Fehim Taştekin: Türkiye cihatçılar için liman oldu, ağır bedel ödeyeceğiz

Gazeteci-yazar Fehim Taştekin'le yeni kitabı 'Suriye: Yıkıl git, diren kal'ı, Türkiye'yi ve bölgenin geleceğini konuştuk.

Cem Boz

Suriye’de 5 yılını doldurmaya yaklaşan vekalet savaşı boyunca, bu ülkeye ilişkin bilgilerini Batı medyası ile AKP güdümlü devlet yayınlarından alanlar, iyi niyetli olmaları halinde bile, büyük bir yalan bombardımanına tabi tutuldular.

Şeytanlaştırılan Suriye yönetimi ve ordusu, mezhepçi bir dille de birleşince, ortada gazetecilik namına pek bir şey kalmadı. “İliştirilmiş” gazeteciler, Suriye’nin harap olması için en az Körfez ülkeleri, Türkiye ve Batı kadar seferber oldu; “o işler bildiğiniz gibi değil” diyen gazeteciler ya susturuldu, ya da “itibar suikastine” uğratıldı.

Anaakım medyadaki Suriye korosuna aykırı davranan isimlerse, çizilmeye çalışılan Suriye tablosunu büyük oranda parçalayan bir iş yaptılar. Yakın zamanda İletişim Yayınları’ndan Suriye: Yıkıl git, diren kal isimli kitabı yayımlanan gazeteci Fehim Taştekin de bunlardan birisi. Taştekin, kitabında kendisinin de aldatıldığını, “Şebbiha” sözcüğünün yaygınlaşması hususunda kötü bir katkısı olduğunu kabul edecek kadar mütevazı, ama aynı zamanda yapılmayanı yaparak, Suriye’de ordunun, hükümetin ve sıradan insanların hikayesini anlatıp “devrim” söylemini sarsacak kadar da cesur.

Taştekin’le kitabı ve gerginliğin gittikçe arttığı bölge hakkında söyleştik.

Kitabınızın sunuşunda “önce gerçekler katledildi” diyorsunuz. Örneğin, “Suriye devrimi”nin başlangıcı sayılan ve hala tereddütsüz anlatılan Dera’da gözaltına alınan çocuklar hikayesinin farklı versiyonları var. Kitapta siz de yanılmış olabileceğinizi kabul ediyorsunuz. Hatta “Şebbiha” sözcüğünün yaygınlaşmasındaki payınızdan bahsediyorsunuz. Suriye söz konusu olduğunda yanılmamak mümkün değil miydi? 2011 yılında, “Suriye’de Nusayri rejimi var” diyen solcu bile bulunuyordu piyasada. Bölgeye ilişkin politik bir körlük değil mi gerçeğin katledilmesinin nedeni?

Çok sayıda neden sıralanabilir gerçeğin neden katledildiğiyle ilgili. Bu sadece olayların başladığı Dera’daki olayların çarpıtılması ya da abartılması değil. Ya da El Cezire televizyonunun para dağıtarak slogan attırıp sonra ‘Şam yıkılıyor’, ‘Dera yıkılıyor’ gibi abartılı haberler servis etmesi de değil. Bunu TRT de yaptı. 

Mesela El Cezire’nin Japonya muhabiri kendi köyünde muhaliflerin katledildiğine dair haber görüyor. Köy rejim yanlısı. Ailesini arıyor haberin doğru olmadığını söylüyor. Bunun üzerine kanalı arıyor. El Cezire’nin Beyrut Lübnan temsilcisi Ali Haşim de Suriye sınırında görüntülediği silahlı muhaliflerin haberini yayımlatamadığı için istifa etti. Bunları çok mezhepçi ve tetikçi bir yaklaşımla yaptılar. Yalanlar üzerinden bir algı yarattılar. Başka bir örnek ben muhalif temsilcilerden Kemal Lebvani ile röportaj yaparken, El Cezire’nin muhabiri gelip Arapça “Bu adam Esadçı dikkat et’” diye uyardı. Muhtemelen benim anlamayacağımı düşündü. Yine muhaliflerin üslendiği otelde kalan El Cezire Arapça çalışanlarının, başka bir otelde kalmayı tercih eden El Cezire İngilizce muhabirini “Bu otelde kalma çünkü Alevilere ait” diye defalarca uyardığını biliyorum. Bunlar El Cezire’nin nasıl bir savaş yürüttüğüne dair birkaç örnek. Senin hangi otelde kalacağına karar verecek kadar mezhepçi, kinci ve nefret dolu bir yayıncılık. 

