Bir mektup da benden (Murat Naroğlu)

Kişisel bilgisayarlar ve internetin yaygınlaşmasıyla beraber ucu yanık, kokulu kâğıtların hızla azaldığını gördük. Tüfeğin çıkıp da mertliğin bozulması gibi, sosyal medyanın hakimiyeti o nitelikli yazışmalara, mektuplara törpü vurdu. Gel gelelim, Türkiye`de son aylarda mektubun yeniden popülerlik kazandığına tanıklık ediyoruz. Abdullah Öcalan`ın kaleminden yurt içi ve yurt dışına uzanan satırları okuyup Newroz`daki açıklamasını dinleyince, bir mektup da benim yazmam gerektiğine karar verdim. Muhatap olarak seçtiğim herhangi bir ülke halkı, parti, kurum, vb. yok. Sözcüklerimin ulaşacağı herkes kapsama alanıma giriyor dolayısıyla.

Son üç gün yayımlanmış köşe yazıları ve analizlerden elli küsür tanesini inceledim, onlarca insanla tartışıp yazıştım, konuştum. Yerli-yabancı muhafazakâr, liberal, (mikro) milliyetçi, ulusalcı, sosyalist basını, Kürt hareketinin web sayfalarını takip ettim ve bol bol düşündüm. Şimdi, ulaştığım sonuçları paylaşma vakti.

Medyanın büyük bir kesimi heyecan ve umut dolu. Türkiye ve Ortadoğu coğrafyası için yeni bir döneme girildiğinden, Öcalan`ın tarihi önem arz eden bir role büründüğünden, artık silahların susup siyasetin konuşulacağından söz ediliyor. Barış yoluna girildiği, demokratik yeniden inşa sürecine herkesin var gücüyle destek olması gerektiği öneriliyor. Kürt halkının barış coşkusuna bir itirazım yok elbette. Dersim`de doğup büyümüş birisi olarak kendi tecrübelerim, yaşanan acıların boyutuna dair yeterli bir algı sahibi olmama izin veriyor. Hele hele annelerin, savaşın son bulması, çocuklarının tabutlarına değil bedenlerine sarılması isteği karşısında tek kelime edemem, tüm bunları anlarım. Bununla beraber, söz konusu sosyo-politik analizler ve bilimsel değerlendirmeler olduğunda, duygular bir yana bırakılır, yöntem önem kazanır. Değerli bir abimin dediği gibi, "duygusallık, gerçeğin kanseridir" ve Gramsci`yi hatırlarsak, "devrimci olan sadece gerçeğin kendisidir." O hâlde, bütünlüklü bir perspektifle pencereden dışarıya bir kez daha bakalım.

Hemen her yerde geçen barış ve demokrasi kavramları benim için oldum olası sıkıntı yaratmıştır. Tıpkı ahlâk ve hukuk gibi bu iki istemin de, kendinden menkul bir değeri olmadığı anlaşılmalıdır. Kimileri için arkaik görünebilir ama hepsi sınıfsal boyutuyle ele alındığında anlam kazanırlar. Dolayısıyla barış talebinin ardından, Ozan Emekçi`nin bir türküsündeki şu soru aklıma gelir: "Neden, kimle, niçin barış… Bunca zulümün içinde? " Türkiye`deki demokrasi mücadelesinin önündeki en önemli engelin ve ülkenin temel sorununun Kürtlere yönelik anti-demokratik, faşist baskı mekanizması olduğu iddia ediliyor. Bu ifade, tamamıyla yanlıştır. Klişe gibi görünse de yazalım kapitalist bir toplumsal formasyonda ana mevzu her zaman için burjuvazinin ikitisadi-siyasal hegemonyasıdır. Bu koşullarda barış değil, sonu sosyalist devrimle bitmesi hedeflenen bir iç savaş mücadelesi verilmelidir. Sınıfsal bakış açısı yitirildiğinde geminin hangi limanlara sürükleneceğini Öcalan`ın açıklamaları üzerinden inceleyelim.

SSCB`nin resmi olarak da ortadan kalkmasının ardından, dünya genelinde sosyalist hareketlerin önemli problemlerle karşılaştığı, halının altına süpürülen tozların meydana çıktığı aşikâr. Proletaryanın (proletekya) kitlesel bir güç biçiminde sahne almadığı durumlarda, pek çok başka demokratik mücadele kulvarında olduğu gibi, ulusal kurtuluş hareketleri de sürekli olarak burjuvazi ve kurumları ile yakın temasa geçmiştir. Bu sınırları aşmalarını beklemek zaten pek gerçekçi olmaz. Kürt hareketinin sosyalist bir hat izlemiyor oluşu, içinde bulundukları açmazları aslında yeterince açıklıyor ve bahsettiğimiz teorik öngörüler açısından kaideyi bozmadıklarını gösteriyor.

Öcalan`ın ifadeleriyle R. T. Erdoğan ve A. Davutoğlu`nun ve hatta daha ileri gideyim, eski CIA Türkiye masası şefi Graham Fuller`in son kitabında belirttiği çözüm önerilerinin benzerlik göstermesi, kimi yerlerde aynılaşması garip değildir. Barış çağrısı dışında mesajlarda ilk dikkat çeken noktalardan bir diğeri İslam vurgusudur. Bunun, satır arasında, birleştirici bir dil ve ortaklık arayışıyla, Kemalist paradigmanın eleştirisi maksadıyla kullanıldığını düşünmek aşırı iyimser olur. Ki muhafazakâr-İslamcı medya kalemşörleri bir "Osmanlı barışı"ndan söz etmeye başladılar bile. Her ne kadar Kürt hareketi kendisini artık dışlamış olsa da, Şivan Perver`in son dönemdeki Gülen sempatizanı açıklamaları ve nihayetinde "Demokratik İslamizm" önerisi, S. S. Önder`in ağzından öğrendiğimiz kadarıyla Öcalan`ın Gülen`e selam iletmesi konunun önemini ortaya çıkarıyor. F tipi bilim anlayışına paralel F tipi tarih yazımı projesinin de hızla yol aldığını görüyoruz.

