Kemalistler ne yapmalı? (Can Ulusoy)

Türk siyasetinde 1990’lı yılların ortalarına kadar merkez sağ ve merkez sol ayrımları anlamını korumaktaydı. Gerçi Özal’ın ANAP’ı ile birlikte, klasik manada merkez sağ siyasetten bir kopuş başlasa da Mesut Yılmaz döneminde ANAP yine o klasik ayrım içindeki konuma geri dönmüştü. Cumhuriyetin merkezi siyasal yapısının 1946 yılında yaşadığı kopma, neredeyse 50 yıl boyunca temel siyasi belirleyici olarak tarihimizdeki yerini aldı. Sağı ve solu temsil edilen “merkez” elbette Kemalizm’di. CHP “merkez” iddiasını her ne kadar 1965 yılına kadar sürdürse de gerek TİP’in yükselişi neticesinde CHP’nin geleneksel tabanından kaymaların başlaması, gerekse de DP’ye oranla daha ılımlı bir siyaset izleyen AP karşısında farkını ortaya koyma noktasında yaşadığı bunalım, CHP’yi nihayetinde merkezden biraz daha sola kaydırmış ve “ortanın solu”, “merkez sol” olarak adlandırılan siyasi konumuna taşımıştı.

İnönü-Bayar ve Menderes, Ecevit-Demirel mücadelelerini, her ne kadar zaman zaman idamlarla şiddet dozunu arttırsa da Kemalizm’in hâkim siyasal çerçevesi içinde okumak gerekir. Her iki kesim nihayetinde milli devlet perspektifinden asla sapmadan siyasi vazifelerini ifa ettiklerini düşünmekteydiler. Fakat emperyalizm çağında burjuva devrimlerinin makûs talihiyle kısa süre sonra yüz yüze gelen Kemalizm, özellikle sağ Kemalist cenahın, laikliği sulandırması, 1980’lerle birlikte özelleştirme furyalarına kendisini kaptırması ve ABD işbirlikçiliği noktasındaki tavrı ile en büyük yıkıma yine kendi evlatları tarafından uğratılmıştır. CHP’nin de bu süreçteki payı hiç de azımsanacak ölçüde değildir.

Gerek sağ Kemalizm gerekse de sol Kemalizm I. Cumhuriyet’in öz evlatları olarak tarih sahnesinde yer aldılar ve I. Cumhuriyet’in yıkılması ile birlikte tarih sahnesinde kalktılar ve kalkmaktadırlar. Milli devletin yıkılış olarak da adlandırılabilinecek olan bu süreç, siyaset yaptıkları zeminin ayakları altından çekilmesi ile birlikte sağ ve sol Kemalizm arasındaki tüm ihtilaflara da bir son verdi ve bir beka mücadelesi çerçevesinde ortaklaştırdı. Nitekim Demirellerin CHP’yi desteklemeye başlaması, yine Demirel hâmiliğinde Cindorukların, Perinçeklerin, emekli askerlerin, eski MHP’lilerin ve CHP’nin ulusalcı kesimlerinin “Milli Merkez”de yan yana gelmeleri, aslında varlık-yokluk mücadelesi içinde tüm farklılıklarının anlamını yitirdiğini gösterir. Sağıyla ve soluyla Kemalizm’in, AKP’nin II. Cumhuriyet projesine karşı direnmesi ve mücadele etmesi elbette anlamlıdır, fakat bu saldırıyı I. Cumhuriyet’i yeniden inşa noktasında bir mücadeleye oturtmaları, stratejik bir hatadır ve başarı şansı hiç yoktur. Nitekim bütün âlâ ve vâlâsıyla kuruluşu ilan eden “Milli Merkez”in başarısızlığı, stratejik yanlışı görme açısından bir ders niteliğinde olması gerekir.