‘SİYASİ ANALİZLER YANLIŞ VERİLERLE YAPILDI’

Türkiye’de de Anadolu Ajansı, hükümete yakın medya, hatta kendilerini bağımsız sanan medya korkunç bir manipülasyonun içine girdi. Bunlar işin medya tarafı. Gerçekler Suriye politikasını tayin eden analizler yapılırken de katledildi.

Hükümetin kendi politikalarını tayin ederken kullandıkları argümanlar algı operasyona endeksliydi. Temel sorun Suriye devleti ve toplumunu analiz ederken yanlış veriler ve sakat bir dil kullanılmasıydı. Gerçekdışı bilgiler üzerine kurulmuş stratejiler duvara tosladıkça sözde ‘devrim’ planını yürütmek için daha fazla yalanlara sarıldılar.  

‘CİSR EL ŞUĞUR’DA BİZİ ALDATTILAR’

Orada ne görüyoruz? ‘Her şey sivildi, her şey barışçıldı’ deniyordu. Ölüm haberleri gelince bu kez halka ateş etmeyen askerlerle rejimin askerleri çatışıyor denildi. Mızrak çuvala sığmayınca bu kez ‘Nefsi müdafaa için halk silaha sarıldı’ denildi. 4 Haziran 2011’de Cisr el Suğur’da 123 polis ve askerin katledildiği olay herkesin duvara çarptığı vahim bir gerçekti. Ama onu da Şebbiha ve Mahir Esad’ın 4. Tugayı’na direnen halkın askerleri arasında çatışma diye yutturdular. Hâlbuki MKE’ye ait silahların da işin içine karıştığı olayda silahlı muhalifler karakolu kuşatıp askerleri öldürmüş, kol ve bacaklarını kesip cesetleri Asi Nehri’ne atmış, bazı cesetleri de toplu mezara gömmüştü. ‘Şebbihalar yaptı’, ‘Rejimin askerleri yaptı’ diyecek ölçüde bizi aldattılar. Bu olayla ilgili gördüğünü aynen yazan Anadolu Ajansı muhabirinin işine derhal son verdiler. 

İşin başında mezhepçi savaşı kışkırtmak için Alevi ve Şiileri öldürdüler. Çok sayıda asker pusuya düşürülüp öldürüldü. Bütün bunlar hiç yaşanmamış gibi hep gösteriler sivildi dediler. Evet, gösterilerin sivil tarafı vardı, insanlar rejimi değiştirmek için sokaklara indi, bu doğru. Suriye’de hiç kimse ‘Rejim çok iyi’ demiyordu ki. Sivil gösterilerin arasına karışmış silahlı kişiler vardı, hem askerleri hem göstericilere ateş eden üçüncü taraflar vardı, insanları kaçırıp fidye isteyen ya da öldüren gruplar vardı, askerlere pusu kuran, karakolları basanlar vardı. “Bakın bunlar da var” dediğimizde “Esatçı” ya da “Şebbiha” diye yaftalandık. 

Ancak sokakların gücüyle umdukları devrime erişemediler, işler planlandığı gibi yürümedi, bu yüzden oyunu sürdürmek amacıyla gerçekleri katleden taktiklere devam edildi. “Gösteriler sivildi” argümanı kulanıldı, olmadı; ‘İyi askerler kötü askerlerle çatışıyor’ yalanına başvuruldu, olmadı; ‘Halkın meşru müdafaası retoriği ile sivilleri savunuyoruz’ dediler, tutmadı; ‘Artık savunma pozisyonundan saldırı pozisyonuna geçiyoruz’ diyerek kurtarılmış bölgeler oluşturma stratejisine yöneldiler. Bu noktada Libya senaryosu devreye sokuldu… Bu plan da yürümedi. İş Körfez-Batı blokunun silah sevkiyatıyla vekalet savaşı daha da körüklendi. Türkiye de önce “Bu benim meselem, benim iç işim, ben müzakere ile hallederim” dedi, olmadı; “Bu bölgesel mesele Arap Birliği ile hallederiz” dedi, olmadı; bu sefer işi BM’ye taşımaya çalıştı; BM’den müdahale kararı çıkartamayınca müdahale için uluslararası gönüllüler koalisyonu oluşturmak için uğraştı, bu da olmadı. Bütün bu hamleleri kabul ettirmek için hem aşamasında gerçekleri katlettiler. Kimyasal silahların kullanıldığı olaylar üzerinden de müdahale tezgâhlandı. Burada ben rejimin suç işlemediğini söylemiyorum, bu kirli ortamda herkes suç işliyor. Sürecin çok kirli olduğunu anlatmaya çalışıyorum. 

