Kurtuluş Son Durak filminin düşündürdükleri (Fatma Pınar Arslan)

Yusuf Pirhasan’ın yönettiği “Kurtuluş Son Durak” filmi, kadın sorununa ve kadına yönelik şiddete dikkat çekme iddiası ile vizyona girdi. Film, birçok köşe yazarı tarafından, kadın ve şiddet sorununa dikkat çektiği için övgüye değer bulundu.

Bir sinema filmini, “kurgu şu açıdan başarısız, karakterler şu açıdan zayıf kalmış” gibi fikirlerle eleştirme iddiasına sahip değilim. Ancak, izleyiciye verdiği mesajlar ve bu anlamda, siyasi ve ideolojik çıktıları üzerine birkaç söz söylemek gerektiğine inanıyorum.

Öncelikle, filmin ana fikri, aynı apartmanda oturan ve çeşitli dertlerden muzdarip beş kadına öncülük eden Eylem karakterinin ağzından, filmin ilk yarısında şu şekilde dillendiriliyor: “Bu dünyada hiç kimse hak etmediği muameleyi görmez.” Filmin finalinde verilen mesaj ise, bu fikri bütünlüyor: Kadınların daha iyi yaşamak için ihtiyaçları olan tek şey, kendilerine güvenmeleri…

Kadına şiddet sorununun ya da genel olarak kadın sorununun, “kadınların kendilerine güvenmeleriyle” ve hak etmedikleri muameleleri reddetmeleriyle çözüleceğini iddia etmek son derece naif, bir o kadar da bireyci bir yaklaşım. Filmde, kadına yönelik fiziksel şiddetin toplumsal ve siyasal temelleri üzerine bir vurgu yapılmıyor. Kadını, şiddet uygulayan erkeğe muhtaç bırakan maddi ve manevi nedenlerden ve bunlara karşı topyekun bir mücadeleden bahsetmeden, “kendinize güvenin yeter” deniyor. Film boyunca oluşturulan ve filmin sonunda dernek haline gelen kadın dayanışması fikri ise, hem bu siyasi eksikler hem de erkeğe yönelik dışlayıcı tavır nedeniyle, pek örgütleyici olamaz gibi görünüyor.

Filmde, kadınları mutsuz eden ve sonunda kadınlar tarafından istemli ya da istemsiz olarak öldürülen üç erkek karakter var (aslında bir de öldürülmeyen polis komiseri var, ona sonra geleceğiz). Bu karakterlerden ilki, her gün eşine şiddet uygulayan bir koca. Filmin esas iddiasına uygun olarak anlatılan tek hikaye bu denebilir. Kadın, maddi olarak bağımsız olamadığı için kocasını terk edemiyor dayak yiyen kadının çığlıklarını duyan komşu polis çağırsa da, polis komiseri dayakçı kocanın sırtını sıvazlayıp, komşuları tehdit edip gidiyor. Bu anlamda kadının erkeğe maddi bağımlılığı ve devletin kadına şiddet konusunda sorumsuzluğu vurgulanıyor. Dayakçı koca ise aslında kendisine kadınlarca güzel güzel laf anlatılmaya, ders verilmeye çalışılırken yanlışlıkla öldürülüyor. Bu öldürme, kadın izleyicileri rahatlatabilir şiddet uygulayan erkek izleyicileri belki korkutabilir. Hiçbiri olmasa da bu hikayenin işlenmesi, kadına yönelik şiddete dikkat çekerek, anlamlı bir sonuç ortaya koyabilir.

Ancak, kadınların hayatını zorlaştırdığı belirtilen ve izleyenlerin nefret etmesi istenen diğer iki erkek karakter, sadece duygusal olarak kadınlara zarar veriyorlar: Biri evleneceği kadını son anda terk edip en yakın arkadaşıyla birlikte oluyor diğeri, karısından boşanıp sevgilisiyle evlenmeyi reddediyor ve sevgilisini üzüyor. Bu iki erkekten biri bir sinir anında, diğer ise yanlışlıkla kadınlar tarafından öldürülüyor.

Kadınları duygusal anlamda hayal kırıklığına uğratan, terk eden erkekleri hedef tahtasına oturtarak, kadın sorunu hakkında nasıl bir çıkış yakalayabiliriz ki? Bana kalırsa, ikili ilişkilerde kadını üzen erkeklerin filmin bu kadar merkezine yerleştirilmesi, filmin mesajını fazlasıyla sulandırıyor filmin tartışmasını “vefasız, duygusuz erkekler, hepsi aynı bunların” düzeyine indiriyor. Kadınların “bu erkeklere” rağmen güçlü durabilmelerine vurgu yapılmak isteniyor ama aslında, kadınların ne kadar naif ve kırılgan olduklarının altı çiziliyor. Bu galiba, kadınları “aslında naif ve duygusal olan ama erkekler yüzünden bazen hiç istemedikleri halde sert ve acımasız olmak zorunda kalan” insanlar olarak kabul eden, feminist çevrelerce çokça benimsenen bir görüşün filme yansıması.

