Türkiye'de aydın ve yumurta sorunu (Çağlar Tekin)

Son günlerde gazetelerde, televizyonlarda en fazla rastladığımız tartışma “yumurtalı protesto” tartışması oldu. Wikileaks tartışmalarını gölgede bırakarak gündemimize girdi, ne iyi etti. Onlarca aydın bu konuda yazdı veya konuştu ekranlardan. Olayın iki türlü değerlendirmeye tabii tutulduğunu söyleyebiliriz sanırım. Ele alacağımız değerlendirme “yandaş”lar tarafından yapılan değerlendirmeler değil. “Yandaş”ların değerlendirmelerine dair tek söz söylemek gerekirse, kendilerinin de pek bir sevdiklerini söyledikleri pre-vesayetçi döneme ait bir deyiş kafi gelir sanırım, “ne utanmaz köpekleriz, kimi görsek etekleriz”. Geçelim.

Derdimiz yandaş olmayanlarla. Derdimiz, öğrenci gençliğin protesto hakkını teslim etmekle beraber, her başladıkları cümlenin bir yerlerine “ama”lar sokuşturmaları, hükümetten “anlayış” beklemeleri ve bu “çocukların” da akıllanacakları ama “bu yaşlarda böyle şeylerin de olabileceği” eklemeleriyle değerlendirme yapanlarla. Ve aynı değerlendirmelerin içerisinde bir yandan da hükümetin faşizan uygulamalar yaptığının dillendirenlerle. Evet, aydın huzursuzdur, hele bu aydın sosyalist olmayanındansa mecburen çelişkilidir. Ama çelişkinin teorik varlığı, aynı çelişkinin bu boyuta varmasını sorgulamamanın gerekçesi olabilecek midir? Elbette hayır.

Peki aydının bu yaklaşımına hükümetin tutumuna ne demeli? Neden onca sese rağmen geri tek bir adım atmaz padişah hazretleri? Özal gibi, Menderes gibi, Demirel gibi. Bu sorunun yanıtının çok daha gerilerde, Türkiye egemenlerinin, memleketim aydınıyla ilk tanışlıklarında bulunabileceğini düşünüyorum.

Türkiye'de modern aydın olarak tanımlayabileceğimiz ilk kuşak Namık Kemal kuşağıdır. Bu kuşağın doğumu tercüme odalarında gerçekleşir. Dünyayı 13.yy dilleriyle, Arapça ve Farsçayla izleyen aydın tercüme odasında gördüklerinden büyülenir, yeni dünyası büyüler aydını. Büyülenen aydın geri kalmışlığından ürker. Ürküntü duyan özgüvensizdir. Özgüvensizliğindendir nefret ettiği Abdülhamit yönetimine,“devr-i istibdad”a, karşı gevşemesi 1897 Yunanistan “zafer”i sonrası. Onlarca eksiğini bulduğu Abdülhamit'in tek bir zaferiyle, henüz kendilerine müdahil dahi olmadan gevşeyivermeleri. Neyse döneceğiz buraya.

Yeni doğan Türkiye aydınının bir başka talihsizliği ise doğum sonrası dönemini Abdülhamit istibdadında geçirmiş olmasıdır. Abdülhamit, Bizans'tan Osmanlı'ya devrolan “düşmanı düşmana karşı kullan” ve “düşmanını yok etmek yerine satın al” politikasının Osmanlı'daki en büyük ustasıdır. Anılarında bahseder, Avrupa'daki eski bir elçilik çalışanının kendisi hakkında ağır bir kitap yayınlaması üzerine bu olay karşısında ağlamadan duramadığını ve bu genç diplomatın tekrardan devlet hizmetine alınarak kendisine münasip bir mevki verilmesini istediğinden. Devamında aynen şöyle der, “ ...belki tekrardan bize minnettar ve devlete sadık bir hizmetkar olur.”. Aynı Abdülhamit 33 yıllık iktidarı boyunca sadece Mithat Paşayı öldürtür. Geri kalanı en fazla sürülmüş ve büyük çoğunluğu sürgün sonrası “münasip bir mevki” ile dönmüştür. Pazarlığa oturmayanlar, münasip mevkileri kabul etmeyenler yok mudur? Elbette varlar, iyi ki varlar. Abdülhamit, Yunan “zafer”i sonrasında da aynı geleneği sürdürür. “Zafer”in hemen sonrasında Paris'e giden Serhafiye Ahmet Celalettin Paşa, Abdülhamit adına Jön Türklerle yaptığı pazarlıklar sonucu 22 Temmuz 1897'de Paris büyük elçiliği bir tebliğ çıkarır, buna göre, Avrupa'da muhalif yayınlar çıkaranlar Padişah tarafından affediliyorlar. Dönmek isteyenlere pasaport, yolluk ve döndüklerinde memuriyet, kalıp öğrenimine devam etmek isteyenlere de maaş bağlanacaktı. Pazarlıklar devam etti ve İttihat ve Terakki saflarında ciddi bir çözülme yarattı, ta ki 1899'a dek. Çözülmeyenler olmadı mı? Elbette oldu.

