep ve yılbaşı üzerine kullandığı dil, o düşmanlığa alan açıyor. Bunun bilinçaltının ürünü olduğunu, olumlayarak söylemeyeceklerini zannediyorum; çünkü bu tehdidi onların da gördüğünü düşünüyorum. Ancak AKP iktidarı durduğu anda çok sert bir düşüş yaşayacağını bildiği için tutunabildiği, konsolide edebildiği her bir yapıyı kendi içinde tutmaya çalışıyor. Zaten o bahsettiğim düşünsel iklimle bu da birleşince şu anda belki de Türkiye Cumhuriyeti'nin, kurtuluş mücadelesi verdiği dönemlerden daha ağır bir tehditle karşı karşıya kaldığını açıkça teşhis edebiliriz. Benim soruşturmam kabaca bu çerçevede önemliydi.

Araya girebilir miyim? Neden başka kimse “görevini” yapmıyor? Bugünlere nasıl geldik sorusunu bu bağlamda soracak olsak?

AKP'nin iktidara gelişinden bu yana olan sürece bakacak olursak, yargıdaki kadrolaşma ve iktidarın yargı üzerindeki belirleyiciliği. Dolayısıyla iktidarın aleyhine algılanabilecek ya da iktidarı rahatsız edebilecek bir soruşturmayı geleneksel olarak Türk yargısının yapmakta çekingen davranmasına verebiliriz. Ama özellikle cemaatin artık yargıda gücü ele geçirmesinden sonra bunu da dahil etmek lazım. Çünkü eğer bir savcı böyle bir soruşturma açsaydı, teftiş mekanizmasıyla, asılsız ihbar ve soruşturmalarla, hatta doğrudan doğruya cemaatin hedefine alınıp kriminalize edilmekle sonuçlanabilecek bir takım risklerle tehditlerle karşı karşıya kalırdı.

Soruşturma yapan meslektaşlarımız bildiğimiz, bilmediğimiz mutlaka vardı; ama benimkinin farkı şuydu, tek bir elden ve etkin bir soruşturma başlatmıştım. Örneğin bu soruşturma sırasında İsmailağa cemaatinin yurdun heryerinde inanılmaz derecede bir paraya hükmettiğini, Türkiye'yi yedi bölgeye bölüp bu bölgelere medresevari kreşler, okullar, kurslar açtığını; oralara atamalar yaptığını; kendine özgü bir teftiş kurulu olduğunu ve bunun yanında da kayıtdışı, hukuk dışı inanılmaz bir paraya hükmettiği, gene buralarda çocukların cinsel istismarı gibi vakaların olduğunu merkezi ve tek elden bir soruşturmayla ele almıştım.

Ama asıl “niye yapılmadı” sorusunun cevabı çok uzunca bir süreden beri yargıya egemen olan bunu da risk olarak görmeyen, suç olarak görmeyen tam tersi onların büyümesi için olanak sağlayan siyasi iktidardı. Bunu şimdi de görebiliyoruz.

Bugüne geçmek istiyorum, hukuken yapılacakların sınırı siyaset tarafından çiziliyor. Siyasi iktidarın tercihleri de belli, siyasi zeminde nasıl bir “görev” tarif edilebilir?

Doğru yerden yakalamak gerek, bir fırsat açıldı derken kastettiğim buydu. Bunun yurttaşlara, halka şöyle anlatılması lazım: Örneğin Ensar Vakfı diyelim, ya da o yangında yaşamını yitiren çocukların kaldığı yurtta, benzeri vakıflarda, yurtlarda kalanlar, bu yurtlarda kapıların arkadan kilitlendiği, yangın merdiveninin olmadığı geceleri istismara açık bir şekilde konaklanılan yurtlara, dinin kendi kurallarına göre bile kabul görmeyecek ortamlara gidenler bir kere genellikle toplumun yoksul kesimleri, onların çocukları. Bunun gözardı edilmemesi lazım.

Tek bir AKP'li elitin, hatta bizzat o cemaatin, onu öneren cemaatin çocukları tek bir gecesini o kontrolsüz yurtlarda geçirmiş mi, sorusuyla başlamak lazım işe. Bu sorunun cevabı aslında çok sağlam bir yere götürüyor bizi: Sınıfsal ve toplumun hangi kesimini etkilediğini de görmüş oluyoruz böylece. Bir kere oradan başlamamız lazım. Fırsattan kastım o.

