Kapitalizmin ajanları - "Kaybedecek hiç birşeyimiz yok o boyun bağından başka" (Selçuk Işık)

"Yapılacak ilk devrim insanın kendi içinde yapacağıdır, evet ilk ve en önemli devrim budur’’
Susanna Tamarro

Sermaye birikiminin genişlemesine istihdamın hizmet sektörüne kayması gibi önemli bir faktörün eşlik etmesiyle birlikte, yaşadığımız dönem itibariyle işçi sınıfının en büyük bileşenini oluşturan ve ‘’beyaz yakalı’’ olarak tanımlanan toplumsal katmanın sınıf tanımına oturtulamama, nicel ve nitel örgütlenememe gibi sorunları geçtiğimiz yüzyıldan itibaren tartışılagelmiştir.

Diyebiliriz ki halen bu sorunlar diriliğini koruyor ve olgunlaşmış bir zemine oturtulmakta güçlük çekiliyor.

İlk iş olarak tanımlama probleminden başlamak gerekiyor. Bu konuda farklı birçok yaklaşımın mevcut olduğunu söylemek mümkün.

Alman sosyolog Lederer, konuya bir dönem yaygın bir şekilde kabul gören Zihin-Kas Yaklaşımı perspektifinden eğilmiş, beyaz yakalı işleri kol gücüne dayalı işlerin dışında kalan işler olarak tanımlamıştır. Beyaz yakalıların tanımında ise bu kesimin eğitim, saygınlık, ücret gibi özellikler bakımından daha avantajlı olduğunu vurgulamıştır.

Fritz Croner, çoğunluğu yönetime ilişkin olan fonksiyonların çeşitlenmesi ve yürütülemez hale gelmesinin, söz konusu fonksiyonların parçalanarak ücretli çalışanlara devredilmesini zorunlu kıldığını savunmuş ve beyaz yakalı katmanının buradan yükseldiğini öngörmüştür.

Bahsi geçen bu iki örnek yaklaşımın beyaz ve mavi yakalılar arasında ayrım yapılması yönünde, uzantılarını günümüzde de hissettiğimiz popüler bir anlayışın oluşmasına ve yerleşmesine hizmet ettiğini savunan G. Sayers Bain ve Robert Price, otoriteye yakınlık ve otorite sahipliğinin beyaz yakalı tanımlamasında
temel ayrım olarak ele alınması gerektiğini iddia etmişlerdir.

Onlara göre beyaz yakalıların büyük bir kısmının mavi yakalılardan farksız olmasına rağmen, giyim tarzı, çalışılan ortam gibi kolayca tanınabilen sembolik farklılıklara sahip olmaları, onların otoritenin kararları aldığı ve yerine getirdiği yerlere yakın olduğuna ilişkin yaygın anlayışı beraberinde getirmektedir.

Bu sembolik farklılıklar aracılığıyla beyaz yakalı işçilerin kendilerini otoriteyle özdeşleştiriyor olmaları ise su götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.

Beyaz yakalıları tanımlama yaklaşımları, Bain ve Price’ın düşündüğü gibi yalnızca popüler bir anlayışın yerleşmesine hizmet etmekle kalmıyor aynı zamanda beyaz yakalı grubun sınıf tanımlamalarının dışında bırakılarak ‘’küçük burjuvazi’’ olarak gösterilme eğiliminin bir parçası haline geliyor.

Marksist gelenekte ise sınıf nesnel bir ilişkiyi ifade etmektedir. Kişilerin ait olduğu sınıf, onların öznel tutumlarından, kendilerinin veya başkalarının düşündüklerinden bağımsız, piyasa ile olan ilişkilerinden ziyade üretim ilişkileri içerisindeki yerlerine bağlı olarak belirlenmektedir.

Meslek, statü, gelir yapılarındaki değişmeler ve bunlara bağlı olarak yaşam standartlarının, tüketim ya da piyasa olanaklarının iyileşmesinin, insanların sınıfsal konumları ile ilgisi bulunmamaktadır.

Yani bu ayrımlar ve ölçütler, yalnızca sınıf içi eşitsizliklerin derecesini ya da söz konusu grupların sınıf içerisinde birbirine göre yerlerini göstermektedir, diğer bir deyişle ‘’sınıf içi katmanlaşmanın birer bileşenidirler’’.

Sınıf siyaseti, ‘’beyaz yakalı sorunsalını’’ bu çerçevede konumlandırır ve bu katmanı işçi sınıfının ayrılmaz bir parçası olarak kabul eder.

Kaldı ki bizim asıl tarif etmemiz gereken beyaz yakalının kendisi değil, bu bileşenlerin meydana getirdiği toplumsal uyuşma ile nasıl mücadele edileceği olmalıdır.

Skinner’ın meşhur güvercin deneyinde yemek yeme dürtüsünden bir koşullanma yaratılan güvercin misali, beyaz yakalılar üzerinde bu katmanlaşmanın bileşenleri (statü, görece yüksek gelir, tüketim kalıplarının değişmesi vb.) birer yem gibi kullanılıp bu bireylerin burjuvaziye öykünmeleri ve bu illüzyonun peşinden soluksuz ve yönsüz koşmaları sağlanıyor.

Yön duygusu kalmayan bireyin yönelme ve yöneltme duyuları yok olacağından, bir şekilde hayatta kalmak dürtüsünden başka bir şeyi kalmayacaktır, kalmamıştır da.

Ortalama bir beyaz yakalının laptop sırtında dolaşmasına ve sabahlara kadar çalışmasına rağmen en ufak bir isyan belirtisi göstermeyip, sabah toplantısında içtiği ‘’frappuccino’’ kahveden statüsel bir haz almasının altında başka nasıl bir ‘’yokluk’’ arayabiliriz ki?

Kapitalizm, çözümsüz kaldığı her noktada zorbalıkla, kanla, savaşla kendine mevzi yaratırken, bir yandan da tüm emekçi kesimleri somut veya soyut (illüzyonist) rüşvetlerle bu yokluğa mahkum etmeye çalışmaktadır.

Bu yolla kapitalizm deyim yerindeyse kendi ajanlarını yaratabilmiş ve toplum içerisinde kendiliğinden işleyen bir müdahale aracı (örn. şirketlerdeki statüsel zincir) oluşturmuştur.

Bu rüşvetler serisinin verdiği yetkiyle, kurum kokan ağızlarıyla emek sömürüsüne aracılık eden yöneticilerin ve bu yöneticilere öykünerek plazaların camlarına ekmek banan, amaçsızlığa koştuklarının farkında olmayan, yönsüz beyaz yakalı emekçilerin de bir an önce beyaz yakalarındaki bu kirden arınmaları gerekmektedir, tabii önce boyun bağlarını biraz gevşetmeyi öğrenerek.

Bizlerin ise bu arınmanın gerekliliğini avazımız çıktığı kadar haykırması gerekiyor zira bizim o boyun bağından başka kaybedecek hiçbir şeyimiz yok.

Kaynakça:

HYMAN, Richard ve Robert Price (Ed.). The New Working Class? White-Collar Workers And Their Organizations. London: Macmillan Press, 1983.

Emil Lederer, “The Problem of the Modern Salaried Employee: Its Theoretical and Statistical Basis”, In Die Privatangestellten in der modernen wirtschaftensentwicklung, New York, 1912,

Fritz Croner, “Salaried Employees in Modern Society”, International Labour Review, 1951