... nasıl kurtulur?

14 Mayıs'taki ölüm yıldönümü vesilesiyle Vasıf Öngören'i anıyoruz. Asaf Güven Aksel'in kaleminden, Vasıf Öngören...*

“Sosyalist bir oyun yazarı, sadece ele aldığı konunun niteliği ile değil, ele alış yöntemi ile de, bir başka oyun yazarından ayrılmak zorundadır.”

İstanbul Üniversitesi’nin Gençlik Tiyatrosu’nda oyunculuk ve reji çalışmalarına başlayınca Vasıf Öngören, aynı üniversitedeki jeofizik eğitimini yarıda bırakmış. Yarıda bırakmış, ama, bu disiplinin sosyolojideki karşılığını gözetmesini engellememiş bu. Arada ne bağıntı olduğu sorulacak olursa, kabaca, fiziğin temel ilkelerinden hareketle “yer”i incelerken, hidrosferin ve atmosferin de hesaba katıldığı bir bilim dalı jeofizik.

Vasıf Öngören, sosyal koşulların insan bilinci üzerindeki kuşatıcı etkinliği altında, sınıfsal konumların kendiliğinden bir siyasal davranış modeli oluşturamayışına dikkat çekerken, böyle bir “hesaba katış”tan yola çıkıyordu. Eğer bir portresi çıkarılacaksa, ilk elde bunu not etmekte fayda var.

“Yoksulları kader deyin, uyutun / uyananı para verin, susturun / susmayanı zora koyun, çektirin / böyle gelmiş böyle gitsin sürdürün / Davrananı yok edin / direneni gebertin / ezin, vurun, öldürün / devam etsin bu hayat...”

Oyunun ünlü şarkısının bu nakaratını, Asiye, finalde o devam eden hayatın içinde yer bulmuş, kendisi gibi kızları satarak “bu düzende yaşamanın sırrı”na ermişken söylemektedir. Annesi Zehra’yla aynı kaderi paylaşmamasının, etini sermaye etmemesinin yolu, öyküsü ne şekilde sürerse sürsün, bulunamamıştır. Fuhuşla Mücadele Dernekleri Genel Başkanı Seniye Gümüşçü’nün hiçbir önerisi, Asiye’yi bu düzen çerçevesinde kurtaramamıştır. Daha doğrusu, Asiye, ancak başka Asiye’ler pahasına “kurtulabilecek”tir ve amacı da sadece “kurtulmak’tır!

Öngören, tek başına hayata tutunmanın yolunu arayan bir gecekondu kızını gerçek anlamda kurtaracak ne bir “olumlu tip”le karşılaştırmış, ne “sınıfsal bir çıkış”a yöneltmiştir ki, bu “sosyal jeofizik” iyice kavransın. Bütüncül bir dönüşümün zorunluluğu verili hidrosfer ve atmosferin etki alanındaki “yer”de bireysel kurtuluşun olanaksızlığı görülsün. Asiye’nin “sermaye’likten, “sermayedar”lığa yükselişle yaşadığı “kurtuluş”un niteliğini, “aracı” tarafından kendisine getirilen kızların üzerinde, oyun boyunca o yaşlardaki Asiye’nin giydiği elbiseler olmasıyla, tek bir Asiye’den söz edilmediği vurgusuyla sorgulatır.

Berlin’de Felsefe Fakültesi’nin Tiyatro Bilimleri Enstitüsü’nde, Brecht’in asistanlarından Manfret Wekwert’in reji çalışmalarına katıldığı yıllar boyunca epik/diyalektik tiyatro kuramını içselleştiren Öngören’i, sadece bir “Brechtyen” olarak tanımlamanın genel kabul görmüş olması, “Türkiyelilik” ayağının ıskalanmasına yol açmamalıdır. Yine jeofizik göndermesini kullanacak olursak, Brecht’in soluduğu atmosferde biçimlenen oyunlarındaki duruşun, Almanya’da yaşanan süreçle Türkiye’de yaşanan süreçlerin sunduğu malzemelerdeki farklılık nedeniyle, işleniş açısından tekrarlanmasının mümkün olmadığının bilincinde bir hat tutturmuştur Öngören. Epik sistemi “devrimci amaçla kullanılabilecek tek Marksist tiyatro sistemi” olarak görmesi, kendi üslubuyla karakterize edeceği bir çıkış noktası olarak anlamlandırılabilir. Haldun Taner’in “Batı’daki oyun yazarları ve yaşantı ile Anadolu arasında farklar bulunmaktadır. Bu nedenle köydeki gerçek düşüncesi ve olgusuyla oradaki gerçek düşüncesi ve olgusu aynı değerlendirilemez” saptaması, Öngören tiyatrosunun özgün niteliği için geçerlidir.

“Asiye Nasıl Kurtulur?”da, işin içine izleyicinin gözleri önünde cereyan eden ve oyun bölümlerinin ayrımını oluşturan “sunucu-önerici” diyaloglarını sokarak, sadece bir “yabancılaştırma efekti” kullanılmamış, “önerici” nezdinde de süren bir “göstermecilik” alanı genişletilmiştir. “Zengin Mutfağı”nın “gösterme”ciliği, Aşçı “Pehlivan Lütfü”nün kâh anlatıcılığı, kâh iç sesi yoluyla pekiştirilmiştir. “Oyun Nasıl Oynanmalı?”nın “sunucu”su, benzer bir işlev üstlenmiş, “yarışmacılar”sa, birer yansıtıcıya dönüştürülmüştür. Bütün bunlar yapılırken, sahneye, “Almanya Defteri – Göç”ten başlayarak, Türkiye’nin sosyal dokusundan küçük enstantaneler çıkmıştır Öngören’de. Sınıf atlama hayalleri içindeki, yaşadıkları hayatın öğüttüğü küçük insanların öyküleri. Sınıf bilinçli işçilerin adeta “vur-kaç”la görünüp kaybolduğu, ön plandaki tiplemeler hakkındaki yargının izleyiciye bırakıldığı “görüntü”ler.

