Muhafazakâr sanat tartışmasında çıkışsızlıklar (Nevzat Evrim Önal)

Muhafazakâr sanat tartışması geliştikçe, Türkiye'nin kültür-sanat alanı ilginç bir taraflaşmaya sahne olmaya doğru yol alıyor. Devlet ve Şehir Tiyatroları’nın sanatçılarının verdiği kitlesel tepkilerden sonra, tiyatronun kamuoyu tarafından bilinen iki figürü: Haluk Bilginer ve Yılmaz Erdoğan da tartışmaya dâhil olmuş durumdalar. Tartışmanın tüm ilgilileri bu denli içine çeker nitelikte olmasının sebebi ise retorikle sınırlı olmaması ve AKP tarafından yolu yapılmakta olan dönüşüm sürecinin ciddi maddi çıktıları olacak olması.

Yiğit Günay'ın soL Portal'da 13 Nisan tarihinde yayınlanmış olan yazısı birbirlerine sıkı sıkıya bağlı ve çok önemli iki vurgu içeriyordu: Birincisi, "muhafazakâr sanat"ın bir sansür mekanizmasının oluşturulması manasına geleceği, ikincisi ise bu mekanizmanın kaba sansür kurulları değil piyasalaşma üzerinden kurulacağıydı. Biraz soyutlayarak söylersek: AKP Türkiye'nin kültür sanat alanına yönelik, üstyapıda olup bitecek ve ömrü kendi iktidarlarıyla sınırlı olacak bir müdahale değil, bu alanın mülkiyet ilişkilerini kalıcı biçimde dönüştürecek ve geri dönüşü çok daha zor bir yapısal dönüşüm hedefliyor.

“Muhafazakâr Sanat”ın çıkışsızlığı
Açık olan şu ki, gericilik sanata değil, solcu, ilerici sanata karşı. Türkiye’nin kültür-sanat ortamında türlü varyantlarıyla ilerici düşüncenin yerleşikliğini kendi ideolojik hegemonyalarına bir tehdit olmasa da, karşıtlarına nefes alma olanağı tanıyan bir durum olarak görüyorlar ve bu olanağı ortadan kaldırmak istiyorlar.

Yalnız ortada bir sorun var. Muhafazakâr sanata yer açmak için yapmayı düşündükleri alan temizliğinden sonra bu alanı doldurmaları mümkün değil. Onlar, sahip oldukları maddi güçle kendi ideolojilerine bağlı sanatçıların bireysel emeklerinin bu alanı doldurabileceğini düşünüyorlar. Ne var ki, pek çok sanat eseri son tahlilde kişisel bir emeğin ürünü de olsa bir insanın sanatçıya dönüşmesi toplumsal bir süreç ve binlerce yıllık insanlık tecrübesi gösteriyor ki, “sanatçı” denen insan ancak toplumda yerleşik olanla bir aydın gerilimi yaşayarak nitelik kazanıyor. Horace, tiyatrosunu izleyen Romalılara “Neye gülüyorsun? İsimleri değiştir, anlatılan senin hikâyendir” diye bağırdığı gün de bu böyleydi, bugün de böyle.

Tabii, ne “muhafazakâr sanat” lafını gündeme getiren Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen, ne de mal bulmuş mağribi gibi, oturup yirmi maddelik “muhafazakârın sanat manifestosu” yazan İskender Pala’nın bundan haberi var. Onlar sanatçı kimin arabasına binerse onun türküsünü söyler sanıyorlar, ama o türkünün neye benzeyeceğinden haberleri yok. Pala manifestosunun 3. maddesinde, Türkiye’nin ekonomik ve insani gelişmişlik endekslerinde yeri arasındaki farka vurgu yapıp “bu kadar paramız var ama köklerimizden kopartıldığımız için sanatımız geri” demeye getiriyor. Herhalde kendisine ABD’nin tüm zenginliğine rağmen neden sanatsal açıdan kendi klasmanındaki ülkelere göre bu kadar geri olduğunu sorsak “hep köksüzlükten” der. Ama ABD’den çıkan hemen her büyük sanatçının neden solcu olduğunu sorsak, verecek cevabı yoktur.

