Cenk Saraçoğlu yazdı: Reyhanlı Saldırısı ve Haziran Direnişi

Cenk Saraçoğlu'nun Barış Derneği'nin aylık bülteni "Barış Gündemi" Temmuz ayı sayısında yer alan "Reyhanlı Saldırısı ve Haziran Direnişi" yazısını soL okurları ile paylaşıyoruz.

Barış Derneği'nin aylık bülteni "Barış Gündemi" Temmuz sayısına tıklayarak ulaşabilirsiniz.

Cenk Saraçoğlu

Mayıs ayında Reyhanlı’da gerçekleşen bombalı saldırı ortaya çıktığı siyasi bağlam, yarattığı etki ve aynı zamanda devlet aygıtının saldırının sonuçlarını yönetmekte kullandığı stratejiler açısından cumhuriyet tarihinde şimdiye kadar görülmemiş özellikler barındırıyor. Bu durum AKP’nin kurucusu olduğu rejimin ayırt edici niteliklerinin bu saldırıyı hazırlayan koşulları ağırlıklı olarak belirlemesi ile ilgili. Daha ileri giderek şöyle söyleyebiliriz: Reyhanlı gibi bir olay ancak AKP’nin kurmaya yeltendiği “yeni rejimde” ya da İkinci Cumhuriyet tasarımı içerisinde ortaya çıkabilirdi yani Reyhanlı AKP dönemine mahsus, bu dönemi karakterize eden özelliklerin belirleyici olduğu bir olaydır. Reyhanlı saldırısı hem AKP’nin sorumlusu olduğu hem de ona özgü bir siyasi krizdir. Bu bakımdan, her ne kadar bu olaydan bir ay sonra ortaya çıkan Haziran direnişi halkın özel olarak Reyhanlı’da ortaya çıkan siyasi krize yönelik bir tepkisinin ürünü olmasa bile AKP’nin ve ona bağlı devlet aygıtının Haziran direnişi süresince sergilediği tutumun anlamını kavramak açısından Reyhanlı saldırısını incelemek önem taşıyor.

Haziran direnişi karşısında seferber edilen ideolojik aygıtlar ve güvenlik araçları Reyhanlı’da belirgin bir şekilde kendini ele veren yeni rejimin kendine mahsus özelliklerini taşımaktadır. Haziran direnişi ile sokaklara dökülen halkın öfkesini yönelttiği düzen Reyhanlı saldırısını da “idare etmeye” çalışan düzendir. Reyhanlı’nın Tarihsel Farklılığı Reyhanlı saldırısının kimi biçimsel özellikleri AKP’nin yeni rejim tasarımını, yani İkinci cumhuriyetin tarihsel özgüllüğünü ortaya seriyor. Öncelikle Türkiye tarihinde ilk defa bir hükümet kendi vatandaşlarının kasten başka bir devlet tarafından hedef alınmış olduğu iddiasında bulunuyor (“Sovyet tehdidi” söyleminin en yüksek perdeden dile getirildiği Demokrat Parti yıllarında bile böyle bir iddia ortaya atılmamıştı). Yani cumhuriyet tarihinde ilk defa resmi ağızlardan Türkiye topraklarının bombalandığı ifade edilmiştir. İkinci olarak cumhuriyet tarihinde ilk defa devlet kendi yurttaşlarının başka bir ülkenin tehdidi altında olduğu iddiasında bulunmasına rağmen halkın genelini bu “tehlikeye” karşı mobilize etme konusunda tam bir acizlik yaşamıştır.

Şöyle de söyleyebiliriz: bir dış tehdit ve saldırı iddiasının bu kadar yüksek perdeden dile getirilmesi ile halk kesimlerinin buna karşı gösterdiği tepki arasında cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar bir bakışımsızlık, bir uçurum söz konusu. 6- 7 Eylül’ü, 1974’ten önce ve sonra Kıbrıs meselesini, 1980 sonlarında Bulgaristan ile yaşanan “soydaşlar krizindeki” kitle tepkisini hatırlayalım. Kardak gibi modern uluslararası ilişkiler tarihinin Yeni Osmanlıcılığın Koyulaşan Sınırları ve Haziran Direnişi belki de en yapay krizlerinden birinde bile bugünkünden daha fazla kitlesel bir galeyan ve duyarlılık yaratılabilmişti. Düşünsenize, komşu bir devletin planlı bir saldırıyla onlarca TC yurttaşını öldürdüğü resmen ilan ediliyor, bırakın sokağa taşan bir infiali, kimi yandaş köşe yazarları dışında bireysel düzeyde bir öfke bile gösterilmiyor stadyumlarda “Kahrolsun Suriye” diye değil, “Hükümet İstifa” diye bağırılıyor. Resmi ağızların iddia ettiği şekilde gerçekleşen bir saldırıyla uyumlu ölçüde bir kitlesel öfkeyi arkasına zinhar alamayacağını olayın ilk günü anlayan devlet, olayı “hatırlatacak” her şeyi örtmeye baskılamaya çalışıyor. Başka bir devletin saldırısı altında olduğunu açıkça iddia edip de buna inanmayan halkın aldırışsızlığına teslim olmak ve bunu veri almak zorunda kalan bir hükümete Türkiye’de ilk defa rastlanıyor. Reyhanlı tüm bu özellikleriyle cumhuriyet tarihinde eşi benzeri pek olmayan bir kriz durumunu anlatıyor.

