Kimdir bu Montefiore ve Stalin ona ne yapmıştır? (Ogün Eratalay)*

Son dönemde Türkçeye de çevrilen eserlerin yazarı Simon Sebag Montefiore. 1965 doğumlu İngiliz bir tarihçi. Aslına bakılırsa ülkemiz gündemine bu kadar geç girmiş olması da ayrıca irdelenmesi gereken bir durum. Kitap eleştirmenliği basılan eserin çevirisini beklemeli mi beklememeli mi sorusu da cevaplanmayı bekliyor. Konumuza ve bana bu yazıyı yazdıran gelişmeye dönelim.

İthaki Yayınlarından basılan “Stalin: Kızıl Çar'ın Sarayı” adlı eser benim için bardağı taşıran son damla oldu. Müsadenizle eserin İngilizce aslına dair görüşlerimi paylaşacağım. Fırsatını bulmuşken de aynı yazar tarafından yazılmış olan ve bence yine “maalesef” soL yazarı Yavuz Alogan tarafından çevrilmiş olan “Genç Stalin” eserine de değineceğim.

Stalin: Kızıl Çar'ın Sarayı
Sovyetler Birliğinin kuruluş döneminde Sovyet liderliğinin hayatı kitabın ana konusu. Kitabımızın merkezinde ise Josef Visaryonoviç Çugaşvili namı diğer Stalin var. Herhalde hayat hikayesi binlerce kere anlatılmıştır ama bu kez farklı..

Kitabı kendi amaçlarım için kullandığımı itiraf edeyim. Öbür türlü olsaydı yazarın istediği gibi azılı bir anti-komünist olurdum, şükürler olsun ki değilim. Muazzam uzunluktaki alıntılar, günlük parçaları ve yanlı anlatımların satır aralarını okuyup öğrenmeye çalıştım. Yazara rağmen bunu başardığımı düşünüyorum.

Biyografi yazımı ayrı, tarih yazımı ayrı bir uğraştır. Yazar bir dedektif edasıyla olayları anlatıyor, suçluyu buluyor ve yeni bir olaya yelken açıyor. Eğer benim elimde Sovyet arşivlerine sınırsız bir erişim hakkı olsa, dönemin canlı şahitleriyle birebir görüşme imkanı olsa tamamen farklı bir kitap yazardım.

“İdeolojik düşmanım” olan kitabın yazarına karşın kitaptan elde ettiğim bilgiler ve kazanımlar şunlar oldu:

• 2. Dünya Savaşından sonra Stalin ile ilgili aktarılan bilgilerin ne kadar yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Yazar Soğuk Savaş ideolojisini salgılamaya çalışsa da gösterdiği kanıtlar bunun tam aksini ispat ediyor. Doktorların Komplosu, Leningrad Olayı, bonapartist eğilimleri olan Jukov’un tasfiye, Yahudi Komplosu gibi önemli olayların bazı çevreler tarafından abartıldığı kadar olmasa da gerçekten varolduğu itiraf ediliyor. Stalin son kararı daima bulunduğu kurumun almasında ısrarcı olmuş, en önemsiz görülebilecek konularda bile bu şekilde davranmıştır. Bu Bolşevik kültür sayesinde sorumluluk tüm imzacılar tarafından paylaşılmıştır. Olaylara dikkatli bakılırsa evet, Dimitrov, Jdanov ve Kuibşev gibi liderlerin aynı doktorların elinde hayatlarını kaybettiği garip durumlar yaşanmıştı. Evet, partinin Leningrad örgütünde milliyetçilik ve piyasacılık eğilimi baş göstermişti. Evet, siyasi arenada savaş sonrası muzaffer mareşalin gölgesi gitgide büyüyordu. Evet, savaş sırasında kurulmuş olan ve Yahudilerin desteğini almaya çalışan uluslararası işbirliği garip bir yapıya evriliyordu. Bütün bu olaylarda hükümlülerin ölüm cezası alması gerektiğini savunmuyorum ama ateş olmayan yerden duman çıkmamıştır, cezalar ancak Rus kültürünün şiddetli ceza pratiğiyle ancak “anlaşılabilir”.

