Şimdiden iyi ki doğdun (Yalçın Akyürek)

İnsanların içerisinde bulunduğu andaki mevcut hali, geçmişte başlayan ve devam eden verili bir koşulun yansıması olarak değerlendirilebilir. Aynı şekilde gelecekteki beklentiler an’ı etkileyen ciddi bir unsurdur. Tüm bunları birleştirdiğimizde insan, canlı olarak özünü yansıtıyor diyemeyiz. Bugünü tanımlayabilmek için dün yaşananları ve o yaşananların bıraktığı kalıcı etkileri iyi tahlil etmek gerekir. Bazen, yaşamın barındırdığı, dünün olumlu-olumsuz tüm referansları yarın için insanı hazır ya da hazır olmayan bir şekilde an’ın ellerine teslim edebiliyor. Bu teslim eylemi, hayatın bu düzendeki sorumluluklarından bir tanesi. Gerisi bize kalır, ya direnir özgürleşiriz ya da yalnızca düşlerde yaşar teslim oluruz. Direnmediğinde, insanın tüm bu halleri göz önünde bulundurulduğunda, bir de üzerine hayat denen rutinin baskılarını koyduğumuzda yaşam düşlerin eline bırakıverir kendini. Kendinde özgürlüğü bulamayan hemen hemen herkes özgürlüğü orada arar ve bulur. Orada sever gönlündeki yarini hak ettiği şekilde, ömrü boyunca çekindiği babasının boynuna orada sarılır, küçükken her gece yatmadan ettiği duaları büyüyünce yine orada kabul olur. Bu durum köyde eve kapatılmış genç kadın için de, şehirde küçük yaşta çalışmak zorunda bırakılan genç adam için de, yetimhanede ranzasına ‘’anne’’ yazan çocuk için de böyledir. Küçükken yaşam düşlerdedir, büyüyünce hayattan fırsat kalmaz yaşamaya. Yaşamak özeldir, kişiye aittir. Hayat ise genel bir kavram olmakla birlikte mevcut koşulları içerir ve dışarıdan gelen zorunlulukları barındırır. Her günün aynı olduğu yolda, iş yerinde, evde yaşamaktan bahsedilebilir mi? Tüm hayat kaygılarından artakalan bir avuç yaşam ki o da az önce yukarıda bahsettiğimiz koşulların izin verdiği ölçüde. Ya kendin olmayı başaracaksın ve özgürce yaşayacaksın, ya da hayat denen rutinden kazandığın zamanı yine hayata geri teslim edeceksin. Bugün tüm insanlık için elde avuçta rutinden kalan yaşamanın yine aynı rutine teslim edilmesi kaçınılmaz olarak görünüyor. Çünkü bıçak kemiğe henüz dayanmamış, ölüm hızını henüz yavaşlatmamış görünüyor. Nevzat Evrim Önal’ın ‘’Moratoryum’’ başlıklı köşe yazısında bahsettiği gibi erteleye erteleye yaşamın sınırlarını canın çıktığı an’a kadar daraltıyor insan.

