Açılım Kahvaltısı, Sırrı Süreyya Önder ve İhanet İthamları Üzerine (Vuslat Saraçoğlu)

Tayyip Erdoğan’ın sinemacılarla görüştüğü “açılım kahvaltısı”na katılanları –bilhassa da Sırrı Süreyya Önder’in bu toplantıda yer almasını- eleştiren bir yazı yazmak üzereydim ki, Yurdakul Er’in Sırrı Süreyya Önder üzerine yazdığı “talihsiz” yazı yazımın hedefini ve rotasını, tamamen olmasa da, önemli ölçüde değiştirdi. Er’in yazısının ardından Sırrı Süreyya Önder’den bir cevap yazısı geldi. Ardından onu yine soL’da yayınlanan Yurdakul Er’den gelen bir karşı-cevap ve Metin Çulhaoğlu’nun konuya ilişkin bir değerlendirmesi izledi. Ve şimdi bu polemik, ikinci haftasını tamamladı, ancak meseleye dair mühim kimi noktaların güncelliğini yitirmemiş olduğuna inandığım için, ben de bir yazıyla bu tartışmaya katkıda bulunmaya karar verdim.

Argümanlarının dağınıklığından tutun da üslubunun yakışıksızlığına kadar, Yurdakul Er’in yazdıkları birçok sorun içeriyor. “Bir yazının üslubu illa ki yumuşak olmalıdır” şeklinde bir yaklaşımı savunmuyorum hatta, “hak edene” çok sert eleştiriler yapılmasında, kanımca, hiçbir sakınca yok. Ancak bir yazının üslup açısından sorun içermemesi için, eleştirilen kişiye haksız bir yargıda bulunmamak esastır. Ve tabii bir de, hiçbir işlevi olmayan argo sözcüklerin kullanılmaması gerekir. Zira hak etmeyene saldırmayı, “net ve omurgalı” olmakla bir tutarak tutarlı bir siyasi çizgi izleneceğini düşünmek de bir yanılsamadır.

Şimdi, Sırrı Süreyya Önder’e geçeyim. Yaptıklarını, yazdıklarını, röportajlarını uzun bir süredir takip ediyorum kendisini bir süredir de şahsen tanıyorum. Yazının sonraki kısımlarında daha detaylıca değineceğim “açılım kahvaltısı”ndaki pozisyonunu
hariç tutacak olursam, Önder’in örnek bir sosyalist kişiliği temsil eden, örnek davranışlar içinde bulunduğuna inanıyorum. Bunları yazarken, asıl meselemin onda cisimleşmiş – ve solun bir kesimi tarafından tepkiyle karşılanmış olduğunu gözlemlediğim- bir sanatçı duruşuna dair fikirlerimi dile getirmek olduğunu da belirteyim.

Önder’e dair sözlerime hayli iddialı bir düşünceyi barındırdığını bilmekle beraber, arkasında duracağım şöyle bir tespitle başlamak istiyorum: “Sıırı Süreyya Önder bu toprakların yetiştirdiği en kıymetli sanatçılardan biridir.” Bunu biraz açayım. Birincisi, Önder, sosyalist bir sanatçıdır. Üstelik bunu her yerde açıkça, kendi deyişiyle, “eğip bükmeden”, söyleyebilen sosyalist bir sanatçıdır. Bu ülkede sosyalistliğin ve sanatçılığın kesişim kümesinde bulunmanın ne kadar önemli –ve maalesef, istisnai- olduğunu anlatmama gerek yok sanırım. “Sosyalist bir sanatçı olmak, sosyalist bir birey olmaktan kategorik olarak daha üstündür” gibi bir iddiada değilim. Ama toplumca tanınan, dahası birçok kişi tarafından saygıyla anılan ve pek çoklarının nezdinde adeta idol olmuş bir sanatçının, herhangi bir devrimci hareketlenmenin olmadığı konjonktürlerde dahi, kitleleri peşinden sürükleme potansiyeli, önemsenmesi gereken bir durumdur (Bu iddiamı abartılı bulanların Internet’te Sırrı Süreyya Önder” adıyla bir arama yapıp, çıkan pek çok forum, tartışma sayfasındaki yorumlara bir göz atmasını tavsiye ederim).

