Neoliberalizm ırkçılığı nasıl körüklüyor?

Irkçılığı suçlamak kolayına kaçmak. Aşırı sağ, kemer sıkma nedeniyle ortaya çıkan ekonomik krizin günah keçisini göçmenler olarak belirlemiş durumda. Ancak sorunun temeli, neoliberalizmde yatıyor, sağcı siyasetçiler ise sol bir alternatifin yokluğunda bunu fırsata çeviriyor.

Çeviri: Selçuk Işık

soL'un notu: Ben Norton'un 1 Temmuz 2016 tarihine Salon'da yayımlanan bu makalesi, Brexit konusunda bazı kestirmeci yargılara ve Corbyn-Sanders gibi "yeni solcular"dan fazla beklentlere sahip olmasına rağmen, Brexit ve Trump'ın etrafında kopartılan "ırkçılık" tartışmalarının kapitalizmin son 40 yılındaki serüvenine bağlı bulunduğunu ve sistemin merkezine tutunarak bunlarla mücadele edilemeyeceğini göstermesi açısından önemli.


İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılma oyu kullanmasının ardından ortalık karıştı. Kargaşanın ortasında, kimileri bu beklenmedik sonuçlardan ırkçılığı ve gericiliği sorumlu tuttu.

Yabancı düşmanlığının ve göçmen karşıtı duyarlılığın İngilizlerin AB’den ayrılma kararının, yani Brexit’in ardındaki güçlü etkenler olduğuna şüphe yok. Ancak bazı medya kuruluşlarının ve siyasetçilerin yaptığı gibi, seçim sonucunun salt ırkçı bir olgu olarak tarif edilmesi meselenin çarpıtılması anlamına gelir. Neoliberal politikaların körüklediği ekonomik krizin ırkçılığı ne kadar tırmandırdığı görmezden gelinmektedir.

Brexit oylamasının ırkçı yorumuyla ekonomik yorumunu karşı karşıya koyup birinin doğru olduğunu iddia etmek yanıltıcıdır. Aksine her iki unsur da birbirine sıkıca bağlıydı ve biri diğerini ciddi ölçüde etkiledi.

Brexit’in gerek İngiltere gerekse de Avrupa’nın geri kalanında aşırı sağın zaferi olduğuna hiç şüphe yok. Kıta genelinde aşırı sağ partilere kendi referandum oylamalarına çağrı yapma konusunda ilham vermesi cidden tehlikeli neo-faşist hareketlerin güçlenmesine katkıda bulunabilecek bir gelişmeydi. 

Ancak söz konusu aşırı sağcı, milliyetçi, ırkçı güçlerin nasıl geri püskürtüleceğini anlamak için işçi sınıfının ciddi ekonomik sorunlarını istismar eden bu güçlerin bu seçmenleri nasıl da kendilerine çektiklerini kavramak gerekiyor.

Brexit destekçileri birçok boş vaatte bulundular. Yandaşlar AB’den ayrılmanın Britanya’ya göçü yavaşlatacağını iddia etmekle kalmayıp böylece ülkenin sosyal hizmetlere daha fazla kaynak aktarabileceğinde ve ekonominin güçleneceğinde ısrarcı oldular.

Bu son vaatler oldukça gözdeydi. Sıradan bir Britanyalı (ve bilumum Avrupalı) açısından ekonomik olarak işler yolunda gitmiyordu. 2008’de yaşanan finansal çöküntünün ardından sönük bir iyileşme yaşandı ve ülkeler durmaksızın sosyal harcamaları kamçılayan ve kamu hizmetlerini kısan kemer sıkma tedbirlerini dayattı.

Kamu sektörünün içinin boşaltıldığı İngiltere’de ücret büyümesi durgun ve yoksulluk (özellikle çocuk yoksulluğu) yükselişte. Guardian’ın belirttiği üzere; “İki yıllık refah kesintilerinin yüzbinlerce insanı açlık sınırının altına ittirmesinden dolayı İngiltere’de yoksulluk yükseliyor.”