Örneğin, Cübbeli Ahmet'in kendi yaşamıyla vaazettikleri arasındaki uçurumun geniş kitleler açısından gözden kaçtığını zannetmiyorum ben. Ama daha böyle gizli saklı kalıp devasa yapılar var. Yurt yangınının sorumlusu Süleymancılar kamuda çok daha güçlüler. Fethullahçıların tasfiyesiyle birlikte benzer tarikatler, cemaatler kamuda yer almaya başladılar. Türkiye'nin özellikle kamuoyunu etkileme gücüne sahip olan ve ülkenin eşit, adil ve özgür bir ülke olmasını isteyen herkesin bunu görmesi lazım. Bu yapıların Fethullahçılar gibi bir güce ulaşmaları halinde nasıl bir Türkiye, nasıl bir eğitim tasarımları var; dünya ilişkiler denkleminde nereye oturacak bir Türkiye istiyorlar; kadınlara dair bakışları ne; bilime nasıl yaklaşıyorlar… bunlarla şimdiden yüzleşmek lazım. Mesela o tarikatlerden birinin lideri şöyle diyebiliyor: Ben yorgunum, Mars'a gittim, geldim, diyor. Ve bu nasıl ki Fethullah'ın cinlerle istihbarat yapmasına muhafazakarlar bile bugün bıyık altından gülüyorsa, şu anda çok daha akıldışılıkla geniş kitleleri kendine bağlamış bir sürü figür var. O zaman o kriteri oraya da uygulayın. Örneğin Diyanet'in Fethullah Gülen'in dinsel anlayışını eleştiren açıklamaları var. Aynı kriterleri Menzil'e, Süleymancılar'a, İsmailağa'ya uygulasınlar. Çok daha büyük bir akıldışılıkları ve mantıkdışılıkları; sömürüyü görecekler.

Dediğim gibi vaazettikleri dinle kendilerinin Fethullahçılar arasındaki o makas, onlarda belki daha fazla açıksa, ona dair de bir şey söylemeleri lazım. Bunu onların bilmiyor olması mümkün mü, değil. O zaman da şu çıkıyor ortaya, din ve iktidar ilişkisi. Fethullah Gülen'i bunlardan ayırt eden tek şey ne? İktidarla kavga etmiş olması. Fethullah Gülen o din dışı akıldışı yaklaşımını herhalde 15 Temmuz'da fark etmediler. Niye o zamana kadar bu konular gündeme gelmedi.

Geçenlerde Diyanet İşleri Başkanı'nın Fethullah Gülen'e övgü dolu bir mektubu çıktı ortaya. Üstelik anlaşılıyor ki, takip ettiği birisiymiş. Değişen tek şey ne, iktidarla olan ilişkisi.

Fethullah Gülen cemaatiyle hesaplaşma tamamen tamamlanmış oldu mu sizce?

Gülen cemaatiyle ilgili AKP'nin sağlıklı bir süreç yönettiğini söyleyemeyiz. Niye? Bir kere süreci çok kirletiyorlar. Bir kere özellikle kurumlardaki Fethullahçıları tasfiye etme yöntemleri, belirledikleri mevcut kurumların içinde heyetler oluşturulması çok büyük bir risk oluşturuyor. Çünkü zaten önemli ölçüde o pozisyonlara Fethullahçılar dolduruyordu, özellikle üniversitelerde. Bunlar da geçmişte kendilerini rahatsız eden, muhalif, sosyalist, sosyal demokrat hatta cemaat karşıtı olup muhafazakar olanları da bu torbanın içine atmalarına neden oluyor. Buna benzer çok yöntem yanlışlıkları var. En önemlisi de bu idari yöntemlerden daha önemlisi yargısal süreçler. Yargıyı etkin ve adil bir şekilde çalışır hale getiremediler.

Kulağımıza dedikodular geliyor, AKP'li bir takım seçkinlerin isimleri ifadelerden çıkarıldı, gibi. Ya da onlara gelince böyle etrafından dolaşıldı. Bu bilgilerin önce Saray'da değerlendirilip onun belirlediği.

AKP'li seçkin kadroların, şu anda da gücü elinde bulunduran kadroların, cemaatle kavgadan sonra pozisyonunu AKP'den yana kullananlar dahil, sonrasında da hatta bir müddet cemaatle yürüyenlerin, cemaatle olan sosyolojik, kültürel, ticari hatta kriminal ilişkileri… Bunlar bu soruşturmaların etkin olmasının üzerinde çok çok önemli bir engel teşkil ediyor.