Sırrı Süreyya Önder’in bir sosyalist sanatçı olarak bu kadar seviliyor ve medyada çok sık görülüyor olması, nev-i şahsına münhasır özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bu, “örnek insan” pozisyonuna zekasıyla, hoşsohbetliğiyle, “sevimli Beynelmilel”iyle, samimiyetiyle, yeteneğiyle, birikimiyle ve daha sayamayacağım bir sürü kıymetli özelliğiyle gelmiştir. “Halk”ın gözünde böyle bir mertebeye yükselmenin, sosyalistliğini bağıra bağıra söyleyen biri için hiç de kolay olmadığını teslim etmek gerek. Toplum içinde bu kadar sosyalizm düşmanı varken, bunun ayrı bir beceri gerektirdiği kesin. Önder dindarından, ateistine, solcusundan sağcısına, politiğinden apolitiğine birçok insanın kalbinde saygın bir yer edinmiştir. Hatırlanacağı üzere tarihimizde, böyle konumlara gelmiş, saygı ve sevgiyle andığımız başka sosyalistler de vardır. Şarkılarına birçok sağcının dahi kayıtsız kalamadığı Ahmet Kaya gibi, mesela. Böyle kişiler bir nevi siyasetlerüstü birer karakter olmayı başarmışlardır. Ve toplumun geniş kesimlerinin sola yönelik önyargılarının kırılmasında kilit roller oynarlar.

Ama, Sırrı Süreyya Önder’in kamusal bir figür olmasının hayırları bununla sınırlı değil. Bizzat solcu olanlar üzerindeki etkilerini ele alayım mesela. Sinemadan bahsedeyim. Türkiye’de pek çok yetenekli sosyalist genç olduğu halde, sinema camiasında onların çok azını görüyoruz. Bunun en önemli sebebiyse bu insanların kendilerini bu camiaya ait hissedemiyor olmaları yani tatsız, yakışıksız ve sola ters birçok iş ve işleyişin kol gezdiği “sinema sektörü”nün cenderesine kapılma kaygısı taşımaları. Bunun sonucunda pek çoğu kendi kabuğunda kalmayı tercih ediyor ve sinemasal üretim alanında, okuyup düşünen, sol duyarlığı olan gençlere nadiren rastlıyoruz. Sırrı Süreyya Önder, böyle gençlere bireysel yardımlarını eksik etmeyen biridir. Bunun da ötesinde kendimi de dahil edebileceğim bu kategorideki insanlar için, Sırrı Hoca (onun öğrencisi ve ondan umut devralmış birisi olarak, sanırım, kendisine bu şekilde hitap etmemde bir yanlışlık olmaz), varlığıyla bu camiada da “temiz” kalınabileceğini gösteren bir umut olmuştur.

Eğer Sırrı Hoca bu kadar “medyatik” olmasaydı bu “göz önünde iyi bir örnek olarak umut verme” durumu asla gerçekleşmeyecekti. Bir köşede “değerli” bir insan olarak kalacaktı. Kısacası, “Önder fazla medyatik oldu, sürekli televizyonlarda” suçlamasına katılmıyorum. Zira kendinden ödün vermedikten sonra sözünü söylemek için bu araçları kullanmakta bir beis görmüyorum. “Hakikati” söyleme potansiyeli taşıyanlara karşı ne denli sansürcü olduğunu bildiğimiz yaygın medyada Sırrı Hocanın adeta hayat dersi, marksizm dersi veriyor olmasında sosyalizmi gündelik konuşma diliyle ve gayet başarılı bir şekilde anlatmasında ne kötülük olabilir ki! Bu yüzden, böyle insanlara tepkimiz, “Sosyalistliğini bil, kır dizini, otur oturduğun yerde” demek olmamalı.

