Bir derbi hayal etmek: Metin olun, Hakkı'nızla kazanın...

'Bu kardeşliğin her tarafında kendini hissettiren toplumsal tutkal, hiç kuşku yok ki emektir. Tribünde, sokakta, okulda ya da bir kahvehane köşesinde bu emeğe rastlamak fazlasıyla mümkündür. Yeter ki, bu düzenin bize reva gördüklerini ve vadettiklerini sorgulamayı, aşmayı, alaşağı etmeyi, başa yazalım. İşte, ‘Metin olun Hakkı’nızla kazanın’ demek tam da bu oluyor.'

İsmail Sarp Aykurt

Baba Hakkı, 16 yaşında futbola başlamıştı. 1948’e kadar kaldığı yeşil sahalarda adından fazlasıyla söz ettirmişti. Futbol emekçisiydi, attığı goller siyah-beyaz renklere gönül veren herkesi soğuk kış gecelerinde ısıtıyor; kendisi ise ısınmak için başka yollar seçiyordu. Kış günlerinde formasının üstüne giydiği kazakla çıkardı maçlara…

1944 yılında çıkan Mizah dergisinin Haziran sayısında Beşiktaş’ın işçilerinden biri Baba Hakkı için şöyle yazmaktaydı: O hem kaptan hem baba / Antrenörlük de caba / Falso yapanlar için / Bakışları bir sopa… Baba Hakkı kolay almamıştı Baba unvanını, Hakkı Yeten’den Baba Hakkı’ya uzanan yol taşlı, uzun ve de dikenli idi… Şeref’inle oyna Hakkı’nla kazan sözünün Hakkı’sıydı o. Futbolda gözdeydi, eski tutkusu güreş olsa da Beşiktaş futbol takımının kaptanlığını yaptı ve Türkiye futbol tarihinin çimentolarından biri haline dönüştü. Beşiktaş galibiyeti ile biten bir Fenerbahçe maçı sonrası Fenerbahçeli sporcuların mağlubiyet sonrası üzüldüklerini görünce şöyle demişti. “Beyler mağlup olduğunuz için üzülmeyin, çünkü yenildiğiniz takım halkın içinden geliyor”. O halkın en asil evlatlarından biriydi. Bu söylemi, bencilce bir böbürlenme için değildir; kendisini halktan, halka yakın görüyordu ve tıpkı diğer takımlardaki emekçi topçulardan ayrılmaz bir karakterde idi. O, kendisine en çok yakıştırdığı şeyi yapıyordu. Demek istediği şey, ‘biz de sizin gibiyiz ve bir farkımız yok’tu aslında. Onu Beşiktaş’ın büyük bir abisi ve efsanesi, Türkiye futbolunun da babası yapan tam olarak budur.

Şimdi o ‘fark’ gün geçtikçe daha çok kirlenen bu futbol düzeninde kapanması mümkün olmayan bir şekilde açıldı, açılıyor.

Bir diğer ‘baba’ lakaplı efsane ise Beşiktaş’a yakın bir semt olan Beyoğlu’ndan çıkıyordu. Galatasaray’ın emektarlarından Gündüz Kılıç, Mektebi Sultani’nin ünlü avlusu Grand Cour’da yetişmiş onlarca sporcudan yalnızca birisi idi. Ali Sami’nin amatör bir şevk ile “Türk olmayan takımları yenmek” hedefine en yaklaşan kişilerin başındaydı Gündüz Kılıç. Futbolculuğundan sonra başlayan antrenörlük  yıllarında öğrencileri ile bir ilki başardı. İlk kez bir Türk takımı Şampiyon Kulüpler Kupası’nda çeyrek final oynamıştı. En önemli hamlesi ise Metin Oktay’ı ülke futboluna kazandırmak olmuştu. Doğan çocukların isminin Metin olmasında onun da emeği vardı, en az isim babaları Metin Oktay kadar… “Galatasaray bir his takımıdır. Renklerine âşık birbirlerini seven futbolcuların takımıdır. Galatasaray feragat ve fedakârlıklarla çalışacak futbolcuların takımıdır. Galatasaray şımarıkları, kendini beğenmişleri, yalnız kendini düşünenleri sevmez. Kısacası Galatasaray, bir halatı hep birlikte çekenlerin, hep birlikte üzülüp, hep beraber sevinmesini bilenlerin takımıdır” derken kibirden uzaktı. Onu Galatasaray’da gerçek bir emekçi, amatör ve ‘baba’ yapan koşullar böyle gelişmiştir.