“Soyutlanmış ve bilimsel bilgi haline gelmiş genel doğruların sahne diliyle yeniden ifade edilmesi, gerçeği yazmak anlamına gelmez. Öğretiyi öğretmek, tiyatroda, canlı gerçekten kaçmaktır.”

İdeolojik şekillenmenin ve bilinç faktörünün “jeofizik” aktarımının çarpıcı örneği, “Zengin Mutfağı”nın Selim’idir örneğin. Yoksulluk nedeniyle nişanlısı olan hizmetliyle evlenememe durumundaki Selim, 15-16 Haziran işçi eylemine katıldığı için aranan devrimcilerden birini tanıması ve yerini bilmesiyle, ihbar karşılığı para kazanabileceğini ve böylece nişanlısını, “zenginlere hizmet etmekten” kurtarabileceğini düşünür. Süreç, “evin beyi”nin has adamı bir faşiste dönüşmesi ve nişanlısına düşman kesilmesiyle sonlanır. Aynı süreç, bir fabrikada çalışmaya başlayan nişanlısının devrimcileşmesine yol açacaktır ve anlatıcı Aşçı, bir gazetede, karşı karşıya saflardaki iki eski nişanlıyı görmesiyle ürkek bir sorgulamaya adım atacaktır. Öngören’in bu “serimlemesi”ne bugünden değil, 70’lerden bakıldığında, Selim’in sınıfsal konumu ile faşistleşmesindeki örtüşmezliğin masaya yatırılmasının önemi ortaya çıkar.

“Bir yazarın işi gerçeği anlatmaktır. Tabii gerçek üzerine farklı bakışlar var. Gerçeği anlatmak, yazmak sorunu, özellikle Batı’da bireyin gerçeğini yazmak şeklinde gelişmiştir. Oysa birey gerçeğin bir ucu... Gerçek, değişken bir yapıya, bizlerden bağımsız kendi kanunlarıyla gelişen temel bir yapıya sahiptir ve ancak toplumsal varoluş bilinciyle belirlenir. İşte son oyunumda sosyal değişimlerin kişinin kaderini nasıl değiştirmeye zorunlu olduğunu anlatarak gerçeği yansıtmaya çalıştım.”

Sosyal yaşamın unsurlarını devingen bir bütünlükte aktarmaya çalışırken, Öngören, bu yöntemin tiyatro alanına uygulanışını da benzer biçimde açıklar.

“Tiyatronun bir burjuva eğlencesi olmaktan çıkartılması isteğe bağlı değildir. Bir üstyapı kurumu olan tiyatronun kendine özgü değişme ve gelişme kanunları vardır. Genel bir hareketten soyutlanamayacağı gibi, bu kanunlar göz önünde tutulmadan tiyatroya ayrı bir nitelik kazandırmak da mümkün değildir. Tiyatronun sınıfsal niteliğini değiştirmek, sadece seyirci seçmekle de mümkün değildir. Bu noktada tayin edici ana faktör, ‘sahne’ dir. Devrimci bir yapıya sahip olmayan sahne ile en devrimci sınıfa seslenilse bile, bunun kimi kuruluşların köyde düzenledikleri defilelerden daha ayrı bir anlamı olacağını sanmıyorum. Giderek, bu oyunlarda kimi devrimci konular ele alınsa bile, durum değişmez.”

“Gösterici” sahnesinin arkasında, açıkça taraflı bir ideolojik bakışın durduğu Vasıf Öngören, 14 Mayıs 1984’te öldüğünde, henüz 46 yaşındaydı ve bunun iki yılını, “gizli örgüt” kurduğu iddiasıyla cezaevinde geçirmişti. Oyunları, sahneleneceği mekanların bombalanmasıyla da, ödüllerle de karşılandı. Gazetelerde yazdı, senaryolar, radyo oyunları üzerinde çalıştı. Halk Oyuncuları’nda profesyonel oyuncu oldu, Ankara Birliği Sahnesi’ni kurdu. Brecht’ten “Adam Adamdır”, “Faşizmin Korku ve Sefaleti”, “Sezuan’ın İyi İnsanı”nı, Nâzım Hikmet’in destanından oyunlaştırdığı “1941-42’den İnsan Manzaraları”nı sahneye koydu. Kızı Aslı’ya, “Masalın Aslı”nı yazdı. Hollanda’da Türk işçi ve öğrencileri eğiterek tiyatro topluluğu oluşturdu.

Bütün bu uğraşları Amsterdam’da bir kalp kriziyle sona erene kadar, şunu savunmuştu: “Yazar, gerçeğin değişebilir olduğundan başka bir şey öğretemez.” Zaten, “tiyatronun jeofiziği” de budur...

Asaf Güven Aksel (soL)

* Yazı daha önce "Solabakan" köşesinde, haftalık soL dergisinde yayınlanmıştır.