Türkiye'de Kültürel İktidar Solda Mı? (Nihan Dilan)

Hakan Arslanbenzer ekonomi, siyaset, kültür, sanat, özel olarak şiir ve güncel birçok konuda fikirlerini, değerlendirmelerini paylaştığı yazılardan oluşan kitabına, bir arkadaşının kendisine sorduğu soruyu isim olarak seçmiş: “Türkiye’de Kültürel İktidar Solda Mı?” Bir Müslüman halkçının soruya vereceği cevap elbette “hayır” olacaktır, ancak kültürel iktidarı siyasal iktidardan ayrılmaz gören yine soldur ve bugün siyasal iktidar zaten solda değildir. Dolayısıyla daha baştan kavgaya abisiyle gelen taraf olmanın rahatlığı seziliyor isimden...

1. Siyasal İslam ve Sosyal Bilimlerde Nesnellik Tartışması

“1960’ların Dünyası” adlı bölümde toplumsal olaylar ve işçi ayaklanmaları ele alınıyor. Burada Arslanbenzer, Habil ile Kabil hikayesinden yola çıkarak, “bizler bu kıssada Habil tarafını tutan Kabil oğullarıyız. Suçlu babamıza karşı masum ve maktul amcamızın tarafını tutuyoruz.” demektedir. Öznesinin yaradılış teorisine uygun olarak bütün insanlığa mı yoksa Müslümanlara veya Türkiye toplumuna mı gönderme yaptığını bilemiyoruz. Ancak mevzubahis 1960’ların Türkiye’si olduğundan, bizim toplumumuza işaret ettiğini varsayalım. Ali Şeriati’nin tezine göre, çeşitli filmler vasıtasıyla uzunca sözü edilen Habil ve Kabil kardeşlerden, ilkinin doğayı diğerinin ise gelişmeyi temsil ettiği iddia edilmektedir.60’larda “geleneksel olarak” Kabil tarafını tutmak sorgulanmaya başlanmış, Kabil’i anlamaya yönelik, yaptığı kardeş katlini meşrulaştırmak üzerine düşünceler gelişmiştir. Yazar işçi eylemlerinin bu minvalde değerlendirmektedir.

Kapitalizmin sömürü koşulları altında çalışan işçilerin, biriktirdikleri güç, sınıf olma bilinci ve Sovyetlerin dünyada sosyal adaletin göstergesi olan varlığı sayesinde tüm dünyada ayaklandığı, bugünkü kazanılmış hakların hemen hepsini mücadele ederek kazandıkları bir dönem, yaratılış referansları ile açıklanmaktadır. Peki bu tavra, bu başlık altında yer verilmesinin nedeni nedir? Açıklayalım:

60’lardaki toplumsal mücadelelerdeki taraflar çok nettir. Simgeleştirmeye lüzum olmayacak kadar belgeli, yakın bir tarihte yaşanmıştır. Taraflardan biri ekonomik ve sosyal hakları için mücadele eden işçi sınıfı, diğeri ise karşılarındaki sistem ve onun temsilcileri olan burjuvazidir.

2000’ler siyasal İslamın siyaset sahnesindeki yerini, emperyalizmin planlarının uygulanmasını kolaylaştıracak şekilde, Türkiye burjuvazisinin işçi sınıfını atomize etme çabalarının çıktısı olarak aldığı bir dönemdir. 1960’lar ve 1970’ler işçi sınıfı mücadelesi ile birlikte anılırken, 2000’ler Türkiye tarihinde siyasal İslam ile anılacaktır. Engels’in egemen sınıfın düşüncelerinin, toplumda egemen düşünceler olduğu varsayımını (Marx-Engels, 2008 75) burada bir kez daha anmak gerekir. İktidarda siyasal İslamın olduğu bir dönemde, Türkiye’nin yakın geçmişini tahlil eden “Müslüman halkçı” bir yazar elbette referanslarını İslam’dan alacaktır.

Sosyoloji ve tarih bilimlerinde ve hatta bütün sosyal bilim dallarında, araştırmacının/yazarın bakış açısından ve ideolojisinden azade bir değerlendirmenin mümkün olmadığı görüşü, yukarıdaki tartışma ile varılmak istenilen noktadır. Bilimsel değerlendirme ve eleştiride nesnelliğin imkansız olduğu, eleştirel okulun ön kabullerinden biridir. (Yaylagül, 2008: 25) Bu ön kabulden hareketle, Hakan Arslanbenzer’in “Türkiye’de Kültürel İktidar Solda mı?” adlı kitabı değerlendirilecektir.