‘ULUSLARARASI BİR KOMPLO’

Kimyasal saldırılar bir tertibin parçası. Türkiye’de birileri sarin ile yakalandı, kimse bunu konuşmadı, üzeri örtüldü. Amerika’nın istihbarat raporları El Kaide’nin sarin elde ettiğini rapor etti, kimse umursamadı. Özgür Suriye Ordusu’nun Anadolu Ajansı’nın Arapça versiyonuna yaptığı ‘Elimizde kimyasal silah var, gerekirse kullanırız’ şeklindeki tehdidini de kimse umursamadı. 

Buna benzer bir sürü gerçek örtbas edildi ve bir uluslararası bir komployla karşı karşıya kaldı bu bölge.

‘ORTADA BİR SAVAŞ VAR VE SURİYE’NİN MEŞRU ORDUSU SAVAŞIYOR’

Geldiğimiz noktada ise Türkiye bir süre kurtarılmış bölgeleri tutmak, Suriye ordusunun sınırlara yaklaşmasını önlemek ve Kürtlerin önünü kesmek için tampon ya da güvenli bölge diye tutturdu. Rusya’nın devreye girmesiyle bu plan da zora girince Türkmen hassasiyeti devreye sokuldu. ‘Bayır Bucak’ta büyük katliamlar yapılıyor’ deniliyor. Bayır Bucak’ta operasyonlar yapan Nusra, Ahrar, Çeçen ve Faslıların tugayları ve bunlarla birlikte hareket eden MİT güdümlü Türkmen birliklerine Ankara kalkan olmak istiyor. Gürültünün nedeni Türkmenler değil bu bölgenin kaybedilmemesi. Ki bu bölge silahlı grupların lojistik ve silah desteğini sağladığı güzergah. Türkmen hassasiyeti olsaydı hükümet Türkmen yerleşimleri IŞİD’in eline geçerken ses çıkarırdı. Tel Ebyad’da, Cerablus’ta, Menbic’te, Rakka’da Türkmen yerleşimleri IŞİD’in eline geçerken Ankara en ufak rahatsızlık duymadı. Burada bir savaş yaşanıyor. Sizin savaşınız temiz, ötekininki kirli diye bir argüman olabilir mi? Bayır Bucak’tan Lazkiye’ye sivil yerleşim alanlarına roket atılırken ses çıkarmayanlar, Alevi köylerinde yapılan katliamlara göz yumanlar, Ermenileri sürenlere lojistik destek sağlayanlar kendi savaşlarını kutsal ve devrimci, Suriye ordusunun onlarca ülkeden gelen cihatçı gruplara karşı yürüttüğü savaşı şeytani olarak resmediyor. İlkesel olarak savaşa, askeri müdahalelere, kimden gelirse gelsin cinayetlere, katliamlara, işkencelere karşı olmak önemli. Ama burada hepimizi aptal yerine koymaya kalkışıyorlar. 

Gerçek işte böyle katledildi. Suriye ordusu yerine ‘Esed güçleri’, Suriye yönetimi yerine ‘Esed rejimi’, Ulusal Savunma Güçleri yerine ‘Şebbiha’ ifadeleri bu algı operasyonunun bir parçası. Suriye ordusunu da Mahir Esad’ın 4. Tugayı’na indirgediler. Öyle bir manipülasyon ki “Aleviler katliam yapıyor” diyebilmek için şöyle bir algı oluşturuldu: Mahir Esad’ın askerleri Halep’te katliam yaptı. Deyr el Zor, Dera, Hama, İdlib ve Şam’da operasyon yaptı. Yani bu tugay Leviathan gibi her bir kolu bir yerde. Aslında bu tugayın görevi Şam’ı korumak. Suriye’de bunu dillendirdiğinizde insanlar gülüyor. 

