Tuzla cinayetleri piyasa kanunu

Türkiye'nin parlayan sektörü gemi inşası, işçilerin ömründen çalarak yükseliyor.

soL (HABER MERKEZİ) Son aylarda işçi ölümleriyle gündeme gelen gemi inşa endüstrisi, yakın zamana kadar "parlayan sektörümüz" etiketiyle vitrinde tutuluyordu. Aslında değişen pek bir şey yok. Patronlar ve hükümet işçi ölümlerini hasır altı edip her yerde sektörün başarılarını övmeye devam ediyorlar. Hatırlanacağı gibi geçtiğimiz ay Samsun'a gelen Papua Yeni Gine Ticaret Bakanı, "Çok güzel gemi yapıyorsunuz, gelip bize tersane kurun" diye Türk patronlarına teklif getirmişti.

Sektör nasıl bu kadar büyüdü?
Gemi inşası gerçekten de, Türkiye'de 90'lı yıllardan bu yana en fazla büyüyen sektörlerden biri. Tersanecilik aslında elverişli limanları olan ve sanayileşmede belli bir aşama kaydetmiş her ülkede gerçekleştirilebilen bir faaliyet. Ancak dünyadaki güncel tabloya bakıldığında, toplam üretimin %90'dan fazlasının Uzakdoğu ülkelerinde gerçekleştiği görülüyor. Geriye kalan ufak dilimde ise, son beş yılda birçok Avrupa ülkesini sollayan Türkiye, alınan gemi siparişleri bakımından 4. sırada bulunuyor. Türkiye'de 2002 yılında 37 tersane faaliyet gösterirken bu sayı Haziran 2008 itibariyla 84'e ulaştı ve 65 tersane de halen yatırım aşamasında. Peki son beş yıldaki bu büyüme neye dayanıyor?

Dünyada yük taşımacılığının %95'i deniz yolu ile yapılıyor. Her gün kullandığımız çoğu ithal ürünün ya gemilerle taşınarak elimize ulaştığı ya da gemilerle ülkemize girmiş ithal ham maddelerden üretildiği düşünülürse, gemi inşa sektörünün boyutları daha iyi anlaşılabilir.

Dünya çapında yeni gemilere talep var
Dünya ticaret hacminin büyümesiyle deniz taşımacılığına talep son yıllarda arttı. Uluslararası Denizcilik Örgütü gibi kuruluşların yanı sıra ABD ve AB'nin, gemilerin standartlarını yükseltmek için aldıkları yeni kararlar, eski nesil gemilerin seferden men edilmelerini ve deniz ticaret filolarının gençleştirilmesini öngörüyor. Özellikle Avrupalı armatörler bu nedenle yeni gemi siparişleri veriyor. Bu siparişler ağırlıklı olarak Uzak Doğulu firmalara veriliyor. Çin'de düşük işçilik ücretleri, Japonya ve Kore'de ise uzmanlaşmış iş gücünün varlığı bu ülkeleri baş sıraya oturtuyor. Geniş alanlarda kurulmuş ve seri üretim yapan tersanelerin varlığı da, daha uygun fiyatlar vermelerini sağlıyor.

Türkiye'de seri üretim değil, atölye tipi üretim hakim
Buna rağmen gemisi için Türk firmalarına sipariş verenler, genellikle standardın dışında, özel modeller isteyenlerle, gemi yapılırken denetleme ve talepte bulunma şansı tanındığı için yerli üretimi tercih eden armatörler. Çünkü ülkemizdeki tersanelerde rayına oturmuş işleyen, seri üretime programlanmış bir üretim modeli değil, atölye tipi düzensiz bir model hakim.

Ancak Türkiye'deki firmaların diğer ülkelerdeki firmalardan rol çalabilmesinin altında yatan daha kritik sebepler var. Bunlardan en önemlisi, kuşkusuz işgücü. Türkiye'de sektördeki ücretler Batı Avrupa, ABD ve Japonya'daki ücretlere oranla son derece düşük.

Miras değil işçi kanı
Ancak iş ücretlerle de bitmiyor. Sektörün büyümesine koşut bir büyüme, tersanelerdeki işçi ölümlerinde görülebiliyor: Tuzla'daki tersanelerde 2001'de 1, 2002'de 5, 2003'te 3, 2004'te 5, 2005'te 8, 2006'da 10 ve 2007'de 13, 2008 başından beri de 22 işçi öldü. 1992'den bu yana ölen işçi sayısı ise 99'u buldu.

Bu kara tablonun en önemli sebeplerinden biri, denetlemeyi imkansız kılan ve ana işverenin sorumluluğunu ortadan kaldıran taşeron sistemi. Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında, Türkiye'de taşeron işçilerinin kadrolu işçilere oranının aşırı derecede yüksek olduğu görülüyor. Tuzla Tersaneler Bölgesi İzleme ve İnceleme Komisyonu'nun raporuna göre, 1000 işçinin çalıştığı gemi inşasında ancak 100 işçi kadrolu çalışıyor.

