Georg Fülberth yazdı: Türk faşizmi ve Alman refah şovenizmi

"Federal Almanya’da Erdoğan dönemlerinde de Türkiye’yle imtiyazlı ortaklık için ısrar ediliyor. 2016’daki sığınmacı pazarlığından beri bu ortaklık daha da bir kuvvetlendi. Erdoğan iç politikada hemen hemen istediği her şeyi yapabiliyor ve zaman zaman diğer ülkelere karşı alınan önlemlerden de korkması hiç gerekmiyor. Zira faşistleşen Türk devleti sadece askeri bir partner olarak değil,…

Çeviri: Osman Çutsay

soL'un Notu: Alman solunun inatçı ve ısrarlı renklerinden Prof. Dr. Georg Fülberth, 1939 Darmstadt doğumlu. Kendisini Marburg’un ünlü “Wolfgang Abendroth Ekolü”nden sayan siyaset bilimci, 2004 yılına kadar Marburg Üniversitesi’nde ders verdi. 1974’ten beri Alman Komünist Partisi (DKP) üyesi olan Fülberth, emekliye ayrıldıktan sonra kitap ve yazılarına hız verdi. Türkçe'de de ilgi toplayan kitaplarının yanı sıra günlük “Junge Welt”, haftalık “Unsere Zeit” gazeteleri ile aylık “Konkret”, iki aylık “Marxistische Blätter” ve üç aylık “Lunapark21” gibi dergilerde düzenli analizlerini yayımlıyor. 75’inci yaşı için geçen yıl hazırlanan ve önemli bazı yazılarını içeren bir derleme kitabın Türkçesi, önümüzdeki günlerde Yazılama Yayınevi bünyesinde okur önüne çıkacak. Fülberth'in "Türk faşizmi ve Alman refah şovenizmi" başlıklı yazısını sizlerle paylaşıyoruz.


On yıllardır süren çabalara rağmen, bilginler hâlâ ortak bir faşizm kavramı bulmayı başaramadı. Bunun çok sayıda nedeni var, biri de, betimlenen olgunun geniş bir alana yayılmış olmasıdır. Örneğin tarihsel olarak Avusturya faşizminden (Austrofaschismus) başlayıp Mussolini üzerinden Alman nasyonal sosyalizmine kadar uzanıyor. Georgi Dimitrof’un iktidardaki faşizmin “finans kapitalin en gerici, şoven ve emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğü olduğu” şeklindeki saptaması, bazılarınca, hiç değilse 1933-1945’teki Almanya için uygun bulunuyor, ama 1934-1938’deki Avusturya’ya veya Portekiz ve İspanya’ya bu uymuyor. En azından “finans kapital”, Rudolf Hilferding’in aynı adlı ve 1910 tarihli kitabında yaptığı gibi kavranırsa: Tekelleşmiş banka ve sanayi sermayesinin gelişmiş bir sanayi ülkesindeki alaşımı olarak...  Gerçekten de bu, tarımın damgasını taşıyan toplumlardaki faşizme uymuyor.

Biz, daha geniş bir tanım deneyelim. Şöyle: Faşizm, kapitalist üretim ve dağıtım ilişkilerinin korunması ve/veya ileriye doğru geliştirilmesini amaçlayan terörist şiddet egemenliğidir.

Böyle diktatörlükler Avrupa’da sadece 1945’e kadar yoktu, İspanya’da 1975’e, Portekiz’de 1974’e kadar vardı, Yunanistan’da da 1967-74 arası bulunuyordu.

Bu son iki ülke, daha o zaman NATO’ya dahildi. NATO, bu üyelerinin tatsız iç durumlarını mahzurlu bulmuyordu. Nedeni: Bunların, Soğuk Savaş’ta komünizme karşı muharebede nöbet yerlerini terk etmedikleri sürece, faşist kalmalarına da izin vardı.

Zaman içinde yeni bir örnek ortaya çıktı: Recep Tayyip Erdoğan yönetimindeki Türkiye.

Türkiye artık faşist mi? En azından, örneğin 1922’den 1925’e kadarki İtalya gibi, o yolda görünüyor. Orada da işin başında serbest seçilmiş bir parlamento mevcuttu, tıpkı bugün Ankara’da olduğu gibi. Baskı uygulamaları engellenemiyordu, tıpkı şimdilerde Türkiye’de olduğu gibi.

Başbakan Angela Merkel, uyaran bir tavırla parmağını sallıyor: AB’ye üyelik konusunda bu iş böyle gidemezmiş. Bu üyelik daha önce de gündemde değildi ki.