Yeni Rejim Tasarımının Niteliği ve Reyhanlı Saldırısı Reyhanlı’daki olayın bu biçimsel farklılığı aslında AKP’nin taşıyıcısı olduğu hegemonya projesinin, ya da yeni rejimin niteliksel farklılıklarıyla ilgili. Niteliğin – ya da öz diye de okuyabilirsiniz- kendisini biçime bu kadar dolaysız ve net bir şekilde aktarabilmesi iki şeye işaret ediyor: Yeni rejim artık belirli bir olgunluk seviyesine ulaştıktan sonra kendi karakterini, geçmişin (birinci cumhuriyetin) yükleri olmaksızın daha dolayımsız bir şekilde güncelliğe dayatabiliyor. Bu durumun işaret ettiği ikinci şey ise olgunlaşan bu yeni rejimin en çok Suriye gündeminde sıkışıyor ve bu sıkışmayı kendi ayırt edici özelliklerini, yani niteliğini en çok da Suriye meselesinde seferber ederek aşmaya çalışıyor olmasıdır. Suriye meselesinde kriz derinleştikçe AKP’nin Sünnilik temelli milliyetçi projesinin içeride daha da belirginleşmesi bununla ilgili. Yani Suriye gündemi bir yandan AKP’nin son 10 yıldır inşa etmekte olduğu yeni rejimin kullanılan ideolojik ve siyasi araçlar bakımından en gelişkin bir şekilde seferber edilmesini hem de bu rejimin en büyük sıkışma noktasını, en derin krizini temsil etmektedir. İşte Reyhanlı saldırısının bahsettiğimiz biçimsel özellikleri tam da bu niteliksel farklılıkla ilgilidir: Reyhanlı saldırısı AKP’nin ülke içinde belirli bir olgunluk seviyesine taşıdığı yeni hegemonya projesini bölgesel siyasette aşırı bir özgüvenle zorlamaya ve test etmeye kalkmasının bir neticesidir.

Öte yandan hem bu saldırı hem de sonrasında iktidarın düştüğü durum aynı zamanda projeyi bu gelişkinlikte sürdürebilmenin ve daha ileri taşıyabilmenin sınırları olduğunu ve özellikle Suriye gündeminde her ileri hamlenin bir krizle sonuçlanacağını göstermektedir. Reyhanlı olayı hem AKP’nin yeni hegemonya projesinin kendine mahsus özelliklerini hem de onun krizini kendi bünyesinde son derece dolayımsız bir şekilde taşımaktadır. Başta bahsettiğimiz biçimsel farklılığa yansıyan nitelik budur. Peki, kendi özelliklerini Reyhanlı saldırısını hazırlayan koşullara ve sonrasına yansıtan bu yeni hegemonya projesi bu olgunlaşmış biçimiyle neye benzemekte, nereye doğru gitmektedir? İçeride bilinçli kültürel homojenleştirme politikaları, insanların özel hayatlarına bedenlerine, yediğine içtiğine kadar karışmaya yeltenen bir otoriterleşme, devletin sahibi gibi davranan kültleştirilmiş bir lider, korporatizm özlemi, rejimin ve partinin propagandasını yapmakta olan geniş bir “entelektüel” çevre, tüm bunlara eşlik eden imparatorluk nostaljisi ve kendisiyle önceki arasında kesin bir çizgi çizen bir “kopuş” söylemi dışarıda emperyal, agresif ve irredantist bir uluslararası politika arayışı, etkinlik alanını eski imparatorluk toprakları olarak işaretleyen saldırgan bir dış politika ve kendi yokluğunu ülkenin felaketi olarak gören bir parti örgütlenmesi. Tüm bu özelliklere sahip bir rejim tasarımının neye benzediğini görmek için en elverişli karşılaştırma noktası yukarıda bahsedilen pek çok özelliği kendi içinde birer yapıcı unsur olarak barındıran 20. yüzyıldaki faşizm pratikleri, özellikle de İtalya’da 1920’li yılları kaplayan Mussolini rejimidir. Bu noktadan yola çıkarak bugün içinde yaşadığımız AKP’nin kurucusu olduğu düzenin bir tür “faşizm” olarak nitelenip nitelenemeyeceğine dair tartışmalara bir açılım sağlamak mümkün olabilir. Eğer meseleye bir tür “karşılaştırmalı siyaset” perspektifinden yaklaşarak faşizmi Mussolini İtalya’sı ve Alman Nazizmi’nde ortak olarak görülen ve birbirini tamamlayan özelliklerin bir toplamı olarak görecek ve bir rejimin faşizm olarak nitelenebilip nitelenemeyeceğini bu özelliklerin ne derece karşılandığı üzerinden değerlendireceksek AKP’nin kurmak istediği ve Reyhanlı’da yaldızları dökülen otoriter rejimin “faşizmden eksik” olduğu sonucuna varılacaktır.