2. Kültür – Siyaset İlişkisi

Türkiye’nin kültür savaşı, kitapta Ergenekoncular ile Tarafçılar arasında sürüyormuş gibi görünen ama aslında yurttaşların kendi talepleri doğrultusunda emekleri ile gelişim çizgilerini belirleyememesinin savaşı olarak ele alınmıştır. Başlıklar halkçılık ve batılılaşmadır ancak temsilcileri sayılan bu iki taraf aynı gemidedirler. Mesele sermayenin doğrularını yurttaşların tümüne kabul ettirme meselesidir. Kültür savaşı ise, batılılaşma hamlesi ile Osmanlı zamanında başlamıştır. Sermayenin, doğrularını yurttaşların tümüne kabul ettirme meselesinde Arslanbenzer’e katılmakla beraber, Türkiye’de burjuva şair olmadığını uzun uzun tartıştığı bölümden de anlaşılacağı gibi sınıfların varlığı yazar için tartışmalıdır, fludur.

Yazarın, Antonio Gramsci ve İbni Haldun’un kavramlarından yararlanarak sunduğu önerisi sorgulanmayı hak etmektedir: “Türkiye’nin bunların kültürel hegemonyasından kurtulması, kendi asabiyetiyle hareket etmeyi kendine öğretmesi gerekmektedir.” Kültürel hegemonya Gramsci’ye göre iktidarın temelidir. Siyasal iktidar öncelikli olarak kültürel ve ideolojik hegemonyasını garanti altına almalıdır. Asabiyet kavramı ise, göçebe ve barbar toplulukların, kentli ve yerleşik topluluklar üzerinde hakimiyet kurmasına yol açan bir tür devletleşme teorisi olarak İbni Haldun tarafından işlenmiştir. (Okumuş, 2006: 153) Bu durumda yazarın önerisi şu şekilde okunabilir: Kırılması gereken kültürel hegemonya – ki bunu Tarafçılar ve Ergenekoncuların kültürel hegemonyası olarak tanımlıyor. – insanın doğasında bulunan asabiyet yolu ile halkın kendi kendini kurtarması ile ortadan kaldırılacaktır.

Halkla Müslümanlık arasında bir bağ kurmak hayali taşıdığını birkaç kez ifade eden yazarın, kültürel hegemonyanın (asabiyetle) başarısızlığa uğratılması noktasında ne umduğu, hangi perspektifle nasıl bir iktidar yapısı öngördüğü net değildir.

Edebiyat açısından da durum değişmemektedir. Yazar, devletin şemsiyesine sığınmak veya popüler bir grupla, geniş halk kesimiyle uzlaşmak şeklinde iki alternatif yol olduğunu öne sürüyor. Ancak bu noktada, medyanın ve televizyonun edebiyatı olup çıkma tehdidiyle karşı karşıya kalan edebiyat için kendini nasıl gerçekleştireceği sorusunu sorduğu bölüm, “Allah kerim” şeklinde bitiyor ve herhangi bir çözüm önerisi sunulmuyor. Edebiyat ve diğer sanat alanları sermayenin manipülasyonuna maruz kaldığından, sınıfsal-toplumsal bir perspektife sahip olmadığı sürece yalnızca popüler olduğu ve geniş bir kitleyle buluştuğu için bu alanların “halkçı” bir karakter taşıdığı söylenemez.

Batılılaşma olgusu, kültürel bir inceleme yapmaya ve hakim liberal paradigmayı eleştirmeye soyunan araştırmacıların çoğu için, Türkiye açısından bir sorun olagelmiştir. Ancak bu sorunsalın ele alınışında yazarın ve genel olarak İslamcıların itirazı ile eleştirel paradigmanın itirazları şurada ayrılmaktadır: İslamcıların itirazı, İslami kültürden uzaklaşmaya, dinde zulmün yasaklanması sonucunda zalim olarak gördükleri devletlerle (yazara göre Amerika ve İsrail) ilişki kurulmasına getirilmektedir. Eleştirel paradigmanın itirazı ise, ekonomik bağımsızlığın yitirilmesi sonucu, hem siyasal hem de kültürel olarak Batılı emperyalist ülkelere bağımlı hale gelinmesine karşı yükselmektedir.

Bu hatırlatma, “Muhaliflik” başlığında, olası kafa karışıklıklarının giderilmesi için yapılmıştır. İtiraz aynı olsa da, temelde aynı kaynaktan yükselmemektedir. Düzen kendi içinde muhalifini de yaratarak bir şekilde “çemberin dışına çıkmadan” itiraz edebilmenin yollarını da göstermektedir.