Gazetelerin “On yıl sonra ilk kez İngiltere’de yoksulluk seviyesi yükseliyor” manşetleriyle Brexit sonuçlarının aynı haftaya denk gelmesi hiç tesadüf değil. İşler gitgide kötüye gidiyor ve herkes bunun farkında. Değişim istiyorlar; ama ellerindeki seçenekler çok kıt. 

Ayrılma kampanyasının sağcı destekçileri, aynı dünya genelindeki aşırı sağ benzerleri gibi giderek artmakta olan ekonomik sorunlar karşısında yaygın olarak hissedilen kızgınlıktan faydalanarak bu öfkeyi neoliberal politikalar yerine göçmenlere, yabancılara ve çok kültürlülüğe yöneltti.

İngiltere’nin ana akım partileri Muhafazakar Parti ve İşçi Partisi, her ikisi birden bu zaman zarfında yıllarca neoliberal ekonomiye; yani özelleştirme, liberalleştirme ve kamu harcamalarında kesintiler, devletin sindirilerek şirketlerin daha fazla güç kazanması gibi aşırı kapitalist politikalara uyum sağladı.

Yıllardır kendi neoliberal politikalarını uygulamakta olan ABD hükümeti bile AB’yi o hafta “kemer sıkma politikalarını gevşetmesi” konusunda uyardı.

AB’nin dayattığı neoliberalizmin Brexit desteğini körüklediğini  dolaylı olarak kabul eden ABD’li bir yetkili  “İş büyümesi ve ekonomik büyüme açısından bakıldığında ekseriyetle kemer sıkma politikalarını gevşetmek akıllıca olacaktır.” diye belirtiyordu.

Dünya genelinde özellikle Küresel Güney ülkelerini neoliberal “yapısal uyum” programlarını benimsemeye zorlayan bir kuruluş olan, neoliberalizmin önde gelen uluslararası vaizi Uluslararası Para Fonu (IMF) geçenlerde hazırladığı bir çalışmada neoliberalizmin “yere çakıldığını” kabul ediyordu.

IMF ekonomistleri İngiltere tarafından da uygulanan neoliberal politikaların eşitsizliği arttırarak ekonomide uzun vadeli büyümeye ve istikrara zarar verdiği sonucuna varıyordu.

“Ekonomideki eşitsizlik hasarına ilişkin bulgunun, politika yapıcıların yeniden bölüşüm konusuna şimdiye kadar olduklarından çok daha açık olmaları gerektiğini ortaya koyduğunu” belirten araştırmacılar “bazı durumlarda vergiler ve kamu harcamaları kullanılarak sorunlara çare bulunmak zorunda olunduğunu” kaydediyorlardı.

Zengini vergilendirmenin ve kamu harcamasını artırmanın ille de büyümeye zarar vermeyeceğini kabul eden IMF ekonomistleri “Neyse ki, bu gibi politikaların ister istemez büyümeye zarar vereceği korkusu asılsız.” diye ekliyordu.

IMF’nin yakın çalıştığı AB de aynı IMF gibi, ekonomik çalkantı içerisinde boğulan ve kemer sıkma politikalarından kan ağlayan Yunanistan gibi üye devletlere yıllarca neoliberal politikaları dayattı.

Ne var ki Britanya solu AB neoliberalizmine alternatif üretmedi. Aşırı sağa göçmenliği ve bürokrasiyi suçlayarak durumu istismar ettiği siyasal bir boşluk bırakarak fırsatı değerlendiremedi. AB’yi merkeze alan solcu eleştiriler kuşkusuz var; ancak Brexit kampanyasına sağ, hatta aşırı sağ tarafından yön verildi.

