Kaybetmek için seçime girmek: Cehape’den Yeni CHP’ye (Burak İyiekici)

Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası her parti, seçime katılım oranının düşük olmasını kendi zaviyesinden yorumluyor ve sandığa gitmeyen 13 milyon seçmenin bu davranışı bir ucundan çekiştirilerek ideolojik manipülasyonun aracı haline getiriliyor.

İktidar partisinin argümanı, bir taraftan CHP’nin güçlü olduğu bölgelerde katılımın yüksek ve ancak AKP’ye oy vermesi muhtemel bölgelerde düşük olduğu, diğer taraftan tatilcilerin söz konusu oranı aşağı çektiği varsayımına dayanıyor. Ardından katılımın düşüklüğünün dert edilmemesi ve meşruiyetin zedelenmemesi için Avrupa’daki oranlar yardıma çağırılıyor ve Türkiye tarihselliği el çabukluğuyla çöpe atılıyor. Avrupa’da seçimlere katılım oranının hatırlanması ve dışarıdaki örneklerden yararlanma ihtiyacı, yani bu gerekçelendirme zorunluluğu bile katılım konusunda duydukları endişeyi gösteriyor ve Erdoğan’ın balkon konuşmasında oy verenlere teşekkür etmesi bu kaygıyı bire bir yansıtıyor.

CHP cephesinde suçlu bulma arayışıysa uzun sürmüyor ve tatilciler yüzünden seçimin kaybedildiğine dair zoka yutuluyor. Bilerek ya da değil, CHP’lilerin “tatilci” kolaycılığına sarılması AKP’nin tuzağına düşüldüğünü gösteriyor, zira bu söylem, yeni resmi tarih yazımının bir olgu özelinde sınanması anlamına geliyor. Buna göre CHP’liler ezilen, dışlanan, mağdur edilen kesimler (çevre) karşısında merkezi ve Beyaz Türk’ü temsil ediyor. Beyaz Türklerin zengin ve dolayısıyla keyfine düşkün kişileri ima ettiği düşünüldüğünde, bu insanlar sahil kenarında şaraplarını yudumlamaktan memleket meseleleri için kılını kıpırdatmaya mecal ve zaman bulamayan kimseler haline geliveriyor ve mecburi boykotçular kategorisine itiliyor. Yani güdüleyici ideolojik etmenlerden bağımsızlaştırılarak, zevk ve sefa düşkünü insanlar olarak resmediliyorlar. CHP’lilerin bu tarih okumasına katkı sunması ise kendi bacağına sıkmayı beraberinde getiriyor.

Sığ bir tarih okumasının ve derin bir imanın ürünü olan “tatilciler” analizini bir kenara koyarsak, cumhuriyetçi kesimin islamcı bir adayla şeriat tehlikesinin durdurulmasına dayanan “strateji”yi reddettiğini tespit edebiliriz. O halde yüzeysel bir bakışla Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin başarısız olduğu çıkarımına varabiliriz ancak acele edilmemeli. Başarı ve başarısızlık, olgulara sınıf mücadelesi merceğinden bakanlar için her sınıf adına aynı şeyi anlatmıyor. Tezimiz şudur: Kılıçdaroğlu CHP’si, uluslararası ve yerli sermayenin talepleri ve 2. Cumhuriyet’in kurumsallaşmasına sunduğu katkı açısından başarılıdır. Üstelik Kılıçdaroğlu, Haziran direnişinin üzerinden bir yıl geçmesine rağmen, bir İslamcıyı kurtarıcı olarak piyasaya sürüp, bunu –belirli bir ölçüde de olsa- kabul ettirebildiyse iki kez başarılıdır. Sonuca varıyoruz: CHP ve Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kazanmak için değil, kaybetmek için girmiştir. Başarı nişanesi Erdoğan’ın köşke tırmanmasıdır.