Ancak tam da bu görüş kadını siyaseten güçsüzleştirirken, bir yandan da yalnızlaştırıyor. Kadınların “aslında çok naif ve duygusal olan, ama erkekler yüzünden bazen hiç istemedikleri halde sert ve acımasız olmak zorunda kalan yaratıklar” olduğu bir kez kabul edildiğinde, kaçınılmaz olarak filmin sınırlarını da aşan şu iki sonuca ulaşıyoruz. Birincisi, kadının doğasında mücadele etmek yoktur, mücadele etmek aslında kadını mutsuz kılar ikincisi ise, kadınlar normal şartlarda erkeklerle iyi anlaşamazlar ve birlikte mücadele edemezler. Filmdeki kadınlar da mecbur kalmadıkça bir şey için mücadele etmiyorlar, ama daha önemlisi, erkeklerle hiçbir şekilde iyi ilişki kuramıyorlar. Çünkü doğalarına ters!

Filmde kadınlar erkeklerle hiçbir şekilde “normal” bir ilişki kurup mutlu olamıyorlar. Naif ve duygusal olduklarında erkekler tarafından kalpleri kırılıyor sert ve acımasız olduklarında ise kendi vicdanlarıyla karşı karşıya geliyorlar ve yine üzülüyorlar. Kadınların anlaşabildikleri iki erkek var: Üst katta oturan komşu ile kadın karakterlerden birinin kocası. Ancak kadınların iyi anlaşabildikleri bu erkeklerin de “erkek” olmadıkları vurgulanıyor. Üst kat komşunun “iktidarsız”, “tehlikesiz” olduğu, kendi ağzından belirtiliyor. Koca karakteri ise karısının yanında konuşamayan, korkaklığı vurgulanan bir tip. Yani çıkan sonuca göre kadınları anlayabilen tek erkek, iktidarsız. Kadınları anlayamasa da onlara ses çıkarmadan yanlarında durabilen tek erkek ise pısırık bir koca. İkisi de kadınların alay konusu. Bunlar dışında bir erkek tipinin, kadınları anlaması ve onlarla ilişki kurması mümkün olmuyor.

Burada son derece basit, hatta düzeysiz diyebileceğim, bir karikatürleştirme söz konusu. “Erkeklik”e yapılan bu tersten vurgu, güya geleneksel erkeklik algısıyla alay ederken, aslında aynı aşağılayıcı dili kullanıyor. Kadın sorununa dair bir filmde hiç olmaması gereken bir şekilde, cinsel yetersizlik üzerinden aşağılamayı içeriyor izleyiciyi bu duruma güldürmek istiyor. Ve tam da bu yüzden, aslında erkek egemen kültürü yeniden üretiyor.
Öldürülmeyen, ama her şeyiyle “erkeklik”i temsil eden (dayakçı kocayı koruyan, kadınları aşağılayan, bekar Eylem karakterine sarkan) polis komiseri, filmin finaline doğru kadınlar tarafından rehin alındığında, onların istediği yönde konuşmayınca, “erkekliğinin kesilmesi” ile korkutularak yola getiriliyor. Bu sahnede, “erkeklik”e yönelik aynı alaycı ama bir o kadar da, hem kadın hem erkek için aşağılayıcı tavır devam ettiriliyor seyircinin bununla eğlenmesi bekleniyor.

Denebilir ki bu film nihayetinde kadın sorununa, kadına yönelik şiddete dikkat çekmek için yapılmış erkeklerle biraz alay ediliverse ne olur? Erkeklerle alay edilmesine, dayakçı koca karakterinin yerin dibine sokulmasına itirazım yok, ama yukarıda da yazıldığı gibi, bunun cinsel güç ve erkekliğe vurgu yapılarak öne çıkarılması, tam da reddedilmesi gereken bir algıyı tekrar üretiyor. Erkekler tarafından yapıldığında kızdığımız bu vurgunun, kadınlar tarafından yapıldığında daha komik ya da daha estetik olduğunu neden kabul edelim? Filme güldürme kaygısıyla konan, erkeği aşağılayarak kadının kendisini daha iyi hissetmesini sağlamayı amaçlayan bu sahneler, filmi oldukça basitleştiriyor ve aslında, şiddete yapılan vurguyu, izleyenlere verilmesi gereken asıl mesajı bir ayrıntı haline getirip, değersizleştiriyor.

Filmin mesajı, “biz kadınlar olarak çok iyi yaşayabiliriz, ihtiyacımız olan tek şey kendimize güvenmek erkeklerin ise hiç düzelme şansı yok, sadece iktidarsız ve pısırık olanları aramıza alabiliriz” olarak özetlenebilir. Erkeklerle birlikte mücadele ederek, onlara öğreterek ve birlikte öğrenerek yaşayabilme ihtimalini akla getiren bir örneğin, ilaç için bir tane takdir edilen erkek karakterinin olmadığı filmden, ancak bu duygularla ayrılmak mümkün. Filmi izleyen bir erkeğin, kendisini eleştirmek ve değiştirmek adına nasıl bir ders çıkarmasının beklendiğini ise gerçekten bilemiyorum. Bu anlamda, filmin sahip olduğu iddia edilen misyon ile, verdiği mesaj ve yarattığı duygular, birbiriyle hiç uyuşmuyor. Bu açıdan film, kadın mücadelesine siyasi/ideolojik bir destek vermekten, kadın sorununun temelini anlatmak ve hem kadını hem erkeği buna karşı örgütlemek, kapsamak fikrinden çok uzak kalıyor.