GÜNAH KEÇİSİ GÖÇMENLİK

Brexit oylamasından önce sağcı medya kuruluşları “Kitlesel göçe dayalı olarak nüfusun aniden dört milyon artması İngiltere’nin çehresini sonsuza dek değiştirecek” gibi abartılı manşetlerle bezenmiş yazılar geçtiler. Ancak bu abartılı hikayeler sözde kültürel bir tehdide dönük ırkçı görüşleri benimsemekle kalmayıp ekonomik argümanları vergi mükelleflerine korku aşılamak için kullanıyordu.

“Ayrılmaya Oy Ver kampanyasının göçün kamu hizmetleri üzerindeki etkisine dönük yeni bir odaklanmaya dönüşmesi bekleniyor.” diye yazan sağcı The Telegraph, “Göçmenlerin barınma konusunda yaptığı fazladan taleplerin uçsuz bucaksız yeşil kuşak arazilerini silip süpüreceği” konusunda uyarıda bulunan Muhafazakar Partili Brexit yanlısı politikacı Chris Grayling’ten alıntı yapıyordu.

Bunu, sağcı İngiltere Göçmen İzleme grubu başkanı Alp Mehmet’ten yapılan bir alıntı izliyordu; “Ülke zaten bir konut kriziyle yüzleşiyor ve genel sağlık hizmetleri (GP) çok büyük baskı altında. Aynı zamanda çok yakın gelecekte ilkokul yerlerinin bütçe açığı olacağı öngörülmekte.”

Bu sorunlar (barınma krizi ve kira maliyetlerinin giderek artması, Ulusal Sağlık Hizmeti için fon bulunamaması ve ilkokulların bütçe açığı) hepsi birden neoliberal ekonomik politikaların doğrudan birer sonucudur. Ne var ki Brexit destekçileri hükümetin kemer sıkma tedbirlerini suçlamak yerine sıradan Britanyalıların ve günah keçisi göçmenlerin katlandığı gerçek ekonomik sorunları istismar etti. 

Öyle ki, ayrılma yanlısı kampanyanın en çok konuşulan konularından birisi İngiltere’nin halk arasında tutulan toplumsal sağlık hizmeti Ulusal Sağlık Hizmeti NHS için Britanya’nın AB’den çıkarak güya daha fazla fon sağlayabileceğiydi.

Göçmen karşıtı  duyarlılığın yanısıra bu konu Brexit savunucularının ana argümanlarındandı. Brexit destekçilerinin başını çeken eski Londra belediye başkanı Boris Johnson, İngiltere’nin her hafta AB’ye ödediği milyonlarca dolar verginin artık NHS’nin fonlanması için kullanılacağı vaadiyle ağır bir kampanya yürüttü. Hatta bu vaatle süslenmiş bir otobüsle ülkeyi bile turladı.

Brexit’i destekleyen sağcı liderlerin çoğunun gerçekte özelleştirmeyi ve diğer neoliberal ekonomik politikaları bizzat destekledikleri düşünüldüğünde bu strateji başından beri tuhaftı; ama siyasi rant uğruna NHS gibi sosyal hizmetlerin popülaritesinden utanmazca istifade ettiler.

Parlak Brexit oylamasından sadece birkaç saat sonra muhtemelen beklenildiği gibi bu liderler yanlış anlaşıldıklarını iddia ederek vaatlerinden geri basmaya başladılar. Ancak stratejileri seçmenleri etkileme konusunda belli ki çok etkiliydi.

TRUMP VE TİCARET

Aşırı sağ Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump da benzer bir stratejiyi ABD’de sürdürüyor. Bu, kendisinin nüfusun bazı bölmelerindeki muazzam popülaritesini kısmen açıklıyor.

Donald Trump ırkçı mitleri ve klişeleri özgün ekonomik sorunları bulunan Amerikan işçi sınıfına korku aşılamak için kullanıyor. Söz konusu ekonomik sorunların suçunu göçmenlerin üzerine atarak ABD’yi hayatın o kadar zor olmadığı dönemlere geri döndüreceği vaatlerinde bulunuyor.

