Cumhuriyet tartışmalarına derkenâr (Can Ulusoy)

Cumhuriyetçi olmayan bir sol olabilir mi? Bütün “ama nasıl bir cumhuriyet” sorularını bir kenara koyarak, iç rahatlığıyla “hayır, olamaz” diyebiliriz. Nihayetinde “cumhuriyet” bir rejim olarak, hangi siyasal sistemle anılırsa anılsın, “iktidarın meşruiyeti” tartışmasına bir yanıttır. Osmanlı aydınının meşrutiyet çerçevesinde geliştirdiği formüllerle aşmaya çalıştığı bir meşruiyet krizi, çeşitli veçheleriyle daha da geriye götürmek mümkün olsa da “Genç Osmanlı” hareketinin doğuşu ile birlikte su yüzüne çıkar. Ülkemizde cumhuriyet tartışmaları da ilk kez bu dönemde matbuat hayatında kendisine yer bulur. Nitekim Namık Kemal, Makalâtı Siyasiye ve Edebiye başlıklı yazılarının 3. Cüz’ünde “idare-i cumhuriye” meselesi hakkında bir tartışma penceresi açar.

Genç Osmanlılar’ın tartışmaya açtığı “iktidarın meşruiyeti” sorunu, I. ve II. Meşrutiyet dönemlerinden, yerel kongre iktidarlarına ve oradan da I. TBMM dönemine gelirken, adeta bir Gordiyon düğümüne dönmüştür. Düğümü çözmek nihayetinde bir İskender kılıcı gerektirmektedir ve ihtilalin süngüleri bu işlevi yerine getirmiştir. 1Kasım 1922, 29 Ekim 1923 ve 3 Mart 1924 “zillullah” (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) sıfatı ile iktidarlarına dini bir meşruiyet zemini sağlayan egemenlik algısı ile hâkimiyet kaynağını millette bulan cumhuriyetçi siyasal tasavvurun arasındaki “güç mücadelesi”ni bitiren üç büyük dönemecin adıdır. 29 Ekim ise bu kritik üç kavşak arasında doğal olarak “sembolik” bir değer kazanmıştır.

İktidarın meşruiyeti kaynağının dünyevileşmesi, sadece geleneksel dünyanın kodları içinde yönetme hakkından yoksun olan burjuvalar için bir değer kazanmaz. İşçi sınıfının devrimci mücadelesi için de son derece önemli bir kazanımdır. Hatta burjuvazi, İngiltere’de olduğu gibi kraliyete kendi üstünlüğünü kabul ettirerek, işçi sınıfına karşı aristokrasi ile bir ittifak düzlemi kurup ünlü “parlamenter monarşisi” ile cumhuriyet ilan etmeden meşruiyet krizini çözüp, liberal demokrasiyi uygulayabilirken, kraliyet ile birlikte yaşayan bir sosyalizmin bırakalım uygulanmasını, tahayyül bile edilemeyecek olması, “cumhuriyet” meselesinin işçi sınıfı açısından ne kadar kritik bir konu olduğunu gözler önüne serer. Bu yüzden gönül rahatlığıyla “cumhuriyetçiyiz” diyebilir ve bir ayağımızı 29 Ekim’e basabiliriz. Ya sonra?

“Yeniden Atatürk Cumhuriyeti” mi “Sosyalist Cumhuriyet” mi?
I. Cumhuriyet’in artık yıkıldığı, bu noktada “muhafaza ve müdafaa” edilecek bir cumhuriyetin kalmadığı ve AKP’nin II. Cumhuriyet’ini tesis ettiği artık su geçirmez bir gerçek olarak herkesin karşısında durmaktadır. Bu durumu kendisi için bir fırsat olarak gören BDP-HDP siyasetleri ile II. Cumhuriyet’e cepheden karşı çıkan “ulusalcılar” ve TKP’nin temsil ettiği “sosyalist seçenek” tercihlerini netleştirmiş bulunmakta. CHP ise bu üç stratejiden her biri tarafından çekilmekte ve “neo-liberal sol”, “ulusalcılık” ve “sosyalist seçenek” arasında parçalanmakta, bu yüzden de belirgin bir siyaset ortaya koymakta güçlük çeker durumdadır.