• Lenin’in artık parti yönetiminde aktif değilken kaleme aldığı tartışmalı siyasi vasiyetinin tersine Stalin kendisinden sonraki döneme dair çok önceden harekete geçmiş, çözüm arayışına girmiştir. Politbüro’da kendisinin yerine geçecek bir aday arasa da bulamaz. İlk önce en sadık – ve bana göre tek gerçek – yoldaşı Molotov’u dener. Dışişleri Bakanlığından dolayı uluslararası arenaya yabancı olmayan Molotov, Stalin 1946 yılında savaşın yorgunluğunu atmak üzere makamında değilken verdiği kararla bir çuval inciri berbat eder. Marşal Planının arka planını ve emperyalist amacını görmeksizin planı kabul eder, Yahudilerin Kırım’a yerleştirilmesi planına göz kırpar. Sosyalizme yepyeni bir emperyalist saldırı başlatılırken ABD-SSCB ilişkilerinde yakınlaşmayı savunur. Leningrad Olayından sonra Stalin’in elinde dört kadro kalmıştır Beria, Malenkov, Bulganin ve Hruşçov. Hiçbirisini liderlik konumuna layık bulmaz. Ölümünden hemen önce toplanan19. Kongrede yeni nesil bir parti yönetici kadrosunun önünü açmaya çalışır. Merkez Komite ve Politbüro’ya yeni üyelikler önerir. Ancak yakın vadede ortaya çıkamayan bu ekip Brejnev döneminde görev aldığında Hruşçov iktidarı çoktan verdiği zararı vermiştir.

• Poskrebşev! Bu ismi hiç duymamış olduğumu itiraf ediyorum. Vlasik ve yakın çevresini bilsem de onu tanımamıştım. Yaptıkları, örnekleri ve anıları birçok Bolşevik isimsiz kahramanın ne kadar önemli işler başardığının bir göstergesi. Petrol mühendisi Baibanov, Ermeni amiral İsakov, idelog Suslov, Çekacı İgnatiev…Bu örnekler sayesinde Sovyet liderlerinin hayatına dair ilginç ayrıntılar ortaya çıkıyor.

Sovyet dönemi yanlı tarihçilerinin veya yalancılarının çaresizce yapmak durumunda olduklarını Montefiore de yapmak durumunda kalmış ve mecburen bazı durumlarda doğruyu söylemiş: Stalin’in eşinin intiharının ardından partideki genel sekreterlk görevinden istifa etmek istemesi ve reddedilmesi, savaş sırasında Naziler tarafından ele geçirilen oğlu Yakov’a karşılık Stalingrad’da esir alınan Alman mareşali Paulus’un takas edilmesi teklifini reddetmesi (Yakov daha sonra toplama kampında infaz edilecektir) ve 1941 kışında Moskova ağır saldırı altındayken Ekim Devrimi kutlamalarının yapılması kararını alması…

Tamamen reddedilmesi gereken Büyük Tasfiye ve Kirov cinayeti gibi olaylarda da fikirlerim elbette var ancak kaale alınmam için herhalde tarih alanında üniversite öğretim üyesi payesi almam gerekecek…

Genç Stalin
Tarih sırasında ilk ama okuma sıralamasında ikinci olan bu kitap Stalin’in gençlik dönemini ele alıyor. Bu kitapta da yazar inanılmaz bir Çarlık Rusyası Ohranka (Okhrana değil!) ajanı gibi Koba’nın peşine takılıp her gitiği yerde takip ediyor. İlkokul günleri, aile ilişkiler ve ilk yılları çok iyi bir şekilde anlatılmış. Dikkatli okunduğunda Stalin’in görünenden daha derinlikli bir karakteri ve yetenekleri olduğu görülüyor. Her insan gibi kusurları olması bir yana, devrime olan inancı, partiye olan bağı ve sadakatı tartışılmaz seviyede. En kötü koşullarda bile durmaksızın ilerleyen bir buzkıran gibi.

Kitap okuyucuyu Kafkaslardan Avrupa’ya, oradan Sibirya’nın en ücra köşelerine ve sonunda Petrograd’a götürüyor. Bu sırada Stalin döneminin ana kahramanları da birer birer sahne alıyor. Kamo, Şaumyan, Kalinin, Orjonikidze, Malinovski, Lenin, Troçki, Sverdlov ve Molotov arenaya çıkıyor.