Trump bir yandan da işçi sınıfının sıradan yurttaşlarının sırtından çok uluslu şirketlere kazanç sağlayan NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi) ve Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) gibi neoliberal ticaret anlaşmalarına çok yerinde eleştiriler getiriyor.

Ondan asıl etkilenecek olan yurttaşların herhangi bir katkısı olmaksızın güçlü şirketlerin girdileriyle gizlice yazılan global bir ticaret paktı olan TPP “şirketlere verilmiş bir armağan” ve “hormonlu NAFTA” olarak tarif edildi. Emek grupları ve sendikalar anlaşmanın işçi haklarının altını oyduğu ve şirketler sömürecek daha ucuz işgücüne ulaştıkça yerel ekonomilerin parçalanarak (sağlık sigortasını ne denli tehdit edeceğine ve çevreyi nasıl tehlikeye atacağına değinmeye gerek yok) işlerin daha çok taşere edilmesine yol açacağı konusunda uyarıda bulunmuştu.

Demokrat partili başkan Barack Obama’nın, Demokrat Parti’nin özelleştirmeyi ve kemer sıkma politikasını içine alan tüm neoliberal politikalarını sahiplenerek TPP anlaşmasına can attığı gerçeği işçi sınıfın geniş kesmini dışladı.

O halde ticaret konusunda Trump ana akım Demokrat Parti’nin soluna geçiyor. Göçmenleri ve hatta göçmen olmasalar da beyaz olmayan Amerikalıları neoliberalizmin yol açtığı ekonomik sorunların günah keçisi ilan ederek halk desteğini teşvik etmek için bu durumu kullanıyor.

Trumpgiller gibi aşırı sağ demagoglar dev şirketlerin ve şirket yanlısı ticaret politikalarının doğurduğu meşru öfkeyi istismar ederek aşırı milliyetçi, aşırı gerici bir doğrultuya çeker. Bunu kendileri bizzat birer ekonomik elit olsalar dahi yaparlar.

Aşırı sağcı Bağımsız Parti (UKIP) lideri Nigel Farage Wall Street’te çalışmış eski bir emtia taciriydi. Yine Trump gezegendeki en zengin insanlardan biri. Oysa ki destekçileri ekonomik elitlerin onlardan nasıl istifade ettiklerini anlamıyor.

'PARAN VARSA KALMA OYU KULLANIRSIN'

Bir Brexit destekçisi “Paran varsa kalma oyu kullanırsın,” diyor Guardian’dan John Harris’e; “Paran yoksa da karşı oy.”

Harris İngiltere’nin ekonomik yönden çökmüş kırsal alanlarına seyahat ederek birçoğu geçmişte İşçi Partisi’ne oy veren ama daha sonra eski Başbakan Tony Blair döneminde sermaye yanlısı neoliberal politikaların sahiplenilmesiyle küstürülen ve şimdilerde UKIP’a oy veren işçi sınıfından seçmenlerle röportaj yaptı.

“Bu konu Avrupa Birliği’nden çok daha fazlasını ilgilendiriyor. Bu daha çok sınıfla, eşitsizlikle ve insanların çoğunu öfke ve şaşkınlıkla karışık, Westminster (İngiltere parlamentosunun merkezi) ayinlerine bakakalmaya terkeden, artık çok profesyonelleşmiş bir siyasetle alakalıdır.” diye ifade ediyordu.

Her görüştüğü kişinin ardından Harris aynı şeyi söylüyordu: Yalnızca göçmenlik sebebiyle değil, aynı zamanda taşeronluk, yaşam standartlarının düşmesi, işsizlik, sosyal hizmetlerin daralması ve daha bir çok sebepten ötürü ayrılmak istiyorlardı.

Guardian, Brexit ve Trump’ın işçi sınıfından destekçileriyle yapılan röportajların yayınlandığı, olayların iç yüzünün anlaşılmasını sağlayacak şaşırtıcı kısa belgesellere imza attı.