Öyleyse Türkiye’de cumhuriyet tartışmaları üzerinden üç farklı cephenin oluştuğundan söz edilebilir. 1) AKP’nin tesis ettiği II. Cumhuriyet içinde kendisine ikbal ve istikbal arayanlar 2) II. Cumhuriyet’i yıkıp yeniden I. Cumhuriyet’i kurmak isteyenler 3) I. Cumhuriyet’in kazanımlarını yeniden geri alarak arasız bir biçimde “sosyalist bir cumhuriyet” kurmak isteyenler.

Tarihin tekerlerini geri döndürerek yeniden Atatürk Cumhuriyeti’ni kuracağını düşünen II. kesimin bir yönüyle romantik ve oldukça problemli bir “ilerleme” anlayışına sahip olduklarını söyleyebiliriz. 2013 yılında ne 1923 Atatürk Cumhuriyet’ini ne de 1917 Ekim Devrimi ve sonrası gelişmelerle doğan Sovyetler’i yeniden kurabiliriz. Bu süreç içinde Türkiye’de kapitalizm de aynı kalmamıştır. Devrimci özelliğini 1930’larda yitirmeye başlayan ve 1940’lı yıllarla birlikte gericiliğini ilan eden burjuvazinin önderlik ettiği bir siyasal sistemi, işçi sınıfının önerliğinde gerçekleşecek yeni bir devrimle ihya edebileceğini düşünmek zaten işin doğasına aykırıdır. İşçi sınıfı sosyalist perspektif dışında “yeniden burjuva devrimi”ni ihya edemez. Hatta şunu net olarak söyleyebiliriz, sosyalist perspektiften yoksun hiçbir siyasal hareket Cumhuriyet Devrimleri’nin kazanımlarını dahi geri alamaz. Çünkü günümüzde toplum içinde %70’lere varan bir nüfus oranına sahip işçi sınıfımızın dışında devrimci bir sınıf bulmak, Diyojen’in gündüz elinde fenerle “insan” aramasına benzer. Yukarıda da vurguladığımız gibi, devrimci özelliğini yitiren burjuvazi, kendi devrimine de ihanet etmiş, anti-emperyalist bir savaş neticesinde kurulan cumhuriyeti NATO’ya bağlamış, işçi sınıfını ve partilerini demir yumrukla ezmeye çalışmış, nihayetinde üretimi bile artık geliştirmekten yoksun hale gelen, tarihinin en gerici dönemini yaşayan günümüz kapitalizmi ile bütünleşerek, Türkiye’yi mafyalaşmış bir ekonomi ve tarikat-cemaat ağalarıyla yönetmeye başlamıştır. Aslında bu, tüm dünyada burjuvazinin ortak özelliğidir, devrimci özelliğini yitiren burjuvazi, kendi devrimlerinin kazanımlarını öncelikle ortadan kaldırmaya başlar, bugün Batı burjuvazisinin aydınlarının Fransız Devrimi’nin liderlerinden kanlı katiller gibi söz etmesi bunun en açık örneği değil midir? Çürüme dediğimiz olgu, bünyedeki vasfın bozulmasından başka nedir zaten?