Diğer tarihçiler tarafından onaylanmasını beklediğimiz yayınlanmamış anılar gibi belgelerle birlikte yazar Troçki’ye dair bazı efsaneleri de yerle bir ediyor. Kızılordunun muzaffer komutanı, tasfiye edilip sürgüne gidince yazdığı eserlerde Stalin’i Ekim Devrimi sırasında silik bir rolde göstermişti. Kitap durumun tam tersi bir durum olduğu ortaya çıkıyor! Ateşli, hırslı ve mükemmel bir örgütçü olan bu Kafkasyalı 1917’den çok önce oldukça bilinen bir yüz. Lenin onun özelliklerine övgüde bulunup, çelikten bir parti inşasında onun gibileri kahraman ilan ediyor. Hiçbir durumda maddi çıkar peşinde koşmayan, sürekli en alt tabakadaki işçilerin arasında olan bir komünist. Stalin marksizm dersleri verir, grevler örgütler, 1 Mayıs yürüyüşleri planlar ve banka soygunları gerçekleştirir. 1917 Temmuz Günlerinde yeraltına inmeyen Bolşeviklerdendir. O çalkantılı günlerde Lenin’i mahkemede yargılanmak için Kerenski’ye teslim etmeyi önerebilecek ortayolcu Bolşeviklere kafa tutandır.

Stalin’e yapılan bunca suçlamadan sonra insanın kafasına şöyle bir soru geliyor, bu kadar nefret ettiğin birisi hakkında bu kadar zahmete girip kitap yazmak niye? Niye diyar diyar gezip dönemin şahitleriyle görüşme inadı, basılmamış anılara, yıllardır ortada bulunmayan eserlere erişip onlara yapılan atıflar? Gori’de bulunma şansı bulmuş, Stalin Müzesini gezmiş bir amatör tarihçi olarak beni kandıramaz. Neydi Stalin’den bu kadar nefret ettiren şey? Sonunda, kitaptaki tüm anlatımlara göre Stalin çok nadiren yanlış bir şey yapmıştı. Sevgi dolu, sadık bir eş ve aynı zamanda sürekli yeraltında olan bir devrimci. Çok küçük yaştan itibaren çok zor bir çevrede ayakta kalma mücadelesi vermiş, başarılı bir öğrenci ve inanmış bir devrimci. Bu bir katilin veya caninin hayat hikayesi olamaz. Tam tersine eğer olursa benim de oğluma/kızıma salık vereceğim şekilde doğru bildiği şey için mücadele eden bir gencin hikayesi bu. Sorumuzu yineleyelim, Montefiore neden bunca zahmete girip bu kitabı yazmış? Marx ve Lenin gibi “radikallerin” fikirlerini takip ettiği için mi hedef tahtasında? Yoksa yazar marksizmi, leninizmi arşivlerinde rahatsız edilmemesi gereken bir kadim tarih olarak mı görmek istiyor? (Bunun için örnek olarak yazarın Ekim Devrimi üzerine yorumlarına bakılabilir) Heyhat, işte şimdi çizmeyi aştın bay yazar. Bundan sonrası siyasetin alanı ve burada senin söz söyleme hakkın yok. Kapitalizm sosyalizme karşı. Kavga hala devam ediyor…

Stalin’e geri dönecek olursak, hiçbir zaman zenginlik peşinde olmadı. Sadık ve disiplinliydi, o ve arkadaşları halkları için en iyi olduğu düşündüğü şeyleri yaptılar. Yoldaşlarının akıl sağlığını yitirdiği Kutup bölgesinde sürgünde bile davasından dönmedi. Kendisinin anılarında da “Stalin” sadece bir isim olarak gördüğü yazılı. Lider olmanın sorumluluğunun ve yükünün farkında, sıradan bir kişi gibi davranmaya çalışıyor. Uzun zamandır haber alamadığı eski arkadaşlarına maaşından para gönderiyor, onları Gürcistan’da ziyaret ediyor, evlerine konuk oluyor…

Sonuçta okumaya değer bir kitap ancak eğer isimlerin ucunu kaçırırsanız, işiniz zor. Özellikle bazı dönemsel fotoğraflar çok ilginç. Benim en çok beğendiğim fotoğraf, Rus devrimcilerin gizli bir toplantı için Londra’ya geldiklerinde İngiliz basını tarafından görüntülendikleri kareydi. Konuyla ilgili daha genel bir bakış açısı peşindeyseniz Carr ve Wolfe kitapları tavsiyemdir. 1917 öncesi Rusya ile ilgili derinlemesine bilgi ve Koba (Stalin) ile ilgili merakınız varsa bu kitabı okuyun. Ama yazar hakkında söyledilerim saklıdır, oldukça yanlı kendisi. Benden söylemesi!

*Değerli yorumlarıyla bu yazıyı yazma fikrini veren sevgili ağabeyim Mehmet Keskin’e selamlarımı iletiyorum