Suriye’ye bakışta iki uç yaklaşım görülüyor genelde. Birincisi, tekfirci terörden önce cennetten bir köşe sayılan Suriye; ikincisi, özellikle Körfez ve Türk medyasında rastlanan türde şeytan bir Esad/Baas figürü. Siz bu ülkeye daha önce de gitmiştiniz, gerçek herhalde bundan daha karmaşık… Ne dersiniz?

Kuşkusuz bu ülkenin ciddi sorunları var. Bu sorunlar Baas rejiminden ve bizzat toplumun kendisinden kaynaklanan sorunlar. Müdahaleci aktörler bunu ‘Azınlık rejimi’, ‘Nusayri azınlık rejimi’ diyerek gerçeği fena halde çarpıttı. Suriye’nin sorunu bir kişiden kaynaklanan bir sorun değil. O adamı değiştirsinler başka birini getirsinler bu sorunlar aynen devam edecektir. Örneğin rüşvet sorunu herkesin içinde olduğu bir sorun. Bu hastalık bütün topluma sirayet etmiş durumda. Trafik polisleri çoğunlukla İdlibli. Hepsi rüşvetçi. İdlib Sünni bir kent. Bunun dışında Dışişleri Deralılardan oluşuyor, orası da Sünni. Orduda Alevi subaylar nüfuslarına oranla fazla. Ama bu Esadlarla başlamış bir olgu değil ki… Ta Fransız sömürgesi döneminde azınlıkların orduda dikey yükselişi başlıyor. Sünniler askerliğe burun kıvırıyor, Hıristiyanlar kendi işleriyle meşgul, kırsalda ekonomik imkanları olmayan Aleviler ise iş kapısı olarak orduyu görüyor. Bu Hafız Esad’dan önce başlamış bir yapılanma. Ama ordu Suriye ordusu, askerlerin çoğunluğu da Sünni. Alevi subay çok diye bu orduyu Alevi ordusu yapmaz. Ordu, bizimkilerin uydurduğu gibi ‘sahilde bir Alevi devleti’ ya da ‘butik devlet’ kurmak için uğraşmıyor, Alevisiyle, Sünnisiyle, Müslümanıyla Hıristiyanıyla Suriye için savaşıyor.

‘BUGÜN SEÇİM OLSA ESAD’IN GÜCÜ GÖRÜLÜR’

Suriye’de rejimin değişmesi gerekiyor, bunda mutabık olmayan yok. Ama nasıl değişeceği önemli. Dünyanın en rezil iki rejimine sahip Katar ve Suudi Arabistan’ın getireceği demokrasiye insanların karnı tok. Suriye halkı bunu yutmaz. Çok ağır suçlar işlenince, cihatçılar inisiyatifi ele geçirince, gizli dış müdahaleler kendini ele verince Suriyeliler “Burası benim ülkem, önemli olan Suriye” demeye başladı. Hiçbir zaman Sünni misin Alevi misin soruları karşısında ‘Ben Suriyeliyim’ söyleminin bu kadar öne çıktığı dönem olmadı. Ama bir taraftan da yıkılan şehirler, evlerinden olan insanlar, yakınlarını kaybedenler var. Bunlar da rejime öfke duyuyor. Bütün bunlara rağmen demokratik bir seçim yapılsa Beşar Esad yine kazanır. Son seçimlerde Beyrut’ta Suriye büyükelçiliği önündeki cadde oy kullanmayan gelen insanlarla dolmuştu. Eski İdlib Valisi, bu meseleleri tartışırken bana dedi ki “Oy kullananların çoğu İdlibliydi” dedi. Yani Sünniydi. Bunlar Suriye gerçeğini anlamak için dikkate almamız gereken bilgilerdir. Diğer bir mesele ise ‘Esad gitsin’ diyenler alternatif çıkaramadı. İnsanlar İstanbul’da otel odasında ağırlanan 3-5 kişiyi kendi temsilcisi olarak görmüyor. Bırakın Suriye halkını silahlı gruplar bile bunları adam yerine koymadı. Bunların Suriye’de karşılığı yok. Halkın itibar ettiği muhalif gruplar var ama dış müdahale ve silahlı isyanı reddettikleri için onlar da Batı-Körfez ittifakının işine gelmiyor. 