Zira Almanya ve İtalya’daki tarihsel örneklerin ana unsurlarından biri olan “liberal-burjuva demokratik kurumların topyekûn tasfiyesi” ve işçi sınıfı ve halkın diğer muhalif kesimlerinin muhalefetinin varoluş koşullarını, bu muhalefetin herhangi bir şekilde ortaya çıkmasını engelleyecek şekilde yok etmeye yönelik sınırsız bir terör ve bu terörün yürütücüsü görevini üstlenecek paramiliter bir kitle henüz zuhur etmemiştir. Öte yandan Marksistler faşizm analizini böyle durağan bir karşılaştırmalı perspektif üzerine kuramazlar bu kavramı tarihsel ve sınıfsal bir çerçeve içerisinde anlamlandırmaya çalışırlar. Bu noktadan bakıldığında faşizm sermaye sınıfının, halk kesimleri üzerindeki hegemonyasını burjuva demokratik kurumlar içerisinde kuramayacak derecede sıkıştığı bir süreçte içerisine girdiği bir yönelim olarak değerlendirilebilir. Hal böyleyken belki bugün bahsettiğimiz tarihsel özelliklerin tümünü barındıran bir faşist düzeni deneyimlemiyor olabiliriz ama mevcut haliyle Reyhanlı’da kimi özellikleri olgunlaşan rejimin en başta sermaye sınıfının 2001’deki krizine yanıt olarak biçimlendiğini ve yeni krizlerle karşılaştığı her noktada faşizme yakınsayan özelliklerinin daha da yerleştiğini söyleyebiliriz. Bu durumda faşizm koşulları altında yaşamıyorsak bile faşist karakteri ve yönelimleri olan, sıkışma anında faşizme yönelmekten başka şansı olmayan bir yeni rejim kurgusundan ve onun partisinden bahsedebiliriz. Peki, yukarıda bahsedilen özelliklere sahip olan yeni rejim kurgusunun aynı zamanda bir sıkışma içerisinde olduğunu nereden anlıyoruz: Yine Reyhanlı’ya bakarak.

Yeni Osmanlıcılığın Reyhanlı’da Belirginleşen Sınırları
Reyhanlı saldırısı bu özellikler temelinde olgunlaşan yeni rejimin dışarıda ve içeride aşılması oldukça zor sınırları olduğunu ve AKP’nin genişleyen iktidarının bu sınırlara dayandığını gösteriyor. Birincisi AKP’nin Ortadoğu’daki Osmanlı mirası tarafından belirlenen etki alanında (buna Davutoğlu “havza” demekte, biz lebensraum olarak da okuyabiliriz) hâkimiyet kurmasının önünde hem bölgesel hem de küresel ölçekte ortaya çıkan sınırlar söz konusudur. Organize edenlerin kim oldukları ve niyetlerinden bağımsız olarak Reyhanlı saldırısı sonrasında hükümetin yaşadığı kilitlenme bölgede sürekli değişen dengeler karşısında AKP hükümetinin son derece kırılgan olduğunu göstermektedir. Yayılmacı bir dış politikanın sonuçlarını önceden kestiremeyen ve bu sonuçları göğüsleme kapasitesinden yoksun bir iktidarın irredantist ve emperyal bir politikayı geldiğimiz noktada şimdilik daha fazla zorlaması mümkün gözükmemektedir.