"Halkların kardeşliği" şeklinde liberal bir slogan ve İslam değerlendirmeleriyle toplumun önemli bir kesimine seslenen Öcalan, emperyalist müdahale ve kapitalist modernite eleştirileri yapıp, emekçi hareketin de içinde yer alacağı bir süreç arzuluyormuş. Bu sayede "solcular"ı Kürt hareketinin yanında tutabilirler belki ama devrimcileri değil. Kendi kişiliği, tarih boyu kurduğu bağlar bir yana, hâlâ lideri olduğu örgütün eylem ve söylemleri, sosyalistler ile PKK arasına ciddi bir mesafe koymuştur, bu yeni bir olgu değildir. Burjuva medyada, Öcalan`ın Newroz mektubundaki tespitlerinin, örgütün Marxist-Leninist çizgisi ve din ile arasındaki mesafe göz önüne alındığında önemli bir paragidma değişikliğine işaret ettiği dillendirilse de bunlar gerçeği yansıtmıyor. Sırası gelmişken önerimi tekrar dile getireyim: PKK, Kürdistan İşçi Partisi olan adını ve sosyalizmin sembollerinden kızıl rengi-yıldızı kullandığı bayrağını değiştirsin. Madem yeni bir süreçteyiz, yansımalarını görelim.

Kürsüde Osman Baydemir`in selam gönderdiği Barzani ve Talabani isimlerine pek değinilmedi. İki önemli ailenin bu meşhur isimleri, ABD ve İsrail ile ilişkilerinin, kapitalist kâr mekanizmalarının işleyişi için Ortadoğu`da yaptıkları düzenlemelerin hesabını asla veremez. Kürt hareketinin yüz binler karşısında onları anmış olması, izledikleri politikanın yönünü gösteriyor aslında.

Yaşananlar, "bir Türk-Kürt barışı" gibi yüzeysel nitelemelerin kat be kat üzerindedir. Mevcut durumu devletin bölünme korkusu ve şehitler üzerinden yorumlamaya alışmış Kemalistlerin yakınmaları onlara hiçbir şey kazandırmaz. Komünizm saplantılarından kurtulup sınıfsal bakış edinmeleri bir zorunluluktur. Bu, Kürtler için de geçerlidir. Kemalizm düşmanlıkları, kendilerini İslamcı ve sivil toplumcu, liberal cenahla ortaklığa götürmüş olmakla beraber, sevinçlerinin bir fayda getirmeyeceği aşikâr. Her ne kadar AKP-Cemaat-BDP-PKK dönemin aktörleri/aktrisleri olarak sahnede bulunsalar da, ülke sınırları dışına göz attığımızda farklı senaryolar gündeme geliyor.

AB-D basınının 21 Mart`ı memnuniyetle karşılamasından bahsediyorum. Bu durum, hedeflerine doğru önemli bir adım atmış olmanın verdiği keyifle açıklanabilir. Aynı zaman diliminde gerçekleşen iki gelişmeye dikkat çekelim. Ergenekon davasında ağırlaştırılmış müebbet kararları çıktı (öncesinde Ergenekon, KCK ve DHKP-C operasyonları ile binlerce kişi göz altına alınarak veya tutuklanarak cezaevine konulmuştu). Türkiye ve İsrail tarafından yapılan açıklamalarda, Mavi Marmara olayından dolayı İsrail`in özür dilemeyi ve tazminat ödemeyi kabul ettiği bildirildi. Erdoğan`ın eli güçleniyor hâliyle. Ki AKP, bu barış yanılsamasını kullanarak seçimleri atlatmayı ve Kürt hareketinin desteğiyle başkanlık sisteminin anayasal zeminini örmeyi planlıyor. BDP ve PKK`nin, Öcalan`ın serbest kalması, anadilde eğitim ve savunma, yerel yönetimler-özerklik-federasyon (zaman gösterecek) talepleri biliniyor. ABD-İsrail ise Suriye`yi denklemden çıkararak Ortadoğu`da önünü açma derdinde. Düşünmeden edemiyor insan, bazı sorular zihnine hücum ediyor sınır dışına çıkarılacak PKK kadroları, Esad`a karşı kullanılabilir mi? Hayır, İslamcıları serbest bıraktıklarında benzeri bir yol izlemişlerdi de o bakımdan. Yeni ve güçlü bir Türkiye inşa edilecekmiş, belki Suriye`nin, Irak`ın bir kısmını alır, eyalet sistemi getirir Türkiye`ye bağlarlar olmaz mı? Bu şekilde, Milliyet`te çıkan haritanın da gizi çözülmüş olur. Hadi hepsini geçtim, ileride özerk bir yapı veya bir devlet kurulsa ne değişecek? Kapitalizm için barışın ne anlama geldiğini söyleyelim: çatışmanın olmadığı bir sömürü ortamı.

Bu nasıl bir Türkiye ve Ortadoğu barışıdır ki milyonlara seslenilen bir günde tek bir satır dahi olsa ABD emperyalizmine ve İsrail faşizmine değinilmiyor? Nasıl bir yeniliktir ki, din ve milliyet meselelerinin aşılmasına değil restorasyonuna dümen kırıyor?

Biri ulusalcı, statükocu der biri arkaik biri bölücü… Tüm bunlar umrumda değil. Tarihin, bana bir sosyalist sıfatını çok görmeyeceğini ümit ederim…