Ayrıca “medyatiklik” diye ifade edilen konumun kriterinin ne olduğunu da, bence, sorgulamamız gerekiyor. Bunu tartma iddiasında olanlar bizi de aydınlatsın “Bir insan ayda kaç kez televizyona çıkınca medyatik olur, ölçüyü kaçırmış olur?” Ve tabii, bu ithamlarda bulunanlar, kendileri için medyada yer alma fırsatları oluştuğunda, bunları değerlendirmemeyi mi düşünüyorlar (şimdiye kadar sol bunları elinin tersiyle itmeyi mi tercih etti, hiç de değil!)

Yoksa sorun, Sırrı Hocanın daha çok Kanal 24’te boy göstermesi mi? Eğer öyleyse, Kanal 24’ü diğer kanallardan ayıran özellik nedir? Evet, o kanalın sahiplerinin kimler olduğu, tabii ki, aşikar. Ancak patronları farklı olan başka yaygın medya kanalları, emek-sermaye ekseninde başka bir yerde mi duruyor? Yani, Doğan grubu medyası mesela, çok mübah da, Kanal 24’te mi özel olarak problem var? Yoksa bu saydıklarım kadar popüler olmuş türlü türlü sol tandanslı televizyon kanalı var da, bizim mi haberimiz yok (Hayat TV gibi kimi girişimleri kesinlikle yadsımıyor aksine, onları çok değerli buluyorum. Ancak, kitlesellik meselesinde, solcu yayıncılar olarak almamız gereken hayli yol olduğu da açık).

Kanal 24’teki programa dönecek olursam bu programın hemen hemen tüm bölümlerini seyretmiş birisi olarak benim izlenimim, yukarıda da ifade ettiğim gibi, Önder’in orada her hafta adeta marksizm dersi vermekte olduğu her türlü sosyalizm karşıtlığını bertaraf ettiği gibi, bütün konuşmaları sosyalizm lehine döndürdüğüdür. Zaten, bir insan (hele de bir solcu) söyleyeceklerini sakınmadıktan sonra, her türlü zemini değerlendirebilir. Bunun Kanal 24, Radikal ya da Taraf olması bir şey değiştirmez. Ve de, böyle zeminlerdeki programların genel içeriğinden hiç de memnun olmayan birisi olarak, başka bir noktaya da dikkat çekmek istiyorum: Beğenmediğimiz bu durumda, acaba, Sırrı Hoca gibi cesaretle kendini ortaya koymak yerine, bir köşeye çekilmeyi tercih etmiş olanların da sorumluluğu yok mudur?

Gelelim kahvaltı meselesine. Şu ana kadar Sırrı Hocanın mücadelemiz açısından ne kadar değerli biri olduğundan bahsettim durdum. İşte bizzat bu yüzden, Sırrı Hoca o kahvaltıya gitmemeliydi, diye düşünüyorum. Elbette insan bazen hata da yapar, ve bu yazının son kısmında açmaya çalışacağım gibi, “hata” ile “ihanet” bambaşka kavramlardır.

Bu katılımı neden yanlış bulduğumu açıklamaya çalışayım. Her şeyden önce bu toplantıya katılan sanatçılara, Tayyip Erdoğan’ın meşru bir muhatap, dahası fikir alışverişine açık biri olduğu imajının yayılmasına hizmet eden birer figüran rolü biçilmiş olmasından. Tayyip Erdoğan’ın bu kahvaltıda, hiç çekinmeden Yılmaz Güney’den bahsetmesi de bu minvalde görülebilir. Parlak zekalı danışmanlarının organize ettiğini tahmin ettiğim böyle bir çadır tiyatrosunda Erdoğan, bırakın Yılmaz Güney’den bahsetmeyi, Leninist Örgüt Teorisi’ni dahi açıklasa, onun açısından bir şey değişmeyecekti. Çünkü onlar için önemli olan, orada ne konuşulduğu değil, o ortamın nasıl göründüğüydü. Nitekim, bu toplantının halk tarafından görülen resmi şöyledir: Başbakan sanatçıları kahvaltıya davet etti, onlar da katıldı güle oynaya sohbet edildi (hatta, daha da talihsiz bir vurgu olarak “Sırrı Süreyya Önder'in esprilerine salondakiler kahkahayla güldü”1) kahvaltıda reçel, bal, yendi tatlı yenildi, tatlı konuşuldu. Ve kahvaltı vesilesiyle bir taraflaşma yaratıldı oraya gidenler, başbakanın icraatlarının yanında olan (ya da yanına çekilmeye meyilli olan) sanatçılar olarak görüldü.