İkincisi ve bence daha önemlisi ise ülke içinde halkın önemli bir kesimi ile parti-devlet arasında özellikle istikrar vurgusu üzerinden güçlü bağlar oluşturan Sünnilik temelindeki milliyetçiliğin bölgesel ölçeğe uyarlanmaya çalışıldığında bir kitle tabanı yaratamamasından kaynaklı sınırlardır. Her ne kadar Türkiye siyasi tarihi içerisinde dinsel-kültürel ortaklıklara ve “hassasiyetlere” vurgu üzerinden yaratılan kitle hareketlerine ve infiallere bol miktarda rastlansa da bunlar daha çok “mevcuda” yönelik bir tehdidin varlığı düşüncesi üzerinden halk kesimlerinde bir meşruiyet kazanırdı. AKP ise bundan farklı olarak bahsettiğimiz Sünni temelli ortaklıkları Suriye gündeminde daha ofansif bir “büyük Türkiye” projesi ile ilişkili bir şekilde harekete geçirmeye çalışmakta. AKP’nin içerideki destekçi bloğunu genişletmekte ve sağlamlaştırmakta önemli rol oynayan İslami referanslara dayalı milliyetçi söylem dışarıda “risklerle” dolu bir dış politikaya rıza ve kitle desteği sağlamakta çeşitli nedenlerle etkisiz kalmaktadır. Reyhanlı saldırısı sonrasında olayın vahametine rağmen AKP’nin ne yaptıysa da Suriye karşıtı bir “milli kenetlenme yaratamaması” sonrasında ise meseleyi mecburen geçiştirme yönündeki eğilimleri bahsettiğimiz hegemonya projesinin artık içeride de kendi sınırlarına eriştiğini göstermektedir. Dışarıdaki yayılmacı heveslerine kendi tabanından bile kitle desteği devşiremeyen bir siyasi iktidarın dış politikada bahsettiğimiz doğrultuda daha fazla ilerlemesinin önünde bir de böyle bir iç sınır söz konusudur.

Yeni Osmanlıcılığın Muhtemel Geleceği
Reyhanlı saldırısı ile içerideki ve dışarıdaki sınırları belirginleşen yeni rejim arayışının geleceği ile ilgili bu tabloya bakarak hiç değilse bazı öngörülerde bulunabiliriz: Öncelikle Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyaretinde de ortaya çıktığı gibi AKP’nin bölgede kendi inisiyatifini bölge dengelerini hiçe sayar bir şekilde daha fazla zorlamaya yönelik kimi çıkışlarına devam etmesi mümkün gözükmemektedir. Bu durum bir süredir Suriye politikasında ABD ile Türkiye arasında bazı strateji farklılıklarından doğan açının birincisi
lehine daha da fazla kapanacağını, zaten ancak ABD ve İsrail’in belirlediği bir sahada kendi açılımlarını hayata geçirmeye çalışan AKP’nin artık bu sahadaki görece özerk faaliyetlerinin sınırlanacağını ve ABD’nin vizyonu ile AKP’nin dış politikası arasındaki kısalan mesafenin bağımlılığı daha da açığa çıkaracağını göstermektedir. Türkiye içerisinde de AKP’nin zaten ikna edicilikten uzak olan Suriye politikasının iyice itibar yitirmesi aynı zamanda “Büyük Türkiye” vurgusuna dayalı milliyetçi çizginin de ideolojik etkisini sınırlandırabilir. AKP’nin aynı vurguyu Kürt meselesindeki müzakere sürecini meşrulaştırmaya çalışmakta kullandığı düşünüldüğünde Reyhanlı’nın ardından AKP’nin müzakere sürecinde kendi tabanı karşısındaki meşruiyet açığını daha fazla gidermeye yönelik adımlar atmaya çalışması beklenebilir. Bu da müzakere süreci ile Reyhanlı saldırısının aynı bütünlük içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini, birine yönelik olarak geliştirilecek perspektifin kaçınılmaz olarak diğerini tamamlayacağını göstermektedir.