Tek tersanede 30 ila 50 taşeron aynı anda çalışıyor
Tuzla tersanelerinde hızlı büyüme adına tesis kapasitesinin kat kat üzerinde ihale alan patronlar, işi parçalara bölerek taşerona devrediyor. Hatta bu taşeronlar da işi daha küçük alt taşeronlara veriyor ve bir ihale 30'la 50 arasında değişen sayıda taşerona bölünüyor. Bu taşeronlar tek tersane mekanında aynı anda çalışıyor.

Hiçbir kurumsallığı olamayan bu işleyişte, üretim safhaları yöntemli bir şekilde sıraya konmuyor. Ana işveren olan tersane sahibinin gerçekleştirmesi gereken altyapı yatırımları ve önlemler asla alınmıyor: kablolar birbirine karışıyor, iskeleler alelacele kuruluyor, gaz ölçümleri yapılmadan kaynağa geçiliyor. Kısacası üretim tam bir kaosa dönüyor. Şu acı örnekler, bu kaosu tarif etmek için yeterli:

9 Mayıs'ta Selah tersanesinde boya işleminin ardından yeterince beklemeden kaynak işçileri çağırıldı, İzzet Güder adlı kaynak işçisi yaşanan patlamada can verdi. Aynı tersanede 18 Mayıs'ta başına tonlarca ağırlıkta sac levha düşen Deniz Kaşıkeman ezilerek hayatını kaybetti. O günün gecesi, Murat Çalışkan adlı bir işçi gece mesaisinde çalışırken, güverteden malzeme ambarına açılan aydınlatılmamış yolda, önünü göremeyerek dev bir delikten 30 metre aşağı düştü ve öldü.

Denetlememekte kararlılar!
Bu örneklerde işçilerin eğitimsizliği ya da dikkatsizliği değil devletin "parlayan sektör" diye alkışladığı tersaneleri denetlememesi açıkça göze çarpıyor. Hatırlanacağı üzere, tersaneleri gezen Başbakan, "Ruhsatlı tersaneler parmak sayısını geçmiyor" itirafını yapmasına karşın "Böylesine hızlı bir gelişme, dünyanın hangi ülkesinde yaşanırsa yaşansın benzer sorunlarla karşılaşılacaktır" demişti.

Tersane sahiplerinin ve devlet yetkililerinin dillerine dolanan "ölümler kaçınılmaz" sözünün anlamı burada yatıyor. "Ölümleri engellemeye gayret etseydik böyle kâr edemezdik" demek istiyorlar. Dünyayla rekabet eden bir sektör, planlı sanayileşmeye yatırım yapılmadığında ancak işçilerin cesetleri üzerinde yükselebiliyor.

İş bulduklarına şükrediyorlar
Risklerin bilinmesine karşın, işsizlik nedeniyle özellikle doğu illerinden çok sayıda insan her yıl Tuzla'ya geliyor. Herhangi bir iş tecrübesi olmayan genç işçiler, okuma yazma bilmeseler dahi burada iş bulabiliyorler. Ailesini memleketinde bırakıp gelenler, para biriktirip evlenme umudundaki genç işçiler kalabalık bekar odalarında hiç de insani olmayan koşullarda kalıyor. Ailesiyle yaşayanlar ise her sabah onlarla helalleşerek işe gittiklerini söylüyor.

Kazalarda yaşamını yitiren işçilerin ailelerinin çoğu, yıllarca süren hukuki mücadeleyi göze alamıyor. Patronlar yasal süreci baypas ederek verdikleri bir miktar tazminat ile yaslı aileleri susturmaya çalışıyor. Buna rağmen, özellikle Limter-İş Sendikası'nın çabalarıyla son zamanlarda aileler yasal yolları zorlamaya başladılar.

Bilirkişi ana işvereni de kusurlu buldu
Geçen cuma görülen bir dava bu açıdan umut verici oldu. Tuzla'da kurulu Çelik Tekne Tersanesi'nde geçen yıl 26 Temmuz'da iş cinayetine kurban giden Yılmaz Aslan'ın ölümüyle ilgili rapor hazırlayan bilirkişi, "işveren denetim yapsa, disiplini sağlasa bu kaza olmazdı" dedi. Rapora göre kaza, "24 voltluk seyyar aydınlatma lambasına ait fişin 220 volt prize takılmasından ve 24 volt seyyar aydınlatma için ayrı bir priz sistemi kullanılmamasından" meydana geldi. Rapora göre en büyük kusur taşerona ait olsa da, ikinci kusur Çelik Tekne'ye ait.

Limter- İş Sendikası'nın Avukatı Sezin Uçar, 18 Eylül'de görülecek duruşmada Çelik Tekne patronunun da sanık sıfatıyla mahkemeye çağrılmasını talep edecek. Uçar, sanıkların '"taksirle adam öldürmek"ten değil, "kasten adam öldürmenin ihmal suretiyle işlenmesi"nden yargılanması gerektiğini belirtti.