Türkiye'nin Dönüşümünde Tarihin Yeniden Yazımına Dair (Çağlar Tekin)

Uzun zamandır konuştuğumuz, yazdığımız dönüşüm veya adlı adınca “ikinci cumhuriyet” değil konumuz. Lakin tarihin yeniden yazımı ve ülkemizse konumuz, ikinci cumhuriyet başlığına da değinmeden edemeyeceğiz. Burada değineceğimiz alan ise, ülkemizin tarihinin yeniden yazılışında “yeni egemen tarih”in tu kaka ettiği kısmın, sadece bir parçasına dair bir yoğunlaşma olacak.

Tarih yazımı eninde sonunda tarihsel olayların bütününün değil, yazar tarafından ele alınan kısmın, yine yazar tarafından öne çıkarılmak istenen kısımlarının ele alındığı, bu çerçevede tarihin yeniden bir tasnif işlemine tabi tutulduğu bir süreçtir. Bu anlamda tarih en “bağımsız” tarihçi tarafından dahi kendi subjektivitesi üzerinden ele alınır. Tasnif süreci ise belirli karakterlerin ve belirli olguların öne çıkarılmasıyla beraber, aynı zamanda aynı tarihsel kesit içerisindeki, yine belirli karakterlerin ve olguların karşıya alınması veya tamamen yok sayılması üzerinden gerçekleşir. Bu anlamda tarihçinin paradigması bu tasnif sürecinin belirleyenidir.

Söz konusu olan Türkiye'deki dönüşüm süreci ve tarihin yeniden yazımı. Ele alacağımız dönem artık birinci cumhuriyet olarak adlandıracağımız sürecin temel belirleyeni olan kadrolar ve olgular.

Türkiye'de Aydınlanma mücadelesi “İttihat veTerakki” veya daha genel bir adlandırmayla “JönTürkler” ile başlatılamaz elbette, lakin bu mücadelenin en keskin dönemlerinin bu kadrolar tarafından sırtlanıldığı ve bundan kaynaklı olarak bugün en fazla saldırıya bu kadroların maruz kaldığı su götürmez bir gerçek. Türkiye solunun uzun yıllardan bu yana tartıştığı başlıklardan biri olan solun kemalizmle ilişkisi zemininden bu tartışmayı şekillendirmek bugün için gerçek anlamda anlamsızlaşmış durumdadır. Bunun temel sebebi, (detayları ancak bir başka yazıda ele alınabilecek olsa da) Türkiye solunun güç kazandığı dönemlerde solun geneline egemen olan köylücü gelenek. Sonrasındaki zayıflama dönemiyle beraber gövdesi yine aynı toplamdan tezahür, memleketim solunun liberalizme teşne olması. Uzun yıllar boyunca her iki dönemin baskın eğilimi, ortak noktası olan, sınıf ve tarihsellik nosyonlarından kopuk “devlet düşmanlığı”, solun bu alanda sağlıklı bir değerlendirme yapabilmesinin önüne geçiyor. Elbette solun bu psikolojisinin önünü açan birçok gelişme mevcut, bu anlamda nesnelliğin ve nesnelliğin bir parçası olarak egemen sınıfın tercihlerinin de bu yanlışa çanak tuttuğunu söylemek geçmiş jenerasyonumuza haksızlık yapmamak adına bir zaruret.

Yukarıdaki parantez niteliğindeki paragrafı geçer ve temel derdimize dönersek, yoğunlaşacağımız dönemin iki ana şekilde ele alınabileceğini düşünüyorum. Bunlardan birincisi, döneme yapılan saldırının temel mahiyeti üzerinedir ki, özellikle dönemin kadroları için kullanılan “baskıcı”,”vesayetçi”,”tepeden inmeci”,”diktatöryal” gibi kavramlarla “demokrasi” havariliğine girişilmesi. Yapılan aslında genel olarak Aydınlanma paragdigmasıyla hesaplaşma, bu paradigmanın itibarsızlaşmasını sağlama niyeti, “temel mahiyet” olarak adlandırılabilir. Aydınlanma kavramıyla hesaplaşmaktan sola düşen en büyük pay ise “devrim” gibi, “ilerleme” gibi hedeflerden vazgeçerek yeni döneme adapte olabilme kaygısı. İşin bu kısmına dair Metin Çulhaoğlu'nun birkaç hafta önce yazdığı yazının referans olarak okunabileceğinden yola çıkarak ikinci başlığı biraz açmaya çalışacağım.