Sırrı Hoca, Yurdakul Er’e cevaben yazdığı yazıda, bu kahvaltının açılım meselesinde katıldığı ilk toplantı olmadığını belirtmiş ve bu kahvaltıyı da diğer toplantılar gibi bir zemin olarak gördüğünü ifade etmiş. Yukarıda da ifade ettiğim gibi, ben de Sırrı Hoca gibi, sözlerini sakınmayan bir insanın her türlü zemini değerlendirmesinin meşru olduğuna inanan birisiyim. Ama, bu son açılım kahvaltısına icabet etmenin yanlışlığı bizzat bu zemin meselesinden kaynaklanıyor. Daha doğrusu bu kahvaltı davetinin bir zemin olmaması meselesinden. Bu, bir toplantı değil, bir kahvaltı. Orada sunulan pasta, börek çörek, çay, kahve orada toplanmanın bir vesilesi değil yani “gönül uzlaşma, konuşma ister, kahvaltı bahane” gibi bir durum değil. O kahvenin sembolik bir anlamı var. Orada bir davet etme ve o davete icabet etme durumu var. Bu noktada da, “Kimlerin davetine icabet edilir” sorusu gündeme geliyor. Örneği uçlaştırayım, “Düşmanınızın sofrasına oturur musunuz” mesela? Peki ya, “halklara kök söktüren bir emek düşmanının masasına”? Erdoğan’ın sadece son dönemlerdeki demeçlerinden bir derleme yaparak bile bu iddia temellendirilebilir ya hepimizin ortak gündemlerinden biri olan TEKEL işçilerinin mücadelesine yönelik tutumunu bir an için hatırlasak kafi. “Hiçbir koşulda düşmanlarla görüşülmez” gibi bir iddiada değilim. Zaman zaman (sınıf çıkarları bunu gerektiriyorsa) düşmanlarla da görüşülebilir. Ancak onların sofrasına oturulmaz.

Dahası o sofra üzerinden propaganda yapmak ya da kitlelere dert anlatma imkanı da barındırmamaktadır. Bunun en acı sonucunu, Sırrı Hocanın Yurdakul Er’e verdiği yanıt vesilesiyle gördük. Sözüne “Ben sosyalist bir sinemacı olarak” diye başlayan Sırrı Hocanın F Tipi cezaevlerine, Kürt siyasetine yönelik sistemli şiddete, Ermeni meselesine, Taş Atan Çocuklar’a dair ne kadar yerinde tespitler yaptığını, soL’a yazdığı metin olmasa, biz dahi bilemeyecektik. Zira yaygın medyada yer alan bilumum haberde, Sırrı Hocanın toplantıya katkısı, “Esprileriyle ortama neşe kattı”dan başka bir şey değilmişçesine ifade edildi. O ortamda söz söylemeyi manidar kılabilecek bir diğer potansiyel, katılan diğer sanatçılara seslenme imkanı olabilir. Bu da, mümkünse dahi, o çadır tiyatrosunda adının geçmesi bedelini göğüslemeye değer değildir, diye düşünüyorum. Geriye tek bir potansiyel kalıyor o da bizzat Tayyip Erdoğan’a ve devlet erkanına hitap edip, onların olası eylemlerini arzu edebileceğimiz yönlere doğru sevk etmek. Bu başlıktaysa hem şahsi sınıfsal pozisyonu, hem devlet erkindeki kökten bağı, hem de emek-sermaye çelişkisindeki safının netliğinden dolayı Tayyip Erdoğan’dan eşitlik, özgürlük, adalet mücadelemiz için hayırlı girişimler beklemenin gerçekçi olmadığına inanıyorum.