“Her şeyden önemlisi Brexit, savaş sonrasında ortaya çıkan mutabakatın güvenliğine ve  belirsizlikten yoksunluğuna 1980’lerin başında yapılan ekonomik pazarlık ile elveda dediğimiz ve buna karşılık ülkenin yoğun nüfuslu bölümlerine hizmet verilerek geri kalanların pek çoğunun tedirgin bir çöküşe terkedilmesinin sonucudur” diye kaydediyordu Harris.

1980’lerde yapılan ekonomik pazarlığın adı neoliberalizmdi. Soğuk Savaş bir sona yaklaşıyorken Sovyetler Birliği dağılmanın eşiğindeydi ve Deng Şiaoping Çin’i kapitalist restorasyon yoluna sokmuştu.

Soğuk Savaş süresince Batılı kapitalist toplumlar sosyalist alternatifleriyle rekabet edebilmek amacıyla kendi nüfuslarına belli ölçüde sosyal hizmet sağlamak zorundaydı. Kapitalizmin zaferiyle birlikte buna çok da gerek yoktu.

Neoliberalizmin annesi İngiliz Başbakan Margaret Thatcher’ın ünlü sözüyle; “Hiçbir alternatif yok.” Neoliberalizmin babası Amerikan Başkanı Ronald Reagan ise çok geçmeden onun izinden gitti. Refah devleti yontulmuş ve neoliberalizm kök salmıştı. Reagon’ı “Yeni Demokrat” izledi: Başkan Bill Clinton, refahın şevkle içini boşaltırken özelleştirmeyi cansiperane bir şekilde kucaklayarak bizi bugünlere sürükledi.

SOLCU ELEŞTİRİLER

Brexit savunucuları ve Trump gibi figürler tarafından izlenen strateji kesinlikle yeni değil. Bernie Sanders gibi simaların solcu eleştirilerine yönelik aşırı sağ (ya da bir diğer adıyla “alternatif sağ”) bir tepki ve faşistçe bir tutumdur bu.

Kendini demokratik sosyalist olarak ilan eden Sanders, göçmenliğin ulusun (ve dünyanın) ekonomik sorunlarının sebebi olmadığını teslim ediyor. Aksine gerçek sorun, yapısı gereği kaçınılmaz bir şekilde kendi emeklerinin ürününden faydalanmayan işçileri Sanders’ın milyarder sınıf olarak adlandırdığı şirket elitlerinden ve burjuvaziden oluşan yüzde birlik bölmenin çıkarları uğruna sömüren kapitalist sistemdir.

Avrupa, ABD ve dünya genelinde kapitalizmi en saf haliyle (ki bu neoliberalizmdir) sahiplenen ana akım sol partiler seçmenlere Thatcher’ın haklı olduğunu anlatıp durmuş oldular. Hiçbir alternatif yok. Olanağı farkeden aşırı sağ sahaya indi ve kendi faşizan seçeneğini ortaya attı.

Sıradan yurttaşlar bu iki partili neoliberal konsensusu geri püskürterek aşırı sağ yerine sosyalist bir alternatifi istediklerine dair sinyaller var. İngiltere’de kıdemli, ilkeli bir sosyalist olan Jeremy Corbyn İşçi Partisi lideri seçildi. Sanders ülkeyi kasıp kavuran müthiş bir seçim kampanyası yürüttü.

Ancak Sanders Wall-Street tarafından desteklenen rakibi Hillary Clinton tarafından yenilgiye uğratıldı. Yine İşçi Partisi’nin neoliberal Blaircı kanadı, tıpkı Clinton hakimiyetindeki neoliberal Demokrat Parti’nin Sanders ve destekçilerine saldırması gibi, can havliyle Corbyn’in ayağını kaydırmaya çalışıyor.