‘BATI BASINI BİRÇOK SUÇ İŞLEDİ’

“Gerçeklerin katledilmesi”nin en büyük kurbanı gazetecilik ve gazeteciler oldu sanırım. Türkiye’nin Suriye’deki süreci askerileştiren, mezhepçi politikalarını ortaya seren gazeteciler hep hedef oldu. Bunun ilk örneği herhalde Cisreşşuğur’daki korkunç katliamı Türkiye kamuoyuna aktaran gazetecilerin başına gelenlerdi. Aynı şey Batı için de geçerli tabii, kitapta anlattığınız Dera’ya gitmek istemeyen Batılı gazetecileri düşünürsek...

Batı medyası çok daha konjonktürel ve stratejik nedenlerle bu yalana ortak oldu. Mesela İnsan Hakları İzleme Örgütü Dera’da olan olaylarla ilgili yanlış rapor verdi. Çok saygın gazeteler bu yalana ortak oldu. Mesela İdlib’te şeker fabrikasında Mahir Esad’ın adamlarının 400 kadına tecavüz edip sokaklarda çıplak dolaştırdıkları iddiasının üzerine herkes atladı. Muhaliflerden gelen haberler kaynak olarak ‘aktivist’ kodlamasıyla servis edildi. Bu gibi bilgilerin tamamını bir araya getirdiğinizde Batı medyasının bilerek ya da bilmeyerek birçok suça ortaklık ettiğini gördük. Şimdi işler tersine döndü; cihatçılar ortaya çıktı, batıdan bunlara katılım oldu, ‘Geri dönerlerse ne yapacağız’ korkusu öne çıktı ve medyanın bakışı değişti. 

Suriye’nin başa sarma, restore edilme ihtimali var mı? Örneğin Mısır’da, Sisi iktidarı ile birlikte sanki Arap baharı sürecinin başına döndük. Suriye’de de eski düşmanların yeniden barışma ihtimali var mı?

Bu ilelebet böyle gitmeyecek sonuçta. Çok bilinmeyenli bir meseleyle karşı karşıyayız. Yarını öngörmek o kadar kolay değil. Mısır’da her şey eskisinden kötü hale geldi. Suriye’de böyle bir senaryoyla karşılaşmayabiliriz. Suriye’de savaşa rağmen birtakım reformlar yapıldı. Belki de Suriye rejiminin yıkılmamasının bir nedeni de bu. Yetersiz olmasına rağmen anayasa değiştirildi, seçimler yapıldı, hükümet kuruldu, hükümete muhalif isimler katıldı. Baas’ın devletin ve toplumun lideri olduğuna dair anayasa maddesi iptal edildi vb. Ama bunların uygulamaya sağlıklı bir şekilde yansıması için savaşın da bitmesi gerekir. Değişim uzun soluklu bir mücadeleyi gerektirir. Toplumun ve kurumların bu değişimi özümsemesi zaman alır.

‘CİHATÇILAR VAZGEÇMEYECEKTİR’

Eğer uluslararası aktörler (Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, ABD vs.) muhalifler üzerinden bu vekalet savaşını sürdürmeye devam ederlerse bu süreç uzayacaktır. Suriye ordusunun kentlerin tamamını kontrol altına alması zaman alacaktır. Kontrol edemezse fiili bölünme kalıcı hale gelebilir. Mesela Somali’ye müdahale edildi ve bir daha toparlanamadı. Tabi ki Suriye, Somali gibi izole bir bölgede değil. Konumu gereği oluşan değişimlerin önemli etki yarattığından kendi haline bırakılmayacaktır. Burada en önemli konu Rusya bu operasyonları nereye kadar götürecek ve operasyona siyasi müzakereler eşlik edebilecek mi? Eğer aktörler bu savaşa benzin dökmeye devam ederse bu iş uzayacak ve siyasi süreç de yürümeyecektir. Eğer siyasi çözüm süreci yürürse mesele rejimle asla masaya oturmayacak ve gündemi farklı olan Kaideci örgütlere indirgenir. Bu örgütlerin saha hakimiyeti bitirilebilir ama örgütsel varlıkları epey zaman bu bölgeyi uğraştırmaya devam eder.