Uzun sözün kısası ben de, Sırrı Hocanın “açılım toplantısı”na katılmış olmasını üzücü buluyorum. Ancak Önder’e yine de haksızlık edildiğine inanıyorum. O kahvaltıya katılmanın doğru bir yanı olduğundan değil. Fakat bunun bir ihanet değil, bir yanlışlık sosyalizm mücadelesindeki olası stratejilerden doğru olanı belirlemeye çalışırken yapılan bir hata olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce, Sırrı Hocanın niyetine, samimiyetine inandığım için. Sırrı Hocanın son bir sene içerisindeki mücadelesinden öne çıkan başlıkların birkaçı bile bu inancımı temellendirmeye yeter, diye düşünüyorum: Hrant Dink Anması’ndaki konuşması hala belleklerde... İşçi Filmleri Festivali’nin açılışındaki sözleri, keza... Herhangi bir karşılık beklemeden pek çok sol oluşuma, emek hareketine sağladığı doğrudan ve dolaylı destekler... SİNE-SEN’deki faaliyetleri, Armutlu Şenliği, Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ndeki sinema oluşumundan yana tavrı... Ve tabii, meydanlarda yanımızda yer alması (Hocanın yanıt yazısına referansla söyleyecek olursam ben onu, meydanlarda sıkça görenlerdenim). Böyle kişilere “hain” gibi sıfatlar yakıştıracaksak, gerçek hainlere ne diyeceğiz? Kelimelerimizi sağa sola savurarak içlerini boşaltırsak, onları “altları dolu bir halde kullanmak gerektiğinde” ne yapacağız?

Meselenin “kelimeler” kısmını geçip, “kişiler” boyutuna bakacak olursak birbirimize ne yapmaya çalışıyoruz? Muhtemelen Sırrı Süreyya Önder sosyalist olmayan kesim tarafından dahi bu denli haksız yargılamalara maruz kalmamıştır. “O öldü, kapılarımızı kapatalım” ne anlama geliyor? Onu tümden kendimizden uzaklaştırmaya, kaybetmeye mi çalışıyoruz? Kapımızı yukarıda vasıflarının çok küçük bir kısmını sayabildiğim Sırrı Süreyya Önder’e dahi kapatacaksak, kime açacağız? Onun sınıf perspektifinin veya sosyalist bilincinin böyle ithamlarla zedeleneceğini düşündüğümden değil, bunları ısrarla ifade etmeye çalışmam bu sözleri sarf edenlerin pozisyonlarının yanlışlığına dikkat çekebilmek için. Zira sosyalist kimliğiyle gayet barışık bir şekilde yaşayan, yaşamla iç içe olan Sırrı Hocanın “solculuğunun” da daimi olacağını düşünüyorum (ki kendine yasaklar koyup, arzu ve ihtiyaçlarını yok sayarcasına aşırı-idealleştirilmiş bir “adanmışlık” miti peşinde, üzerlerine giydikleri kimliklerin hakkını vermeye çalışanların, şaşırtıcı hızlarla mücadeleden kopuşlarını ve hatta zaman zaman sosyalizm düşmanı oluşlarını, maalesef, pek çok kez gözlemledim).

Özetle demek istediğim, Sırrı Hocaya böyle ithamlarda bulunulmamalıydı, bulunulmamalıdır. Ve umarım, öldüğünü bildiren yazılar, ömrüne ömür katmıştır. Benzer dünya düşleri kuran insanlar, aynı yolun yolcuları olan bizlere düşense birbirimizi toprağın altına koymaya çalışmak yerine, yoldaşça ikaz etmek, doğrulara sevk etmeye çalışmak olmalıdır. Hele de, mevzubahis kişi, kendisine yakışıksız ithamlarda bulunan bir yazıyı, yayımlandığı organın çevresindeki siyasi oluşuma duyduğu saygıdan yanıtlama nezaketini göstermiş ve yanlış yapma olasılığını da saklı tutarak, kaleme aldığı metni, “Yanılmışsam, kabul edecek ve gereğini yapacak kadar sosyalist bir görgüye ve sınıf bilincine sahibim.” sözleriyle tamamlama cesaretini sergileyebilmiş birisiyse.
Bir dahaki sefere Sırrı Hoca’yı “sultan sofraları”nda değil emekçilerle halkın sanatçıların buluştuğu “kahvaltı”da görmek umuduyla!
Vuslat Saraçoğlu