İşte, büyük kulüpler geçmişleri, tarihleri, kahramanları ve simgeleri ile büyük olurlar ya; Baba Hakkı ile Baba Gündüz de Beşiktaş ve Galatasaray’ın koca birer çınar olmalarının önündeki engelleri ortadan kaldıranlardır. Birdirler, emekçidirler ve amatör ruhludurlar. İkisini bir ve ortak yapan bu müstesna özellikleridir. Bu iki takımın en önemli yönlerinden biri emekçi ‘Baba’larındaki ortaklıktır…

DERBİ DERKEN: BİZANS'TA BAŞLAYAN TARİH

Bu toprakların derbi tarihi ‘bizim’ takımlarla başlamıyor aslında. Bizans döneminde halkı eğlendirmek için yapılan atlı araba yarışlarında da bir ‘derbi’ havası yaşandığı biliniyor. Adları Maviler, Beyazlar, Kırmızılar ve Yeşiller olan dört takımın Sultanahmet Hipodromu’nda yaptıkları yarışlarda ciddi bir rekabet yaşadıkları ve aralarında kimi kültürel ve inançsal farklılıklar barındırdıkları bir gerçek. Biri esnafa ve sokağa yakın diye iddia edilen, Monofizit görüşlü, biri Ortodoks, biri iktidara yakın, biri Kadıköy diğeri ise Ayvansaray merkezli… Bu toprakların hamurunda gerçekten bir ‘derbi’ nüvesi var. Her ne kadar derbi ismi, ilk derbi müsabakası olarak bilinen 1866 tarihli Nottingham Forest ile Notts County arasında, futbol örneğinde ve Bizans’tan asırlar sonra icra edilen bir maç ile belleklere kazınsa da…

Dikişli, meşin topun dönmeye ve kovalanmaya başladığı erken yıllarda farklı bir toplumsallık olduğu açıktır. Galatasaray ve Beşiktaş arasında ‘derbi’ olarak tanımlanan uzun metrajlı maçlar silsilesi İstanbul’un Avrupa yakasında sadece iki yıl arayla doğan bu kulüpler açısından ‘derbi’ özelliği göstermektedir. Derbi, birbiriyle özel rekabet içeren bir olay olmasıyla birlikte kimi yerlerde bir husumete dayanır, husumetle anılır. Bunlardan kimileri sınıfsal, kimliksel, toplumsal, etnik, dini vb. birçok özelliğe dayanırken, kimileri ise yalnızca bir adres, renk ve sportif rekabet kriterleri açısından değerlendirilir. Galatasaray-Beşiktaş derbisi de köken olarak ikinci fazda değerlendirilmektedir. Bu maçın bir derbi haline dönüşmesinde aranacak olan temel etkenlerden biri ‘aynı şehirde gerçekleşen ve geleneksel özellik taşıyan’ bir olay olmasıdır. 

Bu anlamda Türkiye derbiler tarihinde ‘kentli’ kavramı da günden güne genişlemiş, büyük ve farklı yerleşimlerde cereyan eden maçlar ‘derbi’ olarak kabul görmüştür. Sermaye birikiminin ve gelişen kapitalizmin en gelişkin olduğu yer olan Marmara bölgesi, ekonomik yoğunlaşma, göç alımı, nüfus özellikleri ve sınıfsal kompozisyon ile İstanbul, futbol derbileri tarihinde de gittikçe başa kurulmuştur. Galatasaray-Beşiktaş derbisi bu anlamı ile saf bir İstanbul derbisi özellikleri gösterir. Ancak bu derbi; iki karşıtlığı, düşmanlığı, kültürel çatışmayı ya da toplumsal sınıfı karşı karşıya yerleştiren bir misyon üstlenmemiştir. Aksine, bu iki takım gerek yönetimleri ve bağlandıkları sermaye grupları, gerekse de küresel futbol emperyalizmine dâhil oluşları neticesinde ne yazık ki aynı sınıfsal güce yakınlaşmışlar ve bu kulüpler sermaye sınıfının bağımlı bir değişkeni haline evrilmişlerdir.