Seçimlere gelmeden önce kaseti biraz geri saralım. Kılıçdaroğlu, özellikle 2013 Haziran’ından sonra Erdoğan’a “diktatör” şeklindeki hitabını arttırmıştı. Derine inmeye lüzum yoktur, bir taraftan “diktatör” söylemini benimseyen Kılıçdaroğlu, 30 Mart seçimlerinde uzatılan mikrofonlara “bugün bir demokrasi şöleni yaşıyoruz” diyebilmiştir. Hangisini sayalım, daha sonraki” YSK kararlarına saygılıyız” sözü de dikkate değerdir. Çelişki açıktır, Kılıçdaroğlu’na göre Erdoğan bir diktatördür ancak bu diktatörlüğünü realize ettiği hiçbir alan yoktur. Yani YSK bağımsızdır, demokrasi mevcuttur, seçimler yapılmaktadır vesaire. Yani bu diktatör, nasıl oluyorsa kendine diktatördür. Kılıçdaroğlu’nun çelişkilerini, onun liderlik özelliklerine sahip olmamasına bağlayanlar yanılmaktadır. “Diktatör” söylemiyle Erdoğan’a yönelik tepkileri arkasına yedekleyen Kılıçdaroğlu, bu tepkinin sistem içine kanalize olması politikasını incelikli biçimde yürütmektedir. Kılıçdaroğlu’nun yüzü “bize “ dönükken “diktatör” kelimesi ağzından düşmezken, arkasını döndüğü an demokrasinin, çekilmeyi aklının ucundan bile geçirmediği meclisin, kurumların ve seçimlerin olağan formunda işlediğini ima etmektedir.

Tartışmanın genel başkanın öznel tercihleri üzerinden kurulduğu izleniminden kurtulması ve düzen açısından CHP’nin rolünü tanımlayabilmek için 2009 seçimleri de hatırlanabilir. Cumhuriyet Mitingleri’nin enerjisinin sönümlendiği, üstelik Ergenekon davası gibi ağır bir saldırının yaşandığı dönemde, örnek olsun Ankara’da görece sol tandanslı Murat Karayalçın aday gösterilmişti. Gelgelelim Haziran direnişine ve yarattığı olanaklara rağmen bu defa ülkücü bir aday keşfedildi. Haziran değerlerine sırtını dönme ve AKP’ye karşı biricik kurtarıcı olarak yine kendisini gösterme çabaları birbirine eklemlendi ve direnişle açığa çıkan enerji büyük ölçüde soğurulmuş oldu.

10 Ağustos seçimlerine geldiğimizde 30 Mart’ta başlatılan “gerçekçilik akımı” zirve noktasına ulaştı. Türkiye’nin %60-%70’i sağ, %30-40’ı sol seçmenden oluşuyordu ve bu yüzdeliği oluşturan azınlık kısma dayanılarak başarılı olmanın olanağı yoktu. Baykal’ın çarşaflı üye açılımı, önce Kılıçdaroğlu’nun ülkücü ya da müftü adaylarıyla genişletildi, son olarak islamcı adayla nihayete erdirildi. “Sosyolojik veriler” ve “gerçekçi olmak” adına 2. Cumhuriyet’in muhalefeti (Yeni CHP) olma yönelimi, sözüm ona bilimsel analizlerle desteklendi ve aslında “AKP sosyolojisi” düpedüz benimsenmiş oldu. Girişte değinmiştik CHP, artık yalnızca tarihe değil, topluma da AKP gibi bakıyordu.

E. İhsanoğlu’nun adaylığı, sözde toplumun verili gerçekliğine ilişkin yorumlamalara dayandırılsa da, beklenti, realite olarak sunulan tablonun sabitleştirilmesi, süreklileştirilmesi ve yeniden üretilmesidir. Bir başka deyişle %70-%30 dengesi, doğal, kendiliğinden ve yapısal bir çıktı değil, dayatılan, kurgulanan ve yapay bir orandır. Her seçimde gerçekleşmediği gibi bundan sonra da her zaman doğrulanamayacaktır. Bu sayısal veriden hareketle iktidar stratejisi üretmek ise yapay olanın doğallaştırılması, kurgusal olanın kemikleştirilmesidir.

Üzerine yeterince yazılıp çizilmiş olmasına rağmen İhsanoğlu’nun temel referans noktalarının Erdoğan’la aynı olduğu, açık ifadelerle Amerikancılık, piyasacılık ve İslamcılık gibi başlıklarda çoğunlukla örtüşme, belki nüanslarda farklılıklar olduğu belirtilmelidir. Söz konusu çerçeve içerisinde İhsanoğlu’nun ayırt edici özelliğinin “kirlenmemiş” ve ılımlı görünen bir isim olması sayılabilir. Denklem şudur: güçlü olan adayla ideolojik yönelimi hemen hemen aynı ancak “sabıkasız” olan birinin aday gösterilmesi, hırsızlığın, katilliğin düzene ilişkin, yapısal problemler olarak görülmemesini getirir ve bu özellikler bir karakter sorununa indirgenir.