‘SURİYE KÜRTLERLE MÜZAKERE EDECEKTİR’

Bir diğer konu Kürtler ne olacak? Türkiye’nin cezalandırıcı ve reddiyeci politikaları yüzünden Kürtlerin seçeneği daraldı. Zaten Suriye’nin toprak bütünlüğü içinde kalmayı deklare ettiler. Ya Kürtlerle müzakere süreci başlatılacak ve elde ettikleri fiili kazanımlar anayasal çerçeveye kavuşturulacak ya da yeni bir cephe açılacak. Müzakere ihtimalini daha yüksek görüyorum. Bölgede Kürtlerin izlediği yol müzakereye açık. Savaş çıktığı takdirde Rojava’nın bileşenleri çok hızlı çözülebilir; Süryaniler, Arap aşiretleri gibi. Müzakere konusunda Rusya inisiyatif alabilir hatta İran da bu konuda olumlu katkı verebilir. Suriye’de Kürtler demokratik özerk bir yapıyı anayasal meşruiyete kavuşturduğunda en fazla paçası tutuşacak odak Ankara’dır. Suriye, Türkiye’den intikamını bu şekilde alabilir. 

Parçalanma senaryolarını Ankara’nın okuduğu gibi okumuyorum. Yani Alevi devleti ya da butik devlet senaryosu bir fantezi. Bu senaryoda Alevi devleti için öngörülen sahil hattında 3-4 milyon Sünni mülteci yaşıyor. Lazkiye’nin nüfusunun neredeyse yarısı zaten Sünni idi. Bu senaryo demografik ve siyasi realiteyi tepeliyor. Siyasi çözüm bulunmazsa Türkiye’nin elinde Kaideci-Selefi grupların tuttuğu yeni bir ‘Talibanistan’, Fırat’ın kuzeyinde Amerikan nufuzuna terk edilmiş Kürt bölgesi, Fırat’ın güneyi ve batısında Suriye devleti diye bir tablo ortaya çıkar.   

Son gelişmeler ışığında düşünürsek, Türkiye savaş mı çıkartmaya çalışıyor gerçekten? Bir yazınızda Ankara’nın uçak düşürerek Moskova’ya koz verdiğini savunmuştunuz. Bununla birlikte Ankara’nın Suriye’de verdiği kararlar yalnızca burayı değil, Atlantik’in öte yakasını ve Avrupa’yı da etkiliyor olsa gerek değil mi?

Rusya, Suriye’deki tercihlerine rağmen Türkiye’yi önemsiyordu. Türkiye ile ilişkiler ve Suriye’deki tercihleri ayrı tutmayı tercih ediyordu. Rusya, bir yere kadar Türkiye’nin Suriye’deki çıkarlarını da gözetiyordu. Uçağın düşürülmesiyle aslında Rusya’yı frenleyecek hiçbir şey kalmadı. Rusya artık Türkiye’nin kurtarılmış bölgelerdeki faaliyetlerini kısıtlamaya dönük operasyon yapıyor. Türkiye’nin tampon bölge, korunaklı bölge, terörden arındırılmış bölge gibi sunduğu planlar önemli ölçüde zora girmiş oldu.

‘SORUMLU HESAPSIZ KİTAPSIZ UÇAK DÜŞÜREN TÜRKİYE’DİR’