İkinci başlık olarak saldırıya cevap vermenin ötesinde bir başka kuruluş şeklinde ele alınabilirliğe sahip olduğunu düşünüyorum yoğunlaşacağımız dönemin. Tarihin belirli bir süreklilik ve buna bağlı olarak kopuşlar üzerinden devinmesi durumundan bizim topraklarımız da azade değil elbette. Buradan kaynakla Türkiye solunun oluşumunun bir öncülü olarak ele alabileceğimiz kadrolardan bahsettiğimizi düşünüyorum. Bu kadroların temel sınıfsal referanslarının burjuva sınıfına ait olması, bu kadroların “bizden” olmadıkları anlamına gelmez. Bu sav, sadece bugünden bakarak savunulabilecek bir sav değil. Elbette bugün için o dönem sözcüsü oldukları sınıfın, bugün Aydınlanmacılık, ilericilik gibi değerlerin tamamını terketmekle kalmayıp, boğmaya çalışmaları sol için başka siyasal olanaklar yaratıyor. Lakin burada bahsettiğim husus bu olanaklardan azade varoluşsal bir durum. Temel tarih savını belirli sürekliliklerin üzerine kuran marksistler için kendi topraklarında yirmi yıllık (1960,1980 arası), ki o yirmi yılın dahi kesintilere sahip olduğu bir gerçek, bir süreklilik tarifi baştan komik olmakla beraber solun bu topraklardaki varlığını açıklamaktan uzak.

Peki sınıfsal kimlikleri “bizden” olmayan bu “öncüllerimiz”, nasıl oluyor da öncüllerimiz olarak nitelendirilmeyi hak ediyorlar? Aslında bu soru “hangi süreklilikleri barındırıyorlar ki “öncüllerimiz” olarak değerlendirilebiliyorlar?” diye de sorulabilir. Sanırım bu ikinci soru şekli cevabı da daha anlaşılabilir kılıyor. Burada bir örnek verilebilir. Güncel bir tartışmanın da yakıcılığından yola çıkarak bu örneğin üzerinden bir tartışma geliştirmenin daha isabetli olacağı kanaatindeyim. Dönemin İttihat ve Terakki'sinin varla yok arası bir güçte olmasının, eldeki kaynakların zayıf olmasına sebep olmasından ötürü tam tarihlendirme yapmak güç olmakla beraber, ilk ayrıntılı belgesini 1895'e yerleştirmek muhtemelen yanlış olmaz. Cemiyetin kendini tarif ettiği 39 maddelik ilk belgesinin (ki buna ilk tüzüğü de diyebiliriz) 1. maddesinde, “mevcut hükümetin adalet,eşitlik, özgürlük gibi temel insan haklarını hiçe sayan,bütün Osmanlıları ilerlemeden alıkoyan ve vatanı yabancı boyunduruğuna sokan yönetime karşı İslam ve Hristiyan tüm yurttaşları uyarmak için kurulmuştur.” derken ikinci bir örnek olarak da aynı tüzükte yer alan 37.madde verilebilir. 37. madde der ki: “cemiyet, kadın ve erkek bilcümle Osmanlılardan oluşacaktır”.

Bu iki örnekten ilkini ele alırsak Fransız Devrimi'nin temel sloganları ile Osmanlı'nın mevcut bağımlılık ilişkilerine karşı harekete geçmeye kalkan bir örgütü Büyük Fransız Devrimini her fırsatta sahiplenenler tarafından sahiplenilmemesi anlaşılır bir durum değildir. Keza örgüt kadrolarının kişisel belirlenimlerinin de batı aydınlanması olduğunu yok sayılamayacak birgerçek.

İkinci örnek ise, bugünün güncelliğinde çok daha yakıcı bir örnek olma özelliğine sahip. İlköğretimde dahi türban tartışmalarının yapıldığı bir ülkede, bundan 115 sene önce kadının özgürleşmesi yolunda en büyük çağrılardan birisi yapılıyor. Kadına, örgütlenme özgürlüğü, geleceğini eline alabilme özgürlüğü vaat ediliyor.

Süreklilik kurulabilmesi adına yukarıda yapılan çözümlemelerin ardından bu iki örneğin oldukça değerli olduklarını düşünüyorum. Bir ülkede siyasal mücadele veren devrimcilerin kendilerini, kendi topraklarından soyutlama uğruna adeta çabalaması tarihin sürekliliğinde gerçekten affedilemez bir hata. Fakat tüm bu “uğraşa” rağmen,opkn ne mutlu ki bu topraklar bu “uğraşı” boşa çıkaracak olanakları her seferinde karşımıza çıkardılar. Her olanak yeni bir yol, yeni bir tarih yapma fırsatı veriyor bizlere. Her kaçırılan fırsatsa güzel günlerimizden çalıyor. Her seferinde olanaklarla yolumuzu bezeyen bu toprakları daha fazla bekletme lüksümüz artık bulunmuyor.