Geldiğimiz noktada CHP’nin 1) AKP’nin topluma ilişkin çözümleme biçimini kabul edip yeniden ürettiğini, 2) AKP rejimiyle ve onun temsil ettiği değerlerle değil kişilerle, özelde de Erdoğan’la sorunu olduğunu açıkça gözlemleyebiliyoruz. Kılıçdaroğlu CHP’si bir yandan AKP’nin ideolojik hattını sahiplenirken, diğer yandan Erdoğan’a karşı kazanma şansı olmayan adayla 2. Cumhuriyet’i kurumsallaştırmak için öne çıkmıştır. Böylece düzenin normalleşmediğinin bir göstergesi olarak 30 Mart’a kadar her seçim döneminde yeniden üretilen CHP’li ulusalcı-AKP’li islamcı aday karmaşası sona ermiş, islamcılık düzen siyasetinin ilkesi haline gelmiştir. Böylece -mış gibi yapan CHP, kavgayı rakibinin sahasında oynamaya çalışarak, mağlubiyeti ringe çıktığı an tatmıştır.

“Diktatör”, “hırsız” ve “katil” dediği adayla seçime girerek yarışılabilir bir aday olduğu imajını yaratan, üzerine rakibin ideolojik hâkimiyetindeki oyunu kabul eden, devlet olanaklarının adaylara eşitsiz dağılımını seçimi sakatlayan ve gayrimeşru hale getiren bir unsur olarak görmeyen ve YSK’ya saygı duyan CHP, aday belirlemeyi düşündüğü an Erdoğan’ı cumhurbaşkanı ilan etmiştir. Bulunan adayın geçmişi, özellikleri ve politik duruşuyla birlikte, çok büyük anlam atfetmemek kaydıyla, yürütülen seçim kampanyasındaki bilinçli eksiklikler de, köşk koltuğunu Erdoğan’a teslim etmedeki ya da seçimi kaybetmedeki motivasyon yüksekliğini açık etmektedir. Aşağıdaki tabloya, bu karşılaştırmanın belirleyici olmadığını kaydederek ve ancak tezimizi doğrulamak ve netleştirmek adına başvuruyoruz:

Tekrarlamakta fayda var, bu tablo bir ayrıntıdır ve sebep değil sonuçtur, seçimin 10 Ağustos’tan çok önce belirlendiğinin ifşasıdır. En ciddi rakibe karşı ideolojik olarak farksız bir aday, diğer yandan yürütülmeyen bir seçim kampanyası, diğer bir deyişle “seçim olmayan seçim”in kabulü. İslamcılığa refere etmeyen bir siyasetin başarısız olacağına dair yarattığı algıyla, Erdoğan’ın seçime girebilir bir figür olduğu ön kabulüyle ve AKP çizgisiyle uyumlu adayın öne sürülmesiyle CHP, 2. Cumhuriyet’in normalleşmesi ve kurumsallaşması için önemli bir destek sunmuştur. Dolayısıyla önce Sarıgül ve M. Yavaş hamleleri, sonrasında ise İhsanoğlu tercihi, CHP için bir seçim stratejisi değil, uyumlu islamcı rejimin çıkarlarının belirleyici olduğu bir görev bilincinin pratiğidir.