Rusya artık hareket eden her şeyi vuruyor. Haliyle orada askeri bir planlama içine girmeniz Rusya’yla karşı karşıya gelmeniz anlamına geliyor. Daha önce Rusya bu planları görmezden gelebilirdi çünkü dertleri sahada dengeleri pazarlığı mümkün kılabilecek şekilde değiştirmekti. Şimdi öyle düşünmüyor, bunun sorumlusu da Türkiye’nin hesapsız şekilde Rus uçağını düşürmesidir. Birileri ‘Ruslar çok ileri gidiyor buna ayar çekmek lazım’ diye Türkiye’nin uçağı vurmasına göz yummuş ya da teşvik etmiş olabilir. Ama sonrasında ‘Bunu NATO krizine dönüştürmemek için krizi biz yönetelim’ demiş olabilirler. Nitekim Fransa ve Almanya Rusları teskin etmek için hemen devreye sokuldu. Ama Putin’in tepkisini hasap edemediler. Bununla aslında bölgesel aktör olduğu vehmine kapılıp klasik ittifak ilişkilerini hırpalayan Türkiye’yi Soğuk Savaş eksenine çekip yeniden Batı’ya mahkum hale getirdiler. Türkiye NATO’ya yeniden kapaklandı ve ABD istediğini elde etti. Rusya ise Türkiye’yi askeri ve ekonomik açıdan paralize edecek hamlelerle bunları yaptıklarına pişman etmeye çalışıyor. Putin’i teskin etmek zor. Türkiye özür dilerse işler değişir ama Erdoğan da özür dilemeyecek. Ekonomik yaptırımlar ve IŞİD petrolü ile ilgili dosyalar Rusya’nın ne denli kararlı olduğunu gösteriyor. Türkiye kolay kolay bu dosyalardan yakasını kurtaramaz.

Erdoğan özür dilemez dediniz. Peki ABD baskısıyla böyle bir özür gündeme gelebilir mi?

Kamuoyu önünde özür dilemeye yanaşmıyor. Bunu yapacaklarını sanmıyorum. Ama yapmaya çalıştıkları şey kapalı kapılar ardında tatlı dille, dostluk mesajlarıyla, ya oldu bir kere kabilinden yaklaşımlarla bu krizi atlatmak. Ama Putin intikamını soğuk bir şekilde alacağa benziyor.

Rus uçağı düşürüldükten sonra Erdoğan Saray’daki toplantısında uçağın düşmesini alkışlayanları durdurmuştu. Başka bir toplantıda ise aynı konuyu daha mağrur bir şekilde anlattı. Bir diğer konuşmasında ise ‘Rus uçağı olduğunu bilseydik düşürmezdik’ dedi. Sürekli değişen bu tavrın nedeni nedir sizce?

Bu meseleyi ustaca kullanmaya çalışıyor. Erdoğan’ın iç politika gündemi hiç değişmedi, başkanlık hesapları için içerdeki milliyetçi-muhafazakar oyları tutmaya ihtiyacı var. MHP’yi eritme taktiğine sürdürmek zorunda. Türkmenlerle ilgili retorik, Rus uçağıyla ilgili çıkışlar buna yarıyor. Ama dışarıya döndükleri zaman başka türlü konuşuyorlar. Mesela pilotun cenazesinin alınıp Türkiye’den gönderilmesi yatıştırma çabalarının bir parçası. İçerde ise 63 yıl sonra Rus uçağı düşüren ilk ülke imajını alttan alta yayıyorlar, her şey milliyetçi damardan gelecek destek için… İç ve dış politikanın iç içe geçtiği bu ikili oyunun bedelini bu ülke ağır öder.  

‘HÜKÜMETTE VE BÜROKRASİDE IŞİD’LE SAVAŞMAYI İSTEMEYENLER VAR’

Sınırları kevgire çeviren cihatçı militanlar, Türkiye’den geçen ikmal hatları, küresel cihat şebekesinin artık Türkiye’de de olması… Bunlardan geri dönüş yok mu artık? Pakistanvari bir ülke mi olduk sonsuza kadar?

Pakistanlaşma olgusu aslında şudur; siz başka bir yerde rejim değiştirmek için silahlı grupları yaratırsınız, beslersiniz sonra yarattığınız o gruplar döner sizi vurur ve sorun sizin de probleminiz haline gelir. Türkiye’de hakim devlet aklı -artık sadece hükümetten bahsedemeyiz- Pakistan liderlerinin, o dönemki aklıyla neredeyse özdeşleşti. Benzer kodlarla düşünüyorlar. Hükümet içerisinde ve bürokraside IŞİD’i kayıran, operasyonları engelleyen ya da Türkiye’nin IŞİD’e karşı uluslararası koalisyona girmesine ayak direyenler var. Bu IŞİD’le direkt olarak fikri bir yakınlaşma olduğunu gösteriyor. Akademide, bürokraside, yargıda, poliste çok rahat cihatçı selefi düşünceyi paylaşanlar var. Bu da devletin bir tarafıyla zaten Pakistanlaştığını gösteriyor. 