Çalı çırpının hüküm sürdüğü bir bozkırda tek kalan bir ağacın, yanı başında aniden açan çiçeğe umut bağlaması yaşama olan inancından başka bir şey değildir.Yanıbaşında açtığı ağacın, çalıdan dikenden çektiğini bilmeden, başını yukarı kaldırmadan bakıp ağacı kendisi gibi gören çiçeğin de o ağaca mevsimine göre bencilce davranması, verili durumu yaşamdan çıkarıp hayata rehin edebiliyor.Yaşam, o kadar değersiz ki bu kahrolası düzende, sermaye için çalışmaya harcanan zaman onu karanlığa boğarak gözümüzden kaçırıyor.Hayat denen kaygı ve onun biricik yareni ‘’alışkanlık’’ yaşamı kimi zaman düşlere bırakıyor kimi zaman cennete havale ediyor.Hayatın tüm bu sıkıştırmalarına maruz kalan,güçsüzleşen insanlara ‘’trajik,melankolik ‘’gibi psikolojik yaftalama meraklılarının içerisinde bulunduğu ‘’kötüyü işaret et ki halini iyi bellet’’algısının yer ettiği bilinçaltındaki mahkumiyeti de bir nevi hayatın alışılagelmiş içerisinden çıkması cesaret edilemeyen bencilliklerinden bir örnek.Bu yüzden de Turgut Uyar’a katılmadığım nokta, kısa olan hayat değil,yaşamak! Hayatı kısa görenlerin işidir şiirlerinde olumsuzluktan çıkamamak. Kendisini gerçekleştirenler yok mu peki, var elbet. Başımızın belası bu düzende özüne kavuşmuş olanlar yoktur demek haksızlık olur.Eserlerinde çıkış yolunu gösteren, aydınlığa işaret edenler de yazmıştır şiirini Nazım gibi,Neyzen gibi,Kemal Özer gibi...
-
Düzen sömürüden ibaret olunca hayat kaygısız olamıyor ve insan kaygılarla dolu her gününde kendisini gerçekleştiremiyor ve özgürleşmesini eşyanın doğası gereği toplumsallığa bırakıyor. Örneğin ser verip sır vermeyen yiğit İbo, hissiz miydi ki yirmili yaşlarda en ağır işkencelere rağmen konuşmadı... 12 Eylül acımasızlığının boğazından kaynar sular boşaltmasına rağmen tek bir bilgi vermeyen öğretmen Enver Karagöz en ağır işkencelerden çıkmayı başarmıştı mesela. Diledikleri gibi davranmayı başardılar en ağır şartlarda, kendilerini gerçekleştirmişlerdi, özgürdüler! Kurtardılar düşlere hapis olan ‘’özgürce yaşamanın ve zulme direnmenin onurunu’’. Karanlığın ortasında acıdan ve zulümden çıkıyor bireyin özgürleşmesi. Bıçak kemiğe dayanmadan mümkün gibi görünmüyor bazen. Acıdan, gerçekleşmesi mümkün görülmeyen düşlerden mi çıkmak zorunda özgürlük? Klasik olacak ama Sheakspeare gibi sevdiği kadının evlenmesini ve çocuk yaparak mutlu olmasını soneleriyle kendisine tavsiye edebilecek kadar bencillikten arınmış bir sevgi gibi özgür olmalı yaşamak. Ya da engellerinin kölesi olmaktan kurtularak özgürleşen Aşık Veysel gibi, başka bir sevdiğiyle kaçan eşinin çarığının içerisine ondan habersiz, yolda yokluk çekmesin diye biriktirdiği üçbeş kuruşu sıkıştırabilmek gibi sevgisine sadık...

Başka bir şey mümkün değil mi? Başka bir düzen, gelecekte kaygısız beklentiler,kendin gibi davranabildiğin, insanın kendisine ait olan ne varsa ona dair çekinmek, utanmak zorunda kalmadığın başka bir hayat mümkün değil mi? Umut var olandan doğuyorsa, acıyı yok etmek ve güzel olandan umut yaratmak, zorundalıklara dair ne varsa güzel olanına maruz kalmak özgürleşmenin ilk adımlarından değil midir?

İdealler, sevgiler ve tüm bunların soluklanabildiği tek uğrak yaşamak. Aşk’ın bencilliğinden uzak, sevginin özgürlüğünde ulaşmak yaşama! Hayatı kısa,yaşamı uzun kılacak yüreklerin karanlıktan aydınlığa özgürlük için yürüyüşü, tüm yürüyenlerin en büyük saygısıdır sevdiklerine. Her kim ya da her ne ise o yanında olmadan, onun kendisi olduğu için sevebilmek yaşamın, o yanında olmadan yaşayamamak, güvensizliğe hapsedecek kadar bencilce zincirle bağlamak ise hayatın parçasıdır.

Yani yaşamak sevmekle başlar. Birlikte yaşamak için sevmek zorunda değil hiçkimse bir diğerini elbette. Fakat yaşamayı taçlandırmak da elindedir insanın. Her ne kadar her çaldığında doğmayacaksa da güneş sana çok bilindik protest bir şarkıda, elbet vardır dünyanın hiç bilinmedik bir köşesinde duyulmamış bir türküde seni güneşlerle karşılayan. Nâzım’ın dediği gibi, ‘’yaşamak ciddi bir iştir...’’ İyi ki doğdun herhangi bir Ekim’in her hangi bir 30’unda. İyi ki vardın herhangi bir Nisan’ın herhangi bir 26’sında. Hayatın kısa, her mevsimin güneş dolu, yaşamın sonsuz olsun. Gönlünce ve özgürce yaşayabilmen dileğiyle...