Muhafazakâr sanat bu yüzden estetik açıdan çuvallamaya mahkûmdur zira sanat, tanım gereği var olanı “muhafaza” etmeye yönelik olamaz. Birazdan fırsatçılık başlığında ele alacağımız Yılmaz Erdoğan saçmalıyor ve “batıcı kafayla divan edebiyatını bitirdiler” diyor. Divan edebiyatı, tanım gereği “bitik” doğmuştur ve ne üretildiği dönemde, ne de başka bir dönemde toplumsallaşmıştır, zira derdi halka ulaşmak değil iktidarı övmektir. Dahası, divan edebiyatını sıradan insanın gündemine sanki çok matah bir şeymiş gibi sokan batıcı bulup beğenmediği cumhuriyetin ta kendisidir.

Muhafazakârların sanat güneşi belleyip yere göğe sığdıramadığı Mehmet Akif bile, tüm dinciliğine rağmen görece nitelikli eserler vermesini devrimcileşmiş Osmanlı coğrafyasında, bu devrimle kurduğu idealist bağlara borçludur. Bu çerçevede Mehmet Akif’i bugün muhafazakârca ele almak mümkündür, ama kendi tarihselliği içerisinde muhafazakâr olarak tanımlamak mümkün değildir.

Dahası, halkın kendi değerleriyle kavga etmeyen sanatı dağıtılan kömür torbaları gibi kapışacağını zannedenleri boş salonlar bekliyor.

Anlamadıkları şu: muhafazakâr insan sanatla, sanat muhafazakâr olmadığı için değil, kendisi muhafazakâr olduğu için ilgilenmiyor zira sanatla değişim arasındaki diyalektik ilişki, doğası gereği değişim istemeyeni sanattan uzaklaştırıyor. Bu insan, sadece bir değil bütün tiyatrolar Pala’nın eserlerini oynasa da tiyatronun semtine bile uğramayacak yine evde oturup dizi izleyecek, en fazla çocukları alıp kayınçosuna misafirliğe gidecek. Öyle olmasa, Pala’nın Leyla ve Mecnun’u onca reklama rağmen boş koltuklara oynamazdı.

Liberal aklın çıkışsızlığı
Eğri oturup doğru konuşalım, Türkiye’nin kültür sanat camiası, içerdiği tüm ilerici unsurlara rağmen, “yetmez ama evet”te somutlanan AKP yancısı liberalizmin önemli merkezlerinden birisiydi. Şimdi, müdahale bu alana yöneldiği zaman dehşete düşmüş olanların önemli bir kısmı, AKP onlara göre makbul olmayan muhaliflerine operasyon üzerine operasyon çekip devlet aygıtını toptan ele geçirirken zil takıp oynuyorlardı.

Konumuzla bağlantısı açısından Haluk Bilginer iyi bir örnek teşkil ediyor. Çok değil dört ay önce “28 Şubat’la da hesaplaşacağız inşallah” diyecek kadar AKP yancılığı yapan Bilginer, tiyatroların özelleştirilmesi gündeme geldiğinde çark etmek zorunda kaldı ve “özelleştirilmesin özerkleştirilsin” demeye başladı.

