AKP'den sağlığa son saldırı: İyileşmeyen hasta için ödeme yok

SGK, kronik hastalıkların tedavisinde yapacağı ödemeyi "kalite ve sonuca" göre planlayacak. Buna göre 20 yıldır tedavi gören bir diyabet hastasının sağlık verileri iyiye gitmemişse, devlet ödeme yapmayabilecek.

Ebru Basa

Diyabet ya da yaygın bilinen adıyla şeker hastalığının görülme sıklığı son yıllarda belirgin biçimde artış gösterdi, öyle ki kimi yayınlarda bir salgın hastalık gibi değerlendiriliyor. Yalnızca diyabet hastalığının görülme sıklığında değil, kronik tıkayıcı akciğer hastalıkları, koroner arter hastalıkları yüksek tansiyon ve inmede de belirgin bir artış söz konusu. Öte yandan bu rahatsızlıklar zaten ağırlıkla komorbidite gösteriyor, yani bir sistemdeki aksaklık bağımlı değişken diğer sistemleri de etkilediği için diyabet zemininde inme ya da koroner arter hastalığının görülme sıklığı da artıyor. Diyabet hastalığının bu denli yaygınlaşmasında yıllar içerisinde giderek değişen beslenme alışkanlıklarımızın ve yine giderek daha az hareket etmekte oluşumuzun tartışmasız bir rolü var. Peki ama beden  kitle indeksimizin obezite yönünde değişmesinden –efendice ağzımızla yediğimizi varsaymak durumundayız- yalnızca biz mi sorumluyuz? Hırsızın hiç mi suçu yok? 

Avcılık ve toplayıcılık zamanlarına geri dönemeyeceğimize göre taş devri diyeti fantezilerini ve organik gıda özel başlığını şimdilik unutalım ve bugün nasıl beslenmek zorunda bırakıldığımıza kabaca bir göz atalım. Tükettiğimiz şekerli gıdaların neredeyse tamamı yüksek glisemik indekse sahip yani kan şekeri düzeyini bir anda yükselten ve dolayısıyla diyabete predispozisyon yani yatkınlık sağlayan yiyecekler. Ambalajlı hazır ürünlerin dışında pastacılık sektöründe de tatlandırıcı olarak uzun zamandır şekerpancarından elde edilen bildiğimiz şeker değil mısır nişastasından elde edilen glikoz şurubu kullanılıyor. Glikoz şurubunun tercih edilmesinin nedeni ise basit şekerlere (kimyasal sınıf olarak “oz”lar) oranla üretim maliyetinin daha düşük olması ve çok daha az miktarlarda kullanılmasına rağmen istenen tadı verebilmesi, kısacası ucuz ama tatminkar, glisemik indeksi ise yüksek. Bu sağlıksızlık, uluslararası gıda tekellerinin -elbette o ülkenin sermaye sınıfıyla da işbirliği içerisinde- tarım politikalarını yıkıma uğrattığı bir sürecin sonucunda adeta dayatılmış oluyor. Bu dayatmaya ülkemizden verebileceğimiz yakın tarihli örnek şeker pancarı ekimine getirilen kısıtlama daha doğrusu şekerpancarı yerine kanola bitkisi ekileceğine dair kararnamenin yayınlanmasının ardından yaşanan gelişmeler. O kararnameyle birlikte gıda üretiminde mısır nişastası bazlı şeker kullanılmasına karar verilmiş, mısır üretmektense ithal etmek için mısır ithalatını ilgilendiren katma değer vergisi oranı bir gecede düşürülmüş, kuş gribinden sonra likit yumurtayla zengin olan Unakıtangiller bu kez de mısır ithalatı şampiyonu olmuştu. O günden bugüne de nişasta bazlı glikoz şurubu pankreasımıza yönelik tehditlerini sürdürüyor (Çikolatayı seviyoruz diye o da bizi sevmek zorunda değil elbette ama ‘herkesin yiyebileceği’ ucuzluktakiler ortada dururken ev yapımı Belçika çikolatasını tercih etme özgürlüğünü de herhalde emekçiler kullanamayacaktır )