Biraz meclis siyasetine dönecek olursak; Başkanlık/Anayasa gündemi dahil olmak üzere bir takım tıkanma ve kilitlenmenin yaşandığı anlaşılıyor. Buna dair bir projeksiyon yapabilir misiniz? MHP ittifakı ya da CHP'nin durumu da gözetildiğinde…

Bir kere Meclis'e bugün yarın getirilecek olan Anayasa değişikliği, bizler tarafından ağırlıklı olarak nitelendiği haliyle “rejim değişikliği”, Türkiye'nin tasarımına ilişkin getirdiği yeni riskli unsurlar, giderek antidemokratik unsurlar bağlamında tartışılıyor ama gözardı ettimiz bir şey var. Bu tarz bir sistem, başkanlık sistemi olarak tartışılan, güç yoğunlaşmasını gerektiren, literatürdeki başkancı sistemleri bile aşan, teknik anlamda diktatörlük, tiranlık gibi kavramlara yakınlaşan bir güç yoğunlaşması meydana geldiği zaman bu sadece muhalefet partilerini etkilemeyecek. Doğrudur, kurallarıyla oluşturulmuş bir başkanlık rejiminde bile iki partili bir sistemden başka bir sistemin işlemesi çok mümkün değil, ama bunu da aşan bir güç yoğunlaşması varsa, artık bildiğimiz anlamda siyasi partilerin de yeri yok.

Herşeyin saraya odaklanacağı bir siyasi, iktisadi, sosyal hayat olacak. Bu anlamda sadece devlet yönetimini içeren bir rejim değil, toplum tasarımı da değişecek. Bundan en çok etkilenecek olan aslında AKP. Geçmiş siyasi deneyimi olan AKP'lilerin bunu gördüklerini tahmin ediyorum, eleştiriler de geliyor o taraftan. Ama AKP'lilerin bir siyasi parti olarak, siyasi örgüt olarak artık kıymet-i harbiyesinin kalmayacağı, tabiri caizse “zombi” bir örgütlenme haline geleceğinin anlaşılması gerek.

Muhalefetin zaten sorunu yok. Biz zaten mücadele ediyorduk, gene mücadelemize devam edeceğiz. Bu parlamentoda olur, dışarıda olur. Şu anda parlamento dışı bir sürü parti var. Yıllardan beri eşit, adil bir Türkiye mücadelesi veren bir sürü siyasi hareket var.

Bir de hemen arkasından bir de “dar bölge” gelecek. Bunun ilk etkisi MHP'ye olacak. Bence “dar bölge”yle birlikte bu sistemin en ağır etkisi MHP'de olacak, çünkü dar bölgede AKP kendi oyunu maksimize edecektir. Yoğunlaşmış etnik, inançsal aidiyetlerin olduğu yerleri de kendi oyunu maksimize edecek şekilde dizayn edecektir. Bunu büyük şehirleri oluştururken gördük, ilçelerin bölünmesinde; Ankara'da, Hatay'da gördük. Dar bölge'de de aynısını yapacağı kesin. Şu anda parlamento çoğunluğu da onun elinde.

Bu değişiklik eğer geçerse, ben hiç geçeceği kanaatinde değilim, eğer geçerse, bir siyasi parti olarak devamını gerektirecek hiçbir iddiası kalmayacak AKP'nin. Çünkü güç Saray'da yoğunlaşacak. Ve biz Saray'ın çalışma yöntemini biliyoruz; danışmanlarla, bire bir kontrol ettiği, edebildiği, temsiliyet ilişkisi zayıf hatta temsiliyet ilişkisi olmayan kiıilerle götürecek bu işi.

Şu anda dış politikayı herhalde dışişleri bakanı belirlemiyor. Güvenlik önlemlerini herhalde içişleri bakanı belirlemiyor. Çünkü Saray'dan çıkan bir söz o konsepti olduğu gibi değiştirebiliyor. Son altı ayı düşünün; dış politikadaki zigzaglara mevcut dışişleri bakanının yetişmesi mümkün değil. 

Sözkonusu yönelim, AKP eliyle AKP'nin bitirilmesi diyorsunuz...

Şu çok önemli, eğer öyle bir durum varken milletvekilleri açık oy kullanma gibi insan onuruna aykırı bir şeye razı gelebiliyorsa, zillete razı gelebiliyorsa aslında bunun devamında nasıl bir yönetim olacağını da görüyor olmaları lazım. Yani kendilerine güvenilerek Anayasa'nın emrettiği “gizli oy”u bile kullandırtmayan bir güç olacaktır.

Niye madem bu kadar birsiniz, bu kadar birliksiniz, hele hele madem vesayete karşısınız, bu üstelik kişisel vesayet, hacir'dir. Hukukta hacir altına alınma kavramı vardır, bunu özellikle kullanıyorum, vesayeti aşar. Hacir altına alınmış insanlar görüntüsü veriyor AKP'li milletvekilleri.

Niye; biliyorlar ki, hayır oyu kullanırlarsa ya da kullanıldığı şüphesi olursa damgalanacaklar. Fethullahçı olarak damgalanacaklar -yabana atılmayacak kadar Fethullahçı da var içlerinde- böyle bir risk de var karşılarında.

Buna rağmen siz böyle bir hacir altında oy kullanmayı kabul ediyorsanız, oradan ne demokrasi çıkar ne siyasi parti ya da siyasi hareket olarak devamınızı gerektirecek bir argüman kalmış demektir.