Küçük Burjuvanın Gericiliği ve Proleter Devrimcilik Ufku
19. y.y.da gitgide mülksüzleşerek proleterleşme sürecine giren küçük burjuvazinin şiddet ve mücadelesinin tarihin çarklarını geri döndürmek ve kaybettiği mevzileri yeniden kazanmak şeklinde temellendiğini Marx bizlere uzun uzun anlatır. Küçük burjuva radikalizminin mağlubiyeti kaçınılmazdır çünkü tarih basit lineer bir yapıya sahip değildir ve geriye dönülemez. Marx, kapitalizmin yarattığı yabancılaşma ve yıkımdan geriye dönerek kazanılacak hiçbir mevzinin olmadığının farkındadır ve sosyalizmi, proleter devrimi işaret eder, geri dönerek değil, ancak kapitalizmi aşan bir toplumsal-siyasal örgütlenmeyle yabancılaşma ve yıkıma karşı çıkılacağını saptar, mücadelesini verir.

Günümüz Türkiye’sinde, öğrencileri de dâhil edersek, klasik küçük burjuva kesimlerin de hızla proleterleştiğini, öğrencilerin de potansiyel proleterleri oluşturduğunu görürüz. Misalen günümüzde birçok avukat, kendi bürosunu açamamakta, büyük hukuk bürolarında emeğini satarak geçinmekte, işyerinin mülkiyeti ile hiçbir ilişkisi bulunmamakta yani proleterleşmektedir. KİT’lerin özelleştirilmesi ve buralarda çalışan binlerce personelin de klientalist bağlar içindeki ayrıcalıklarını yitirmeleri, günümüz proleterleşme sürecinin çok önemli bir başka veçhesidir. Günümüzde ulusalcı olarak adlandırdığımız kesimlerin büyük çoğunluğunun sınıfsal olarak dayandıkları tabanın hali budur ve kendi proleterleşme süreçlerini doğru analiz edemedikleri için Haziran İsyanı’nı sınıfsal olarak küçük burjuvaziye bağlayarak vahim bir hata yapmışlardır. Nitekim sınıfsal pozisyonları ile uyumlu olarak, küçük burjuvanın kaybettiği mevzileri, tarihin çarklarını geri döndürerek alma vahametine kendilerini kaptırmışlardır.

Aslında Türkiye’de burjuva ideolojisinin devrimci bir rol oynadığı 1908-1923 sıçramalarında, günümüz Kemalistlerinden çok daha doğru tutumlar aldıklarını görürüz. 1908 Meşrutiyeti Mondros Mütarekesi sıralarında yıkılınca, M. Kemal’in tavrı “1908’in gerisindeyiz ve önce bu mevziyi geri almalıyız” şeklinde olmamıştır. Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ını meşrutiyetin ihyası mantığı ile çalıştırmaya kalkanlara M. Kemal’in eleştirileri hepimizin malumudur ve nihayetin de haklı da çıkmıştır. M. Kemal, henüz Amasya Genelgesi’nde, 1908 mevzilerinden daha geri bir durumda olunsa da, oraya dönmeyi işaret etmez, milli egemenlik vurgusunu öne çıkarır. Elbette hiçbir tarihsel aşama miadını doldurmadan aşılamaz ama devrimci dönemler, büyük sıçrama hamlelerini toplumların önüne koydukları için “devrimci”dir. Geri dönülmesi mümkün olmayan hedefleri işaret etmek, elde edilecek mevzileri kaybettirmekten başka bir sonuç getirmez. Günümüz küçük burjuva muhalif tavrı, hem sınıfsal bakışı hem de yanlış siyasi stratejisi ile derin bir hata içindedir.

Oysaki işçi sınıfımız, gençliği ve diğer tüm halk kuvvetleriyle, önümüzde duran büyük kamucu – halkçı seçeneği, yeni bir cumhuriyeti işaret etmektedir. Nitekim 29 Ekim 2013’ünde Kadıköy Meydanı Kemalistler için de “ne yapmalı” sorusunun cevabıdır. Kemalizm’den miras kalan anti-emperyalizm, aydınlanmacılık, laiklik gibi mevziler ancak bu programla geri alınabilir. Kemalistler, programlarında bulunan “devrimcilik” ilkesini hatırlamalı ve günümüzün devrimci sınıfı ve programının yanında yerlerini almalıdır.