İki intihar, tek aydınlanma (Bekâm Örün)

“Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım, diyerek geriye savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı.”

1887 yılının Şubat ayının 5'inci gününün gecesinde, hane halkı yataklarına çekildikten sonra, çalıştığı her gece yaptığı gibi, D'alembert'in, Diderot'nun, Büchner'in, Comte'un, Voltaire'in, Roussseau'nun, Goethe'nin, Balzac'ın, Hugo'nun, Flaubert'in ve tabii ki romanlarını Türkçe'ye ilk kazandırmış kişi olarak, yazın hayatı boyunca izinden gittiği Zola'nın kitaplarıyla dolu kütüphanesine çekilir Beşir Fuad. Son hazırlıklarını yaptıktan sonra, son derece sakin bir biçimde atardamarını keser.

Aynı sakinlikte, yanına aldığı kalem ve kâğıtla not tutmaya başlar. Yukarıdaki satırları yazmaya gücü yeter yalnızca yaşama gözlerini yummadan önce. Amacı, izlenimlerini yazmaktır Beşir Fuad'ın. “İntiharımı da fenne tatbik edeceğim” der Ahmed Mithat'a yazdığı, kaleminden çıkan son mektupta.

Annesine “délire de persécution”, eziyet hezeyanı, bir çeşit paranoya teşhisi konmuştur. Bir süre sonra da bu sebeple hayatını kaybeder annesi.

Biyolojik kalıtıma, elindeki çok eksik bilimsel bilgi ve verilerle körü körüne inanmaktadır Beşir Fuad onun için bu tartışılması dahi abes bir bilimsel gerçektir kalıtım. Annesi delirerek öldüyse, Beşir Fuad'ı da aynı kalıtım yasası beklemektedir. Bilimin gösterdiği yolun sonu olağan akışında delirerek, aklını yitirerek ölmeye çıkıyorsa, akıl baştan gitmeden, bir aydınlanma deneyine dönüştürülmelidir ölüm.

Dönüştürülmelidir çünkü Beşir Fuad Voltaire biyografisinde yazdığı gibi, “ilim ve irfanın parlak güneşi”ne yüzünü çevirmiştir çünkü “bilen güçlü”dür.

Bu yüzden, iki sene önceden karar vermiştir intihar etmeye. Delirme bekleyecekse, ölüm de bir miktar bekleyebilir. Çıkarılacak mecmualar, yazılacak yazılar, yapılacak çeviriler en önemlisi de romantiklere karşı sürdürülmesi gereken kıyasıya bir polemik vardır henüz, yarım bırakılmamalıdır. Kendine verdiği iki yıllık süre dolmasına rağmen, bir haftacık daha uzatmaya karar verir kısacık ömrünü, “...şairlerin tarizatını cevapsız bırakmamak için...”.

Bu toprakların belki de gördüğü ilk materyalist, kaba bir materyalist, kararlı bir gerçekçi ve katı bir deterministtir. Nedenlerin ve sonuçların peşinde koşar. “Birtakım nesneler gözlemlendikten sonra, bunları doğuran sebeplerin ne olduğunu düşünmek doğaldır. O halde, düşünceye doğan varsayımların gerçeğe uygun olup olmadığını incelemek için 'deney'e başvurulur” yazar Victor Hugo biyografisinde. “Kimyada geçerli olan deney usulünü canlılara da tatbik edilebileceği”nin onayını da Claude Bernard'dan alır.

Tatbik eder.

Ardında bıraktığı mektuplardan biri de tıbbiyeyedir. “...cenazemin de fenne hizmet eylemesi ehass-ı amâlimdir binaenaleyh Mekteb-i Tıbbiye-i Şahâne'de teşrih olunmak ve bu sûretle talebelerin ilm-i teşrih öğrenmelerine bir hizmet-i cüz'iyye olmak üzere cezedimi teberrüken Mekteb-i Tıbbiye-i Şahâne'ye terk ve bu arzuma mümanaat olunmamasını dahi sûret-i mahsusa vasiyetnamemle familyam ve azalarına tavsiye eyledim” yazar tıbbiyeye. Cansız bedeninin tıp fakültesi öğrencilerinin bilimsel gelişimine cüzzi bir katkı sunmak amacıyla, kadavra olarak kullanılmak üzere tıp fakültesine verilmesidir vasiyeti.

Bize ise bu toprakları aydınlatan en göz alıcı meşalelerden birini miras bırakır.

Yaşamına son vermesi bir deneydir Beşir Fuad'ın. Bilimin, tıp biliminin gelişimine kendince katkı sunmak için bir deney yalnızca.

“Yaşamaya dair”dir.

Geçtiğimiz günlerde Beşir Fuad'ın intiharını andıran bir intihar yaşadık. Mehmet Pişkin'in intiharından bahsediyorum. Beşir Fuad'ın intiharının ardında bıraktığı mektupları yaşandığı dönemde oluşan infialin bir benzerini, Mehmet Pişkin'in ardında bıraktığı intihar videosuyla yaşadık hep beraber.

Üstelik aynı Beşir Fuad gibi Mehmet Pişkin de intiharını çok önceden planlamıştı.

Mehmet Pişkin de kendince geçerli bir sebeple, bir doğumu beklemek için bir süre ertelemişti intiharını, Beşir Fuad gibi.

İkisi de cansız bedenlerinin boşa gitmesini istememiş, kadavra olmayı vasiyet etmişti.