Peki, işçi sınıfımızın görevi burada nedir? Yeniden Atatürk Cumhuriyeti’nin ihya edilmesinin imkânsızlığı ortadadır. Eğer mevzubahis olan aydınlanmacılık, kamuculuk, anti-emperyalizm gibi değerlerse bunların sosyalist bir bünye içinde hayat bulmasında ne gibi bir sıkıntı vardır? Herhalde günümüz kapitalizmi ile bütünleşmiş bir ülkede, yeniden milli burjuva üretip, milli ekonomi tesis etme naifliğinden söz etmeyecektir ulusalcı arkadaşlarımız. Nihayetinde doğduğu andan itibaren küreselleşme eğiliminde olan kapitalizmde, burjuvazinin daha palazlanması için milli ölçeklerde kalamayacağı ve dünya kapitalist sistemine eklemleneceği olgusu reddedilebilir mi? Yoksa dünün milli burjuvaları nasıl oldu da 1950’lerle birlikte işbirlikçi burjuvaziye döndüler. Yeniden Atatürk Cumhuriyet’ini kurma projesi, sosyalist perspektiften yoksun olursa, yeniden NATO’ya bağlanma, yeniden Avrupa kapılarında etnik ve mezhepsel boğazlaşmalarla parçalanma ve yeniden mafyalaşmış gericileşmiş bir iktisadi yapıya dönüşüme kaçınılmaz olarak teslim olur. Bu yüzden bir kez daha söylüyoruz, I. Cumhuriyet’in kazanımları ancak sosyalist bir cumhuriyet ile geri alınabilir.

Tarihsiz Sosyalizm Olur mu?
“Sosyalist Cumhuriyet” noktasında ikna olup, ama bu 29 Ekim de nereden çıktı diyen, aslında Haziran İsyanı’nda da bu halkın nereden çıktığını da anlamayıp, sokağa dökülen 10 milyon kişi içinde bir türlü sınıfı bulamayan safdil bir solculuk da ne yazık ki karşımızda durmaktadır. Aslında şöyle de formülleştirebiliriz, 29 Ekim’i anlayamadıkları için Haziran İsyanı’nı da anlayamamışlardır. Çünkü Jön Türkler’den günümüze uzanan 150 yıllık devrimci geleneğin ve birikimin inkârı, II. Cumhuriyet’i reddeden bu yurttaş ayaklanmasını anlamayı da imkânsız hale getirmiştir. Oysaki AKP’nin II. Cumhuriyetine karşı en büyük güvencemiz bu devrimci geleneğimizdir. Fakat solun ve devrimciliğin tarihini kendi siyasetlerinin tarihi ile başlatanlar, Haziran ayaklanmasında elinde Türk bayrağı ile yürüyen Türkiye işçisini, öğrencisini küçümsemek, ona “ulusalcı” yaftası yapıştırmaktan öteye gidememiştir.

Cumhuriyet mücadelesinin sınıfsal özünü görmemek bu tip solculuğun en büyük yanılgısıdır. Türkiye’nin milli devleti yıkılırken, yani KİT’ler özelleştirilip, gümrükler kaldırılıp, tarım çökertilirken, işsizlik, taşeronlaşma, sendikasızlaşma gibi en büyük darbeleri yiyen işçi sınıfımız olmuştur. II. Cumhuriyet her şeyden önce işçi sınıfımıza düşmandır ve onunla mücadele ederek inşa olunmuş, fakat Haziran Ayaklanması ile birlikte yine işçi sınıfımız tarafından püskürtülmüştür. Sınıf mücadelesini ekonomizmden ibaret görüp, onun siyasal mücadele içindeki varlığı ve devrimciliğini görememek, siyaset, ekonomi ve toplumu birbirinden apayrı küreler olarak inceleyen günümüz liberallerinden devşirilmiş teorileri sol söylemlerle süsleyenlerin hayattan ne kadar kopuk olduğunu göstermemiş midir?

En büyük şansımız 150 yıllık devrimci birikimimiz ve işçi sınıfımızın yurttaşlık haklarını sınıfsal konumuyla bütünleştirmiş olmasıdır. Dünyadaki tüm başarılı devrimlerin arkasında yatan hakikat de budur. Bolivar’ı reddeden bir Venezuella, José Marti’yi reddeden bir Küba, Sun Yat Sen’e saygı beslemeyen bir Çin komünisti tahayyül edilebilir mi? Büyük birikimini inkâr eden Türk solcusunun, “yetmez ama evet”ten, Tayyip Erdoğan’ın elini sıkma şerefine yükselmesi kimi tatmin eder bilemeyiz ama ülkemizin önündeki ufuk ve biricik çözüm 29 Ekim 2013’de Kadıköy’de bir kez daha tarih sahnesine çıkacaktır ve çıkmıştır…