Türkiye’nin NATO üyeliği tartışma dışıdır. Ne kadar öyle değerler topluluğu falan da denilse, bu böyledir. Gerçi ortada artık bir sistem çatışması yok, ama bu ülkeye Yakındoğu’da ileri bir karakol olarak ihtiyaç var.

Federal Almanya’da Erdoğan dönemlerinde de Türkiye’yle imtiyazlı ortaklık için ısrar ediliyor. 2016’daki sığınmacı pazarlığından beri bu ortaklık daha da bir kuvvetlendi. Erdoğan iç politikada hemen hemen istediği her şeyi yapabiliyor ve zaman zaman diğer ülkelere karşı alınan önlemlerden de korkması hiç gerekmiyor. Zira faşistleşen Türk devleti sadece askeri bir partner olarak değil, ayrıca Alman refah şovenizminin de koruyucusu olarak değerli görülüyor.

Ancak şimdi bu refah şovenizmini de tanımlamak gerek.

Şovenizm, ilk çıkışında aşırı milliyetçilik anlamına geliyordu. Geçen zaman içinde erkek cinsiyetçiliği de bu ifadeyle karşılanmaya başladı. Bu iki olguda da ortak olan, kendi konumunu çok değerli, herkes için bir ölçeğe dönüşen “kendi grubu” üzerinden de yabancıları ve ötekileri değersiz kılmaktır. (“Othering”)  

Federal Almanya’daki epey geniş katmanların kendi yaşam standartlarını, kendilerinden sözde veya gerçekte daha alt konumdaki insanlara karşı koruma çabası da buraya aittir. Bunlar “şu aşağıdakiler”dir, bunlara karşı direnilmeli, bunlarla mücadele edilmelidir ve “şu dışarıdakiler”in de içeri girmesine izin verilmemelidir.

Bu tür bir davranış elitlerde, orta sınıflar ve alt sınıfların da bazı kesimlerinde olduğundan daha az yaygındır. Elitler, toplumsal konumlarını tehlikede saymıyorlar; bunlar genelde kozmopolit eğilimlidirler ve çıkarlarını verili ve adeta mirasla edinilmiş ya da siyasi, kültürel ve ekonomik olanaklarla davranış biçimlerini az ya da çok rahatça istismar ederek, yani “alışkanlıklar” üzerinden, garantiye alıyorlar.

Ama orta sınıf denilen kesim farklı bir görünüm arz ediyor. Bu kesimi tanımlamak pek kolay değil. Eğer insanların harcayabilecekleri gelir düzeyi kriter alınırsa, metal ve kimya sektöründeki büyük şirketlerin ana personeli de buraya dahildir.

İşte bu toplumsal kesimde bir geri düşüş korkusu var; bu korku yeni gerekçelerle, şu sıralarda mesela banka tasarruflarının pratikteki negatif faizler yüzünden değer kaybetmesiyle, daha da bir güçleniyor. Çekirdek sanayilerin sendikalı personeliyle yapılan anketler, bu insanların eskisi gibi en azından bir yere kadar sınıf kavramlarıyla düşündüğünü gösterdi. Zenginlerin giderek daha zengin olduğu, -geniş anlamda- orta tabakanın diğer üyeleri gibi, bu sendikalı personelin de onayladığı bir cümledir. Ancak artık pek bir şeyi değiştiremeyecek olduklarından hareket etmektedirler. Yoksulların giderek daha yoksullaştığı cümlesine de katılırlar. Gerçek durumdan çıkardıkları bir sonuç, oraya düşmeyi engellemelerinin şart olduğudur. Böyle çoktan “ekilmiş” durumdaki insanların taleplerine karşı direnebileceklerini düşünürler. Yukarıdan alıp aşağıya veren bir gelir dağılımının mümkün olmadığını da düşündükleri için, bunlara göre, hep aynı kalan tencereye daha çok elin uzanma tehlikesi vardır. Sosyal yardım alanlara karşı kızgınlık da bundan.

Ancak şaşırtıcı olan şey, bu en alt katmanda da refah şovenizminin varlığıdır. Söz konusu katmanın üyeleri sığınmacı kaçakların gelmesiyle kendi paylarının daha da küçüleceği korkusu içindedirler.

İşte Pegida ve AfD’nin kitle tabanı böyle oluşmaktadır. En tepedekiler -Almanya’da Weimar Cumhuriyeti’nin sonundakinden farklı olarak- bunlarla ortak iş yapmıyor. Yani “ayaktakımıyla elitlerin birliği” (Hannah Arendt) henüz yok. Yayılmasını önlemek için refah şovenizmine tavizler veriliyor: Artan oranda faşistoid bir dış güçle işbirliği içinde kaçak sığınmacılar uzakta tutularak...

(Lunapark21, Heft 36, Winter 2016, s. 55)