Reyhanlı’da Sıkışan Rejimin Haziran Direnişiyle İmtihanı
Reyhanlı’da ciddi bir meşruiyet krizi yaşayan yeni rejim tasarımının yukarıda bahsedilen muhtemel yönelimi hiç kimsenin beklemediği kadar kısa bir süre sonra ve kimsenin hesaplamadığı bir dinamiğin neticesinde kendisini iyiden iyiye belli etti. Yeni rejim arayışının içerisine sığmamayı ve onunla bir doku uyuşmazlığı yaşamayı bırakın, AKP’nin kendi kitle desteğini konsolide etmek için alenen düşmanlaştırdığı kesimlerin bir arada sergilediği görülmemiş bir halk kalkışması olan Haziran direnişi Reyhanlı’da niteliği ve sınırları belirginleşen rejimin faşizme dönük yüzünün alenileşmesine yol açtı. Faşizm sermaye sınıfının yönetememe krizi karşısındaki bir yönelimi olarak görülmeli, bir süreç olarak değerlendirilmelidir demiştik. Haziran Direnişi karşısında AKP’nin bu yönelişini hızlandırdığını, ama hızlandırırken de yeni rejimin Reyhanlı’da ortaya çıkan sınırlarıyla baş etmeye çalıştığını gözlemliyoruz. Bu sınırlardan birisinin AKP’nin milliyetçi projesinin dışa dönük bir yayılmacılık eğilimi içine girdiğinde kendi kitlesinde bile bir heyecan ve hareketlenme yaratamaması olduğunu söylemiştik. Haziran direnişi memlekete yeniden sahip çıkma güdüsüyle ve gerçek toplumsal taleplerle sokaklara çıkan halk karşısında AKP’nin kendi destekçi tabanının bir politik gövdeye dönüştürememesi bahsettiğimiz bu “iç sınırın” varlığını bir kez daha teyit etmiş oldu. Bu durum, bir yandan, bir kriz karşısında faşist yönelimini hızlandırmaktan başka çaresi olmayan bir partinin bu yöneliş için ihtiyaç duyduğu saldırgan “kitle mobilizasyonunu” yaratmadaki sıkıntılarına işaret ediyor. AKP’nin özellikle Tayyip Erdoğan’ın gayretleriyle bu eksikliği kapatmaya yönelik gayretler içerisine girdiğini, hatta bu iş için yardımına bir provokasyon üstadı olan Melih Gökçek’i çağırdığını gözlemledik. Direniş sürerken Tayyip Erdoğan’ın havaalanında yaptığı konuşma, Ankara, İstanbul, Samsun ve Erzurum gibi yerlerde devlet ve belediye zorlamasıyla organize ettiği mitingler başlı başına rejimin bu ihtiyacını kapatmaya yöneldiğinin işaretlerini taşıyordu. Bu mitinglerde Tayyip Erdoğan’ın Gezi direnişine katılan kitleyi “camide bira içme” ve “bayrak yakma” gibi kuyruklu yalanlarla yaftalayıp, kendi destekçi tabanını bunlara karşı kışkırtmaya yönelmesi AKP’nin Reyhanlı’da Suriye’ye karşı mobilize edemediği kitlesini bu kez bir iç düşman üzerinden “yakalamaya” yönelik tanıdık, müptezel ve bir o kadar da korkutucu bir çabaya işaret ediyordu. Bu “faşizm açığını” kapatmaya yönelik gayretlerin istenilen düzeyde sonuç vermediğinin en önemli göstergesi ise belki de Türkiye tarihinde ilk defa bir iktidar partisinin mitinginde (ya da herhangi bir parti mitinginde) başka bir partinin, MHP’nin bayraklarının bu partinin inisiyatifi olmaksızın dalgalandırılmasıydı. Reyhanlı’da temel hatları ortaya çıkan rejimin içeride ne kadar koyu sınırlara sahip olduğunun AKP açısından en hazin ifadesi bana kalırsa bu mitinglerde dalgalanan MHP bayraklarıdır. Yeni rejim tasarımının “faşizme” yönelirken ortaya çıkan açıklarını kapatmaktaki kendi kitlesinin karakteri ile bağlantılı iç sınırlarından daha da önemli olan bir kriz dinamiği ise bu rejime sığmayan milyonlarca insandır rejimin faşizme doğru koşmakta olduğunu sezerek eşine rastlanmadık bir olgunlukla yirmi günde kendi cephesini oluşturmuş olan halktır. Haziran direnişi ile halk bir yandan AKP’yi faşizm doğrultusundaki yönelimlerini hızlandırmaya zorlarken diğer yandan da buna yönelik her depara kalktığında ayağına dolanan, çelme takan bir dinamik olarak ortaya çıkmıştır. Reyhanlı’da temel hatları ortaya çıkan AKP rejimine sığmayan milyonlar onun bundan sonraki her hamlesini bozma kapasitesine ve cüretine sahip olduklarını gösterdiler Türkiye’de ve bölgede AKP’nin yayılmacı politikalarına karşı gerçek bir set Haziran günlerinde direnen insanlarla birlikte kurulacak Haziran direnişi bu anlamıyla gerçek bir barışın garantisidir.