Sanders bizzat neler döndüğünün kesinlikle farkında. Brexit oylamasından yalnızca birkaç gün sonra New York Times’ta yayınlanan bir serbest kürsü yazısında, şayet tarzını değiştirmez ve neoliberal politikaları terketmezse İngiltere’de yaşanan aşırı sağ bozgunun bir diğeriyle yüzleşeceği konusunda Demokrat Parti’yi uyarıyordu.

“Ne sürpriz ama. Ülkelerindeki zenginler daha da zenginleştikçe yaşam standartlarının düştüğünü gören Britanyalı işçiler kendilerini ve çocuklarını yüzüstü bırakan Avrupa Birliği’ne ve küreselleşen ekonomiye sırtlarıını döndüler.”diye yazıyordu Sanders tutkulu bir şekilde.

“Milyonlarca Amerikalı seçmen, tıpkı Ayrılma yanlıları gibi haklı olarak kızgınlar ve orta sınıfı paramparça eden ekonomik baskılarla yıldırılmış durumdalar.” diye belirten Sanders, “Bu tehdidin önüne geçmek  için yalnızca bir avuç milyarder için değil herkes için işleyen ulusal ve global ekonomiler yaratmalıyız.” diye ekliyordu

Corbyn ve Sanders gibi sosyalistler, bir yandan İngiliz ve Amerikan hükümetleri kemer sıkma politikalarını uygulamaya ve sosyal hizmet harcamalarında kesintiye gitmeye devam ederken diğer yandan sağcı politikacıların ve uzmanların dikkatleri kendi eylemlerinden başka yöne çekerek seçmenlere göçmenlerin derdine düşmeleri gerektiğini anlatabileceğinin farkında.  

Liberal politikacılar, gazeteciler ve uzmanlar bu zaman zarfında ne olup bittiğini kavrayamamış gibi görünüyor.

ASIL NOKTAYI KAÇIRMAK

Oylamaya getirilen ekonomik açıklamaları tamamıyla reddeden Vox yazarı Zack Beauchamp cesur bir dille “Brexit’i ekonomik sıkıntılar değil irrasyonel yabancı düşmanlığı körüklediğini” iddia etti.

Beauchamp yanıltıcı bir çıkarımda bulunuyor. Göçmenliğin İngiliz ekonomisine sözde olumsuz etkilerinin Ayrılma yanlısı kampanya tarafından fazlaca abartıldığını (ki kesinlikle böyleydi) ustaca tartışıyor. Ne var ki Beuchamp bir ideolojik sıçrama yaparak bu durumun oylamanın ekonomiyle herhangi bir ilgisi bulunmadığını kanıtladığı sonucuna varıyor.

Vox, İngiliz seçmenlerin neden “irrasyonelleştiğini” açıklayan bir dizi çalışmaya ve grafiğe işaret ediyor. Sırf ay sonunu getirmeye çabalayan işçi sınıfı bilimsel dergileri değerlendirseydi, o zaman bunun sebebini anlarlardı!

Bu bakış açısı bütünüyle asıl noktayı kaçırıyor. Konu sıradan Britanyalıların gerçek ekonomik sıkıntılara sahip olmaması değil. Aksine aşırı sağ politik güçler söz konusu ekonomik sıkıntılar için göçmenleri günah keçisi ilan etti. Şüphesiz göçmenlerin günah keçisi ilan edilmesi irrasyonaldir; ancak bu demagojik siyasal bir taktiktir. (rasyonal olması gerekmiyor yalnızca etkili olması yeterli)

Beauchamp daha sonra “İngilizlerin göçmen düşmanlığının epeydir yeni kitlesel göç akınından ileri geldiğini” kabul ediyor. Diğer ülkelerle, özellikle Almanya ile karşılaştırıldığında Britanya çok da fazla mülteci ve göçmen kabul etmedi. Eğer Brexit salt ırkçılıkla alakalıysa ve İngiltere yüzyıllardır ırkçıysa (ki kesinlikle böyledir) o halde Britanya neden daha önce ayrılmadı?