3. Popülizm

Kitaba adını veren sorunun cevabı açıktır: Türkiye’de kültürel iktidar, siyasal iktidara hakim olan düşüncenin elindedir. Bir üstyapı kurumu olarak kültür, bilinç ile paralel olarak, insanın maddi koşullarının belirlenimindedir. İslam’ın toplumsal hayatın her alanında belirleyici olması Türkiye için yeni bir durum olmamakla beraber, aydınlanmacılık ve laiklik gibi burjuva devriminin kazanımları olan değerler, ikinci cumhuriyet ile aşınmaya uğramış, neredeyse yok olmuştur. Bu durumun kültür alanına yansıması ise yazarın hayalini kurduğu noktaya doğru gitmektedir: İslam ile halkın yaşayışı arasında sıkı bağlar kurulmaktadır. Haber bültenleri iyi dileklerini “İnşallah” diye sunarken, Elif Şafak en çok satan yazarlar arasındadır. Van’daki deprem Tanrının Kürtlere cezası olarak değerlendirilirken, sadece dinle ilgili değil sağlık, bilim, dış politika ve daha birçok konuda 'ulema'ya danışılmaktadır. . Ancak bu durum tam olarak yazarın ve savunduğu popülizm düşüncesinin öngördüğü şekilde olmamaktadır. Kültürel akışın yönü, geniş halk kesimlerinin yaşamından hareketle değil, yine egemen düşüncenin güdümünde gerçekleşiyor.

Yazarın hakim ideolojinin dışında bir duruş sergilediğinin söylenebilmesi için bu farklılık yeterli değil. Irak savaşından iki sayfa bahsederken emperyalizm sözcüğünün bir kez olsun kullanılmaması, olsa olsa bilinçli bir reddiyeye işarettir. Emperyalizmin ve temsilcisi Amerika Birleşik Devletleri’nin hiç de saklamadan, apaçık bir şekilde başlatıp yürüttüğü Irak Savaşı’nın, Kürtlerin tarihi hınçlarına bağlanması, halkçılıktan, olayların sebebini halkın pratiklerinde aramaktan çok ötede ısrarlı bir yok sayma tavrıdır.

Arslanbenzer, halkçılık açısından Kültürel Çalışmalar ekolüne de sıcak bakmamaktadır. Oryantalizmin bir teoloji olduğunu ve doğuyu İslamiyet üzerinden, her zaman taraflı olarak “misyoner”lik algısıyla incelediğini ve Kültürel Çalışmaların da Batının kendi özeleştirisi olduğuna dikkat çekmektedir.

Yazar, toplumculuğun aciliyetli bir iş olduğunu, genç devrimcilere veya askeriyenin kuracağı bir toplumu bekleyemeyeceğini belirtmektedir. “Peki yerine ne yapılmalı?” sorusunun cevabı ise boşluktadır. Toplumcular ne için ve nasıl mücadele verir? Toplumun yanındadır, toplumun bütün gündemlerini bilmek durumundadır, yalana ve belli bir zümre/grup/sınıfın yararına olan işlere prim vermez. Ne yapmayacağı ve nelere karşı çıkacağı anlaşılan “popülist”in ne için, ne yapacağı kitap boyunca muamma olarak kalmaktadır.

İkinci cumhuriyetin “Müslüman halkçı” aydınlarından birinin, her konuda “eleştirel” fikirlerinden derlenmiş, ancak her nasılsa(!) mevcut egemen ideolojiyi yeniden üreten, popülist bir kitap inceledik. Okuyanlara, ilgilenenlere birkaç ipucu verdik, uyarılarda bulunduk. Sanat, siyaset, sosyoloji ya da medya alanında benzer (yeniden) üretimler için de yazarın deyişiyle bitirelim: Allah kerim...

Nihan Dilan

KAYNAKÇA

Arslanbenzer H. (2011). Türkiye’de Kültürel İktidar Solda mı?. İstanbul: Avangard Yayınları.

Marx K. Ve Engels F. (2008). Alman İdeolojisi. (6. Baskı). Ankara: Sol Yayınları.

Okumuş, E. (2006). İbn Haldûn’un Osmanlı Düşüncesine Etkisi. İslam Araştırmaları Dergisi, 6. sayı. http://www.isam.org.tr/documents/_dosyalar/_pdfler/islamarastirmalari
dergisi/sayi15/141_185.pdf. (Erişim tarihi: 25.11.2011)

Yaylagül, L. (2008). Kitle İletişim Kuramları. (2. Baskı). Ankara: Dipnot Yayınları.