Sona yaklaşırken hatırlatmak gerekir ki, CHP’nin seçimi kaybetme stratejisi ya da 2. Cumhuriyet açısından diğer belirleyici hamleleri, genel başkanın ve ekibinin öznel müdahaleleriyle belirlenmemektedir. Burada partinin sınıfsal karakteri itibariyle daha çok piyasalar, patronlar, ABD ve cemaat gibi unsurların hamlelerine duyarlı halde olması kritiktir. Bu anlamda İhsanoğlu isminin parti içi tartışma yürütülmeden öne sürülmesine getirilen eleştiriler anlamsızdır zira kanaatimizce İhsanoğlu’nun adaylığından Kılıçdaroğlu’nun da çok sonradan haberi olmuştur. Bir başka örnek olarak Erdoğan’ı Başbakanlığa taşıyan ismin Baykal olduğu düşünüldüğünde tablo daha da netleşmektedir. Yine, Abdullah Gül cumhurbaşkanı olduğunda resepsiyonları boykot eden, mecliste ayağa kalkmayan Baykal CHP’si daha sonra bu tavrından vazgeçmiş, Gül’ün cumhurbaşkanlığını onaylamıştır. Küçük bir ayrıntı da hatırlanacak olursa Kılıçdaroğlu genel başkanlığa ilk geldiğinde Başbakan’ın karizmasını seyreltmek için kullandığı ve kamuoyunda ilgi gören “Recep Bey” yakıştırmasından neden sonra caymıştır. AKP rejiminin AKP’den ibaret olmadığı, dolaylı destekçileri eliyle taşındığı bilinmelidir.

2011 sonrası Erdoğan’ın Suriye’de radikal muhalefete angaje olduğu, kendisine tanınan özerkliği istismar ettiği ve içeride otoriterleşmeye başladığı tezi, emperyalizmin AKP’ye ilişkin güncel yaklaşımıdır. Haziran direnişinin ardından Erdoğan’ın rejimi sürdürülemez kıldığı konusunda varılan mutabakat, 17 Aralık operasyonunu doğurmuş ve AKP rejiminin korunarak Erdoğansız bir AKP rejimi için restorasyon denenmiştir. Haziran günlerinde “hükümet istifa” talebini mecliste yeniden üretmeyi denemeyen CHP, 17 Aralık operasyonundan sonra bu sloganı hatırlamıştır. Atlantikçi projeyle uyumlu davranan Kılıçdaroğlu CHP’si, cumhuriyetin kazanımları çizgisinden, 2002-2011 arası ekonomik ve politik “kazanımları” koruyup kollayan bir pozisyona çekilmiştir. Bu aynı zamanda, “Cehape”liğin kabulü ve “Yeni CHP”nin anahtarıdır.

Sandığa gitmeyenler kadar, İhsanoğlu’nu kerhen de olsa tercih eden ilerici seçmenler kuşkusuz söz konusudur. Ancak kabul edilmelidir ki Kılıçdaroğlu CHP’si, cumhuriyetçilerin ideolojik eşiğini zorlamış ve düşürmüştür. Dolayısıyla sonraki süreçte islamcı olmayan bir sağcı aday bile taban için muteber hale gelebilecektir. Ancak ne olursa olsun, tıpkı Baykal gibi Kılıçdaroğlu da kredisini tüketmektedir, ancak AKP projesinin sahipleri ve onu sahiplenen Baykal, Kılıçdaroğlu vd. açısından önemli olan siyasi kariyerleri değil, rejimin kaderidir. Kurtuluş umudunu CHP’ye bağlamış ilericiler ve cumhuriyetçilere karşı ise bir oyalama taktiği söz konusudur: her yeni gelen lider söz konusu kitle tarafından tüketilmekte, kredisi bittiği anda sahneyi sonrakine bırakmaktadır. Bu arada 2. Cumhuriyet zaman kazanmakta, cumhuriyeti kemirmekte ve laikliği yok etmektedir. Burada beklenti, her yeni lider siyasi ömrünü örseleyene ve sona erdirene kadar CHP’den mücadele bekleyen ilericilerin bir kısmının dağılması ve geriye kalanların paralize olup etkisizleşmesidir. AKP döneminde Baykal ve Kılıçdaroğlu’nun başkanlık dönemleri tamamen bu minvalde gerçekleşmiş, muhtemelen bundan sonraki başkanda da öyle olacaktır. Aydınlanmayı, kamuculuğu, laikliği ve cumhuriyeti önemseyen ancak CHP’ye bel bağlayanlar bilmelidir ki operasyonun tek biçimi Ergenekon, Balyoz vb. davaları gibi yöntemler değildir. Saldırı, bazen içsel ve dost bilinendendir. Sayılan ilkelerin kapitalizm içerisinde ve şu ya da bu sermaye grubuna göz kırparak gerçekleştirilmesinin nesnel zemininin ortadan kalktığının unutulması, tasfiyenin başladığı andır.