Çünkü İngiltere’de ekonomik kriz sürüyor.

Geçen yılla kıyaslandığında İngiltere’de çocuk yoksulluğu 200.000’lik artış göstermiştir. Yoksulluk içinde yaşayan Britanyalı çocuk oranı yüzde 29 gibi sersemletici bir seviyede. Ayrıca uzmanlar çocuk yoksulluğunun büyümekte olduğu konusunda uyarıyor.

Aynı süre zarfında, büyüyen yoksulluk oranıyla mücadele etmek yerine İngiliz hükümeti çocuk yoksulluğunu azaltma hedefini rafa kaldıran yasalar çıkarıyordu.

Dahası, yaklaşık 4 milyon İngiliz çocuk ay sonunu getirmeye çalışan ailelerin çocukları ve bu ailelerin üçte ikisinin çalışan en az bir yetişkin üyesi bulunuyor. Yani yoksulluk yalnızca işsizlerin değil istihdam edilen insanların da ciddi bir sorunu.

Bugün İngiltere’de en az 10 milyon insan (geçtiğimiz yıldan bu yana yarım milyonluk artışla) yoksulluk içinde yaşıyor. Çocuk Derneği başkanı Matthew Reed rakamların “tamamen tüyler ürpertici” olduğunu söylüyor.

 “Hükümet ülkedeki yoksul insanlara olan desteğin azalmasının muhtemel sonuçları konusunda defalarca uyarıldı ve işte sonuçlar ortada.” diye ekliyor Reed.

Sol bir alternatifin yokluğunda bunların hepsi yalnızca aşırı sağ siyaseti besliyor.

NEO-FAŞİST TEHDİT

Liberaller işçi sınıfı içerisindeki Ayrılma yanlılarının gerçeği öğrendikten sonra AB adını google’da yanlış aratmış olabilecekleriyle dalga geçerek ve seçim sonuçlarının arkasında yatan ekonomik kaygıların yalnızca elitlerin nefretini kazanan sağcıların işine geldiği iddia ederek önemsiz göstererek Brexit oylamasından küstahça ahmaklığı sorumlu tuttu.

Aşırı sağın yükselişini körükleyen politikaların payandası düzen liberalleri böylece rahatlıkla aklanmış oluyor.

Akıl almaz derecede tehlikeli bir dönemdeyiz. Avrupa’nın 1930’ların Bunalım sonrası faşizmin ilk defa yükselişe geçtiği dönemlerine benzer siyasal değişimler geçirdiğini söylemek abartılı olur.

Brexit Batı’nın neo-faşist güçlerinin (mevcut neo-faşist parti ve siyasetçilerin) zaferidir. Üstelik yakın zamanda aşırı sağın düşüşe geçeceğine dair bir işaret yok.

ABD’de Trump, Fransa’da Marine Le Pen ya da Hollanda’da Geert Wilders yaklaşmakta olan seçimleri kaybedebilir; fakat sonrasında birçok seçim olacak ve gerçek bir engelle karşılaşmadığı takdirde aşırı sağ güç kazanmaya devam edecek.

Giderek büyümekte olan gericilik karşısında sol karakterli bir direniş ortaya konulmalı. Corbyn, Sanders ve diğerlerinin muazzam popülaritesi milyonlarca sıradan insanın düzenin onlar için işlemediğini farkettiğini ve sosyalist bir alternatif arayışında olduklarını gösteriyor.

Oysa burada kritik bir engel mevcut: İngiltere’de İşçi Partisi ya da ABD’de Demokrat Parti gibi ana akım, merkezi partiler neoliberal liderliklerini eleştiren tüm solculara acımasızca saldırarak kendi kendilerini yiyip bitiriyorlar.

Etkisi hepimizi ve tüm dünyayı saracak faşist yangına körükle gitmekten başka birşey yapmıyorlar.