Bu yorum, kulüpleri bir kültür, bir inanış, bir değer ya da bir tutku olarak benimseyen ve ona kendinden bir şeyler katan, onu kendi gibi hayal eden, onu emeklerinin bir parçası olarak gören ve çok büyük çoğunluğu sınıfsal olarak emekten yana olan taraftarların varlıkları ve müdahale güçleri dışında değer kazanmalıdır. Bu durum, çok açıktır ki burjuvazinin futbolu ve tarihsel futbol kulüplerini gasp etmesi neticesinde gerçekleşmiştir. Kulüpleri, emeğin kulüpleri haline dönüştürmek politik ve ideolojik bir konudur, toplumsal mücadelelerin bir sonucudur. Bu anlamda kimi zaman tekrarlanan, kulüpler arasında yaratılan zahiri farklar imgesel ve medyatiktir, bahsi geçen derbinin tarihinde gerçek bir toplumsal aidiyet ya da homojen bir sınıfsal köken arayışı zorlamadır da…

Yaşayış tarzları, etnisite, yerellik, mesleki pozisyonlar, kimlikler, eğitim, semtlilik ya da kültürel farklılıklar iki takımı destekleyenlerin arasında bir ‘mayınlı arazi’ konuşlandırmaktan uzaktır.

Bu anlamda bu güzide İstanbul kulüplerini düşmanlaştıracak bir şey bulmak zordur. Düşman olunması gereken şey, kulüp yönetimlerinde açık seçik görülen bir sermaye hükümranlığıdır ve gerici politik bağlılıklardır. Bu, futbolun bir burjuva eğlencesi ve kazanç kapısı, spor ve tribün emekçilerinin de sömürü kaynağı pozisyonuna düşürüldüğünü gözler önüne sermektedir.

Derbiden ‘düşmanlık’ çıkartmak için, tüm bunların ana kaynağına, bu düşmanlıkları yaratan sermaye sınıfına, onların politik ve sportif temsilcilerine, tribünde iseniz zenginlikle örülü kutsanmış localara ya da sözde şeref tribünlerine kafayı kaldırıp bakmak gerekecektir.

ÜLKENİN DURUMU EŞİTTİR FUTBOLUN DURUMU

Siyasal ve ekonomik tıkanıklıkların öne çıktığı, toplumsal rahatsızlığın ve yönetememe kaosunun katmerlenerek arttığı bir konjonktürde bir derbi maçı daha cereyan edecek bu akşam. Skorlar, güzel futbol, üstünlük taslama, böbürlenme, kıskançlık, gerilim, kavga ya da şiddet görüntülerinin henüz taze olduğu, envai çeşit hakaretin cirit attığı bir ortamda bir maçı seyretmek, oynamak, onu yönetmek böyle şartları taşıyan bir ülkede ciddi bir marifet ve maharet haline dönüşmüş durumda.

Bu kavgalardan, medya gündemlerinden, ucu açık atışmalardan vb. nemalananlar zararlı çıkmıyor; bu kavgada bizi taraf haline getirenler ve bizi ‘futbol’ ile ayrıştırmayı deneyenler hep kazanıyor; sahada, tribünde, televizyon kanalında ya da kumarında…

Unutmamak gerekiyor, ‘babalar’ ortaksa şayet, çocuklar kardeştir. Ve bu kardeşliğin her tarafında kendini hissettiren toplumsal tutkal, hiç kuşku yok ki emektir. Tribünde, sokakta, okulda ya da bir kahvehane köşesinde bu emeğe rastlamak fazlasıyla normaldir, mümkündür.

Yeter ki, bu düzenin bize reva gördüklerini ve ‘vadettiklerini’ sorgulamayı, aşmayı, alaşağı etmeyi, başa yazalım.

İşte, ‘Metin olun Hakkı’nızla kazanın’ demek tam da bu oluyor.

Çünkü, Hakkı’nızla kazandığınızda Metin olabiliyorsunuz.