Ne var ki liberal akıl gerçekler karşısında çökmüş dogmalarını anlamsızca tekrarlamaya devam ediyor. “Özerk olsun, herkes sözleşmeli olsun, ücretler yüksek olsun” diyor Bilginer. AKP yanıt vermeye tenezzül edecek olsa, “emrin olur!” diye dalga geçecektir. Liberal akıl, dünyaya dair bireyci kavrayışıyla bir türlü anlayamadığı şeyi halen anlamamakta ısrar ediyor. AKP iktidarını iyi ve kötü, nitelikli ve niteliksiz kişilerden müteşekkil görüyor ancak onun ne sınıfsal özünü, ne de örgütlü güç niteliğini göremiyor. “Sen ne anlarsın tiyatrodan?” diye soruyor Bilginer AKP’den birisi çıkıp “Ya sen ne anlarsın devlet yönetmekten?” diye cevap vermiyorsa ona, yarın öbür gün liberalliği işe yarar diyedir.

Aynı liberal akıl, sanatın maddi himaye altında olmasının zorunlu olduğunu görüyor, ama sanatçının gelir güvencesinin nedense sanata halel getireceğini, onu memurlaştıracağını düşünüyor. Oysa Shakespeare kariyerinin tamamına yakınını İngiliz Kraliyeti’nin himayesi altında geçirdi, öyle ki mensubu olduğu kumpanyanın adı “Kralın Adamları”ydı. Bilginer’in aklına göre Shakespeare de memur, o zaman kendi tiyatrosu Oyun Atölyesi’nin repertuarı Shakespeare oyunlarıyla dolu olan Bilginer ne?

Bilginer’in anlamadığı şu: Türkiye’nin içinden geçtiği dönem gerici bir dönem. Bu dönem bekleneceği üzere sanatı da niteliksizleştiriyor, sanatçıyı ve icracıyı da. Bilginer, mealen “Türkiye’de tiyatro o kadar kötü ki her gittiğim oyunu yuhalayarak çıkmak istiyorum” diyor. Ben de Oyun Atölyesi’nin Macbeth’ini yuhalayıp çıkmak istemiştim, çünkü Hrant Dink maskesi takan cadılar, iktidar sembolü olarak yere saplı duran kılıca bacaklarını dolayıp mastürbasyon yapan Lady Macbeth ve “mevzubahis bense gerisi teferruattır” diyen Macbeth serbest bir yorum değil, eserin özüne ihanetti. Kuşkusuz devlet tiyatrolarında da kötü oyunlar ve oyunculuklar var, ama bunun sebebi oyuncuların memur olması değil.

Sonuç yerine
İşin gerçeği şu ki eğer bugün Türkiye’de sanatta bir nitelik sorunu varsa, memleketin siyasi-ideolojik atmosferi nitelikli sanata pek alan açmadığı için böyle. Bu atmosferi yaratan ise büyük ölçüde AKP iktidarı ve halkın kendisini ona mahkûm hisseden ruh hali. Bilginer bu ülkede sanatın güzelleşmesini istiyorsa, işe önce AKP iktidarını payandalamak yerine, payandalarını kemirmekle başlayabilir. Yoksa tiyatrolar özelleştirilip de devlet sadece beğendiği oyunlara finansman vermeye başladığında, değil tiyatroya gitmek, oyun repertuarlarını bile görmek istemeyecektir. Bugün olabilecek en iyi şey, AKP’nin kültür-sanat alanına dair hiçbir şey yapamaması, attığı her adımın bu alan tarafından reddedilmesidir.

Ha, bir de “özelleştirilsin tabii” diye ellerini ovuşturan fırsatçı Yılmaz Erdoğan var, İvedik Şahan’ın az daha yaşlısı... Görünüşe göre Erdoğan, Bilginer’e göre daha gerçekçi “bağnaz bir batıcılık kafası, halkın önüne sunulan yeni bir şeyler uğruna eskiyi tamamen çıkarmak, bir ağacın meyvesinin kökleriyle olan bağını kesmesi anlamına geldi ki, aslında en çok darbeyi de sanat yedi bu yüzden” diyor. Artık “hepsine birden alıcı çıkmayınca parçalanıp satılır, Üsküdar Tekel sahnesini de ben kapatırım” diye mi düşünüyordur, Pala’nın oyunlarından rol kapma derdinde midir, o kısmını bilemiyoruz.