Bir de şu immobilizasyon meselesi var, giderek daha az hareket etmekte oluşumuz meselesi yani . Gene tekil bir örnekten yola çıkarak hizmet sektöründeki genişlemenin bilgi işlem teknolojilerine entegrasyonla birlikte ilerlemesi nedeniyle masa başı işini, masa başı işinin de hareketsizliği kaçınılmaz hale getirdiğini varsayabiliriz. Hareketsizlik yalnızca beden kitle indeksi üzerine etkili değil elbette, saatler boyunca aynı pozisyonda çalışmak ergonomik riskleri ve dolayısıyla kas-iskelet sistemi rahatsızlıklarını da tetikliyor ama öte yandan bu çalışma düzenini kaçınılmaz kabul etsek dahi mesai sonrasında da ‘hareket edemiyoruz’ . Hareketsizlik sorunumuz üretim sürecini tamamladıktan sonra da devam ediyor. Otomotiv endüstrisi ve petrol tekellerinin belirlediği ulaşım politikası yayaların değil araçların taşınmasını hedefliyor, çevre dostu değil, hava kirliliğine yol açıyor. Şehir ve bölge planlama kavramı rant odaklı kentsel dönüşüm tarafından tahrip edildiği oranda insana yakışan rasyonel bir kentsel yaşam ihtimali de apartman aralarına sıkıştırılmış makine parklı kısa menzilli yürüyüş parkurları ve Sağlık Bakanlığının dağıttığı sürülecek yolu olmayan bisikletler üzerinden karikatürleşiyor. 

Doğumda beklenen  yaşam süresinin giderek uzamasıyla birlikte metabolik ve kronik hastalık yükü de kaçınılmaz biçimde artıyor, öte yandan bireysel öneriler yalnızca tavsiye niteliğinde ve sağlık makro politikası da kapitalizmin yasallıklarına gelip dayanmak zorunda. Son gelişmeler ışığında ise sağlık otoritesinin maliyeti düşürmeye yönelik kimi zaptiye önlemleri alacağı anlaşılıyor. 

KRONİK HASTALIK YÜKÜNÜN FATURASI HASTANELERE KESİLECEK 

Kısa süre önce Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), tüm hastanelerde uygulanmak üzere geliştirilmiş “Klinik Kaliteyi Önceleyen Fiyatlandırma Modeli” için harekete geçti. Son yıllarda hızla artış görülen diyabet, inme, kronik tıkayıcı akciğer hastalığı, hipertansiyon, kalp ve damar hastalıkları bu model aracılığıyla ölçülüp değerlendirilmesi gereken hastalıklar olarak belirlenmiş. 

SGK ve Sağlık Bakanlığı, hastanelerde bu hastalıkların tedavisiyle ilgilenen kliniklerin kalite ölçümlerini yapacak. Böylece kaliteye ve sonuca göre ödeme dönemi başlayacak. Örneğin, Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde ayda 100 kalp krizi hastasının 90’ı kurtarılıyorsa, buna karşın İstanbul Üniversitesi Hastanesi’nde 100 hastanın 10’u kurtarılıyorsa aynı şekilde ödeme yapılmayacak. SGK Başkan Yardımcısı Orhan Koç, modeli tanıtırken “Bu hastalıklar için akademik derneklerin de yer alacağı bilim komisyonları tarafından, uluslararası standartlara göre istenilecek veriler belirlenip kayıt sitemi oluşturulacak. Her yıl oluşan veriler bilim komisyonu tarafından değerlendirilerek tedavi etkinliği ve kalitesi değerlendirilecek. Bu sayede hastalıkların yönetimi sağlanabilecek. Oluşan kayıt formları geri ödeme ile ilişkilendirilecek” dedi. 

Bu tutum değişikliğinden tanı ve tedavi rehberleriyle uyumlu standart algoritmaları takip eden klinik prosedürlerin nasıl etkileneceği anlaşılmasa da sağlık otoritesinin kronik hastalıkların ortaya çıkmasını kolaylaştıran kök nedenlerle mücadele etmektense her ne olursa olsun tedavi kalitesini son tahlilde maliyet etkinliğine kilitleyen maddi tedbirlere başvuracağı anlaşılıyor.  

SGK Başkan Yardımcısı amaçlarının “20 yıl boyunca diyabet tedavisi gören, düzenli kontrollerine giden, ilaçlarını kullanan, dengeli beslenen, düzenli fizik aktivitelerini yapan bir vatandaşımız ile bu hassasiyeti göstermeyen hastamız arasındaki farkı görebilme ve aksayan noktaya müdahale edebilme imkânı bulmak olduğunu” belirtmiş. 

Aksama noktasına nasıl müdahale edileceğini açıkçası merak ettim çünkü kronik hastalık yükü taşınamaz hale geldiğinde yaptırımların bireyselleştirilmeyeceğinin de garantisi yok aslında. Sağlığımızın tümüyle kendi sorumluluğumuzda olduğu yanılsaması kapitalizmin her zaman iş gören mottosudur ve sağlığın toplumsal belirleyicileri açığa çıkartılmadığı sürece de hep çok kullanışlı bir yanılsama olarak kalacak.