Peki Abdülhamit bunları yaparken teslim olmayan aydın ne yaptı? Herbiri için böyle oldu diyemesek de onlarda Abdülhamit'e karşı aynı taktiği uyguladı. Hemen hemen atılan her adımda İngiltere'ye danışıldı. Malum, Abdülhamit Almanya ile yakınlaşmıştı. Finansmanları dahi ya İngiltere'den, ya İngiltere destekli Mısır Prenslerinden yada Abdülhamit maaşlarından karşılandı.

Kökünde bunlar olan aydına yumurta sert gelmektedir. Ne de olsa yumurta sert bir kabuğa sahiptir, ovalin altından ve üstünden sıkarsanız kırılmaz, kenarlarıysa esnemez. İşte bu yüzdendir ki yumurta anlaşılamaz aydınımız tarafından, kendileri kırılmaya değil esnemeye alışmışlardır zira. Sürekliliğin kopuşları tarihsel periyottadır bu sefer, ülkenin ilk burjuva devrimine hazırlanan burjuva aydınının en ileri burjuva ülkeye yakınlaşması, dönem için İngiltere'ye, anlaşılabilir. Peki günümüz aydınının hepimizin bilmesine rağmen Wikileaks belgelerinin, belgelediği üzere Amerika'ya yakınlaşması aynı anlayışı hak eder mi? Aynı sınıf için didinmememize rağmen tarihin o periyodunda ilerici olan ve bundan ötürü “bizden” diyebildiklerimizin, yeni doğmuş olmanın da deneyimsizliğiyle bir galibiyete istinaden maaşa razı gelmeleriyle, TRT'den nemalananlar hiç aynı kefeye koyulabilir mi? Türkiye'de edebiyata karakter sokan, on yıllarca aydınların efendisi olarak anılan Ahmet Mithat'ın Mithat Paşaya ihaneti ile henüz doğmadan öldürülen bebeğin katillerine alkış tutanlar bir tutulabilir mi?

Bir başka yazının konusu olmakla beraber, sosyalist aydına da bir çift laf etmeden geçilemez. Aynı kökten geliyoruz, aynı korkaklığı taşıyoruz, farklı kulvarlarda da işlese. Fazıl Say arabesk kültüre “yavşak” derken, Fazıl'a kin kusanlar aslında arabeskin kültürünün yavşak olduğuna itiraz etmiyorlardı. İtiraz ettikleri, tavır alma zorunluluğunu dayatmasıydı durumun. Türkiye solcusu tavır almayı, taraf olmayı unuttu, o yüzdendir ki direnmeden bunca döneği teslim edişimiz, o yüzdendir ki teslim olmayanı karalayışımız. Çoğul konuşuyorum, bunların bir çoğunu yapmadığını iddia eder okur elbette. Haklıdır da, lakin bu tarihin tamamı bizimse mayamıza işleyeni görmezden gelemeyiz. Maya her zaman tutmak zorunda değil, önce bilmeliyiz ki tutmasına engel olalım. Yeni bir aydın doğacaksa yumurta gibi olabilmeli. Ya kırılmamalı, kırılacaksa da esnemeden kırılmayı bilmeli.