Kamusal Alanın İntikamı! (Efe Peker)

AKP iktidarının ikinci senesinde, dönemin cumhurbaşkanı kamusal alanı gerekçe göstererek bir toplantıya Erdoğan’ın eşini davet etmeyince Erdoğan, “tutturmuşlar bir kamusal alan... Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde böyle bir kavram yok” demişti. Geçen seneki Cumhuriyet Bayramı resepsiyonu tartışmalarında da Erdoğan, “kamusal alan neresidir, neresi değildir … özgürlükleri kısıtladığı alanları öğrenmemizde fayda var” şeklinde konuşmuştu. Peki, Erdoğan ve partisinin özgürlükleri sınırladığı iddiası ile sıcak bakmadığı kamusal alan fikrinin, Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu’nun yeni yönetmeliğinin tüm dayanağını oluşturduğunu fark etmek çok mu zor? Buna göre, her türlü davet ve etklinlikte, halka açık yerlerde, karayolları kenarlarında, yirmi dört yaşında bir yetişkinin bulunduğu mekânlarda alkolü yasaklayan yasak olmadığı nadir yerlerde de alkolün gözle görülmemesi ve neredeyse kriminal bir havaya bürünmesi için her türlü önlemi alan yönetmeliğin, çok keskin bir kamusal-özel alan ayrımından beslendiğini görüyoruz.

Nilüfer Göle’nin derlediği İslamın Yeni Kamusal Yüzleri (2000) adlı kitap, daha önce kamusal alanda fazla yer edinemeyen İslamcı hareketin 1980’lerden beri kendine alternatif yaşam alanları yaratmaya başladığından söz eder. Göle’nin ifadesi ile İslamcı hareket, özellikle de yarattığı orta sınıflar aracılığıyla, “siyasi hareket ya da dini inancın ötesinde kamusal alana taşınıyor, kendine yeni mekânlarda yer ediniyor” (s. 7). Bugün gelinen noktada ise, İslamcı-muhafazakâr hareketin artık kamusal alanda kendine yer açmaya çalışan mütevazı bir özne değil, bilakis, tasvip etmediği yaşam tarzlarını mümkün mertebe özel alana itmeye çalışan bir kudretin “sarhoşluğu” içinde olduğu açık değil mi? AKP’nin attığı her adımda demokratikleşme görmeyi başaran Mehmet Altan’ın bile geçenlerde buna dikkat çekmesi anlamlıydı. Altan, alkol yasakları üzerine şöyle yazdı: “Batılı yaşam tarzından hoşlanmayan bir irade ... kamuya ait ele geçirdiği bir yeri sadece ve sadece kendi anlayışıyla yönetmeye kalkarsa ya da kendinden başkasına yaşam hakkı tanımayan bir bağnazlığı topluma dayatırsa ... bu, felaketin de başlangıcı olur” (Star, 12 Ocak 2011). Demek ki Erdoğan ve partisinin esas meselesi, kamusal alanda özgürlüklerin kısıtlanması değil, kamusal alan tanımını kendi muhafazakâr algısına göre baştan yazabilmektir. Dolayısıyla bugün Türkiye’de “vesayet rejimiyle” birlikte kamusal alanın da sahipleri el değiştiriyor: Kamusal alan öldü, yaşasın yeni kamusal alan!

“Alperenler arkanda”
Alkol kullanılıyor diye Topkapı Sarayı’ndaki İdil Biret konserini, Tophane’deki sanat galerilerini basanlar ile ilgili olarak Erdoğan, basına kızıp “nedir bu çılgınlık böyle, abartılı şekilde bunu vermek?” demiş partisi de bu olayları münferit ya da marjinal çıkışlar olarak değerlendirmişti. Peki, sergi ve diğer kültürel etkinliklerde alkol sunumunu men eden yeni yönetmeliği ile AKP, bu tikelliğe evrensel bir nitelik kazandırmış, yani bu radikal muhafazakar duruşu siyasetin ve kamusal alanın merkezine oturtmuş olmuyor mu? BBP Başkanı Yalçın Topçu’nun alkol yasakları ile ilgili olarak “korkma Başbakan daha ötesine git, Alperenler seninle ... korkma Alperenler arkanda!” demesi, yasakların ideolojik koordinatlarını göstermesi açısından son derece anlamlıydı. Tophane baskınından sonra Ayşe Buğra, “kimlik farkı ve ideolojik duruşun ... rencide ettiği hassas bir kalabalığın, insanın varoluşuna yönelik ... bir tehdit unsuru haline geldiğini” yazmıştı (Radikal İki, 3 Ekim 2010). Erdoğan ve Hüseyin Çelik’in alkol yasaklarıyla “halkı ve gençliği koruduğunu” iddia etmesini, biz de Buğra’nın sözlerinden yola çıkarak yorumlayabiliriz: Muhafazakârların “hassasiyetleri” depreşmesin diye kamusal alanda aynı onlar gibi yaşamaya zorunlu bırakılan vatandaşlar, yalnızca alkolün kötü etkilerinden değil, saldırılardan da korunmuş olacaklar! İşte verimli devlet yönetimi.