Tuna Kiremitçi de Aydınlık gazetesinde yer alan 20 Ekim tarihli yazısında söz konusu iki vakada, yukarıda saydığımız benzerliklere dikkat çekmiş.

Kiremitçi yazısında önce Beşir Fuad'ın pozitif bilimlere olan ilgisiyle Mehmet Pişkin'in ODTÜ Makine Mühendisliği'nden mezun olması ve bilgisayar programcılığı yapmasını, ikisinin pozitivist kesişim noktaları olarak belirlemiş ardından olabildiğince mutlaklaştırarak ve yüzeyselleştirerek kullandığı ve aslında “aydınlanma”yı tarif etmeye çalıştığını düşündüğümüz “batıcı – batılı” kavramlarının içini beyhude bir çabayla, “intihar videosunda bile kendiyle dalga geçmeyi seçen, gayet batılı bir zihin var karşımızda. Veda şarkısı olarak Ella Fitzgerald’dan 'Every Time We Say Goodbye'ı seçmiş.” diyerek “kendisiyle dalga geçme” ve “son şarkı seçimi” örnekleriyle doldurmaya çalışmış.

Ne ki, iki olayın benzerlikleri yukarıda saydıklarımızla sınırlıdır, gerisi zorlamadır.

Zorlamadır çünkü Beşir Fuad'ın intiharı, ülkenin toplumsal aydınlanma vektörünün yukarıya doğru hızla tırmandığı bir dönemde Mehmet Pişkin'inki ise tam tersine, söz konusu vektörün hızla aşağı doğru seyrettiği bir dönemde gerçekleşmiştir. İki vektör yolda, tek bir noktada çakışmışlardır.

Hepsi bu.

Tuna Kiremitçi ise sadece bu nokta üzerine, çakışılan noktanın biçimsel benzerliklerinin üzerine inşa ediyor yazısını gidilen farklı yönleri göz ardı ederek.

Bir olayda aydınlanmanın nüvelerinin olduğunu, diğerinde ise tortularının kaldığını görmüyor Tuna Kiremitçi. Görmediği için, Mehmet Pişkin ve on binlercesinin girdiği yolun çıkışının ön koşulunu olabildiğince bireyselleştirerek, “kişinin ruhunun savaşçılığına” bağlayıveriyor. Çıkış noktası önerisi de, ön koşul gerçekleştiği ölçüde, “ayakta kalıp dalganızı geçmek” oluyor.

Geçtiğimiz dönem pek moda olan ve şimdilerde klişeliğin ipini çoktan göğüslemiş fakat buraya pek çok yakışacağını düşündüğüm bir söz öbeğiyle: “Şaka gibi”!

İntihar, eylemsiz ölümdür” diyor Yalçın Küçük Bilim ve Edebiyat'ın önsözünde. İntiharın niteliğini belirleyen eylemsizlik haliyse, Beşir Fuad'ın yaşamına son veriş biçimine intihar demek büyük haksızlık olur.

Mehmet Pişkin ismi, Tuna Kiremitçi'nin ve geçtiğimiz hafta pek çoklarının yaptığı gibi, Mehmet Pişkin'e de büyük haksızlık edilerek, neredeyse kutsallaştırılıyor. Oysa Mehmet Pişkin ismi hiç ama hiç önemli değil bu vakada. Ölen Mehmet Pişkin değil ki çünkü.

Eylemsizlik ölümse, Mehmet Pişkin örneğinde olduğu gibi mutlaka intiharı gerektirmiyor. Yaşarken de ölünebiliyor. İnsanlarımız, bizim insanlarımız bugün eylemsiz ölüyor.

Ölmeye başlayan, çıkış arayıp bulamayan, “tutunamayan insan”, bizim insanlarımızdır. Ölen, “kısır döngüyü kıramayan”dır, “kırmak yönünde umudunu ve motivasyonunu kaybeden” insandır.

Tutunamama hali ise bu olayda gözümüze sokulmaya çalışılanın tersine yalnızca Mehmet Pişkin ile ilgili ve bireysel bir polisiye vaka değil tam tersine, toplumsal bir durumdur.

Mehmet Pişkin'in intiharı, tutunmak isteyip de tutunamayan, yapayalnız, çaresiz kalan bir toplumun yardım çığlığıdır.

Son olay tutunma halinin, aydınlanmanın demek istiyorum, tortularını da ihtiva ediyorsa, bu toplumda umudun kırıntıları fazlaca vardır. Söz konusu tortuları ölümcül bir zehirden bir yeni doğumun nüvelerine dönüştürmenin yolu ise, “yalnız kalmamak” gibi çok basit ve insani bir talebi bir toplumsal seçenek olarak formüle etmekten geçiyor.

Önceleri hep söyledik ve Haziran'da ucundan kıyısından gördük.

Yalnız kalmayan insan, geleceği birlikte örüyor.

Aslında bu kadar basit ve yalın.

Umutsuzluğun, “tutunamama” halinin ise bundan böyle değil kapkara bir gölge olarak insanlarımızın yaşamlarının üzerinde romanlarımızın adlarında bile olmaması gerekiyor.

Beşir Fuad'ın dediği gibi “Gerçeğin aydınlık güneşi birtakım kara bulutlarla örtülüp varlığı inkar edilmeye cüret edilse bile, yine bir gün olur, o bulutlar yırtılarak (güneşin) olgun güzelliği kendisini gösterir.