Pakistan’da olduğu gibi Türkiye’de de yer alan İslamcı gruplar giderek selefileşiyor. Bugün hükümetin tetikçi unsurlarına bakın çok sayıda eski İslamcı bulursunuz. Bu yapı, Türkiye’deki İslamcıları devletle buluşturdu ve devletin vurucu unsurlarına dönüştürdü.

'TÜRKİYE CİHATÇILARIN LİMANI OLDU, BEDEL ÖDEYECEĞİZ'

Suriye’deki savaşa katılmış Türkler de buraya döndüğünde orada yaptıkları eylemleri tekrarlayacak ve kimse bunları kontrol edemeyecek. Aynı zamanda Türkiye, Suriye’deki cihatçı yapıların çekildiği liman haline geliyor. Rusya veya Suriye ordusunun temizlediği bütün cihatçıların sığınağı olacak. Mezhepçi, kışkırtıcı, şiddeti yöntem olarak benimsemiş onbinlerce insandan bahsediyoruz. Pakistanlaşma dediğimiz süreç budur. Bu konuda maalesef Türkiye ağır bedel ödeyecek. Öldürme tecrübesi kazanmış, kafa kesmiş, ırza geçmiş bir güruh maalesef bizim şehirlerimizde olacak. Ayrıca bu yapıları bağımsız örgütler olarak düşünmek de yanlış. Şimdi bizimkiler bunları kontrol ettiğini sanıyor ama bir noktadan sonra bunları başka gizli servisler de kullanacak ve bunlar siyasi müdahale-cinayet enstrümanlarına dönüşecektir.

Görünen o ki, Suriye krizinin çözümü için artık sahaya müdahil olmuş tüm ülkelerin bir şekilde anlaşması gerekecek. Viyana Konferansı ve sonrasında Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesi… Ne dersiniz, umut var mı?

Dikkat ederseniz Rusya savaşa müdahil olmasına rağmen müzakereci yaklaşımını da terk etmiyor. Viyana, bu pazarlığın platformu. Siyasi alanda sonuç almak için ABD kadar bölgesel ortaklar olarak Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin rolü önemli. Nihai olarak herkes şunun farkında; bu iş hepimizi vurmaya yöneldi. Herkes bu noktaya geldi ama mesele Esad gidecek mi gitmeyecek mi noktasında düğümlendi. İş rejimi değiştirme fikrinden çoktan çıktı. Herkes kendi adamını Şam’da görmek istiyor. ABD’yi tatmin edecek konu Esad’ın bir dahaki seçimlere girmemesi. Rusya ise buna Suriye halkı karar versin diyor. 

‘DAVUTOĞLU’NUN LAHEY İDDİASI İTİRAFTIR’

MİT TIR’larına gelirsek, Can Dündar ve Erdem Gül tutuklandı daha sonra da 3 üst düzey komutan tutuklandı…

Başbakan Davutoğlu ‘3 kişiyi Lahey’e götürmek istediler’ dedi. Bu aslında önemli bir itiraf, Lahey’lik mesele var çünkü orada. Ve bu dosyaların kapanması gerekiyor ki iş uluslararası boyut kazanmasın. Rusya bunları kullanacak. Eğer ilerde Türkiye sorun yaşarlarsa ABD de kullanacak. Bu mesele uluslararası dengeler değiştiğinde Erdoğan’ı Saddam’ın düştüğü duruma sokabilir. Bu konunun ciddiyetinin farkında oldukları için ellerinden ne geliyorsa onu yapıyorlar. Herkese ‘sus’ mesajı vermek istediler. Aynı şekilde bahsettiğim sarin olayı da Türkiye’nin başını yakabilir. Obama Mayıs 2013’te Beyaz Saray’da Hakan Fidan’a ‘Senin Suriye’de radikallerle ne yaptığını çok iyi biliyoruz’ dedi ve bu ellerinde kallavi dosyaların olduğunun kanıtıdır. Hükümetin içerde uyguladığı baskı bu dosyaların ilerde önlerine gelmesini önlemeye yönelik tedbirdir. Ama devran döner bu kayıtlar önlerine gelir. Türkiye devleti Osmanlı geleneğini sürdürüyor, her şeyi arşivleyen bir sistem var. Boşuna keser döner sap döner gün gelir hesap döner dememişler.