“İleri Demokrasi”
Ancak meseleye yalnızca kamusal alan ve özgürlükler çerçevesinden bakarak, ortada safi meşru yollardan yürüyen bir demokratik uzlaşmazlık olduğu izlenimine de kapılamayız. Aksine, faşizmin kendi koyduğu yasal sınırların ötesine taşan, keyfiyete dayalı bir pratik olduğunu bize öğreten Theodor Adorno’ya bugün bir kez daha kulak vermek zorundayız. AKP’nin alkolle ilgili yönetmeliğinden fersah fersah taşan hukuksuzluklar, ancak bu bağlamda anlam kazanabilir. Bunun için yalnızca son birkaç aya bakmak yeterli: Polisin Ankara ve Aydın’da çocuk bahanesiyle alkollü restoranlara rastgele baskın düzenlemesi, Antalya’da alkol alan gençleri kelepçelemesi, Kayseri’de alkol satın alan vatandaşları fişlediğinin ortaya çıkması ayrıca, alkole getirilen fahiş zamlar, belediyelerden ruhsat almanın imkansıza yakın hale gelmesi ve irili ufaklı diğer hadiseler... Tüm bunları, yeni alkol yasaklarıyla ilgisi olmayan “münferit” gelişmelermiş gibi değerlendirecek kadar aptal olabilir miyiz? Hiç kuşku yok ki, elindeki sınırlı yasal malzemeyle bu baskıları topluma yedirmeyi başaranlar, yeni yönetmeliğin verdiği güç ile bize yepyeni ziyafetler hazırlamaktan geri durmayacaklar. Buna, AKP’nin yasaklara getirilen herhangi bir eleştiriyi popülist bir ahlakçılık ile savuşturmasını eklemeyi de unutmamalı. Başbakan’ın “aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içiyorlar” demesi, ya da üniversitelerde alem yapıldığı yönündeki propagandalar, AKP’nin yasaklarına çekince koyan herkesi, ayyaşlığı ve tüm değerlerin yozlaşmasını savunmakla itham ediyor. “Ah sizi gidi ‘endişeli modernler!’ Mahalle baskısından boşuna korkmuşsunuz zira bakın, artık bütün ülke koca bir mahalleye dönüşüverdi!”
Sonuç olarak, Galatasaray’ın yeni stadındaki açılış maçını “İcraatin İçinden” programına çevirmeye çalışan AKP’lileri ve Başbakan’ı protesto eden taraftarı eleştiren, “misafire ayıp edildiğini” düşünenlerin AKP’li gibi hissetmeyen, yaşamayan, düşünmeyen, milyonlarca vatandaşın kendi memleketlerinin kamusal alanında giderek daha fazla misafir muamelesi görmeye başlaması hakkında da söyleyecek sözleri olmalı. Fransız filozof Jean-Jacques Rousseau, “bir toprak parçasını çitle kapatıp ‘burası benim’ diyen ve kendisine inanacak kadar saf insanları bulan ilk kişi, sivil toplumun gerçek kurucusudur” diye yazıyordu. Bugünün Türkiye’sinde ise, kamusal alanda tahsis ettiği keyfi yasak ve faşizan baskılara “ileri demokrasi” diyen ve kendisine inanacak kadar saf insanları bulanlar, ülkedeki yeni otoriter yapının gerçek kurucularıdır.

Efe Peker
Simon Fraser, Sosyoloji Doktora