Taraf'tan Gökhan Özgün'e

At izinin it izine karıştırıldığı, ot yiyenin bok yiyene dönüştüğü bir zamanda, reklamcılıktan Radikal gazete yazarlığına oradan da Taraf entelektüel köşeciliğine geçmiş Gökhan Özgün'ün bu sabah Taraf'ta yayınlanmış yazısına bakalım.

"70'ler, Marks'ın dünyanın yarısına bedel olduğu yıllardı. Hatta yarısından fazlasına. Sadece dünyanın değil, insan denen beşerin zaaflarının yarısının hesabının da Marksizmden sorulduğu günlerdi o günler. Stalin'in kara, kanlı hesabının Marks'ın mürekkebine yüklendiği günler."

Ve birkaç başka paragraf. Marx'ın İngiliz Kültür'den abonelikle aldığı DVD'leri seyredip, aynı yerden ödünç aldığı ekonomi politik yapıtlarını deviren genç ve sivil bir asistan adayı olarak adıyla anılacağına, Marksizm denilen hareketle anıldığı bir dönemi tarif ediyor Özgün.

Aman ha! Bir hayıflanma yazısı değil Özgün'ünki. "Radikal'e köşe yazarı olacak adamdın, seni ne hale getirdiler, senden bir eylem adamı yarattılar paşam" diyerek Marx'a sarılıp gözyaşı dökmek için yazılmış bir yazı değil.

Bir kere yazının başlığı "Ilımlı Marksizm ve ılımlı islam".

Yani filmin sonunu baştan söyleyelim, Özgün, "el oğlu Marksizmden ve Marx'dan pek güzel ılımlı bir kültür mirasyenilesicesi, bir güzel feylosof yaratmayı bildiği gibi, hattızatında bugün islam fobisini de aşaraktan, ılımlı bir islam yaratıyor ki (ülkemizde) tadından yenmiyor" diyesidir.

Cini (Özgün pek öyle demiyor ama döve döve) şişeye kapatmak, soğuk savaş yıllarında batının entelektüel yaşantısında karşılık bulmuş, şimdi aynısı islamla niçün yapılmasın ki ey cinlik ehli?

Şişede durduğu gibi durma mı?

Gökhan Özgün, "bir sabah uyandım ve elim taharet musluğuna gittiği esnada aklıma bir fikir geldi" zekiliği ile üretmiş olmalı bu "alegorik" kategoriyi.

Herşeyin ılımlısı makbül, Avrupalı da bu işleri pek güzel yapıyor.

Lakin, ey okur, bizim Özgün'ün yazısına takılma sebebimiz bu tezle uğraşma isteği duymamız değil.

Zira yazının sonundaki bir iki paragrafta gelen bu "bomba" tez bizi çok da ırgalamıyor.

"Türkiye İran olur mu?", "Ilımlısını yaratıp, şişeye kapatalım derlerken ellerinde patlar da, tüm ülke yemyeşil olur mu?" gibi soruları tartışmak bizim işimiz değil. Bu tartışmaları, ABD'ye ofis açarak "beni al onu alma" diyen CHP'liler, ya da ABD'nin anlı, şanlı ve kanlı stratejistleri yapsınlar. Cini de bildikleri gibi kullansınlar.

Şişe de onların, son tahlilde cin de...

Ancak!

Özgün'ün "Avrupalı Marks" ya da "Avrupalının Marks sevgisi" olarak özetlenebilecek saptamaları bizi fazlasıyla ilgilendiriyor.

'70'li yılların çok pratik nedenlerle azgın bir Marks düşmanlığı yaratmak için çok uygun olduğunu anlatıp (!) Avrupalıların böyle yapmadığına getiriyor sözü:

"Çok kolaydı. Yarım Ertuğrul Özkök içine çeyrek Fatih Altaylı bütün Avrupa'yı zehirleyip gebertmeye yetebilirdi. Baykal'a da ister istemez yalnızca avukatlık kalırdı. Diktatörlerin avukatlığını yapmak."

Bir kere: hiç de kolay değildi!

İkinci dünya savaşından güçlü komünist partilerle çıkmış Avrupa. Stalin'i Nazileri ezen bir kurtarıcı olarak gören milyonlar. En nitelikli aydınları, en gelişkin sanatçıları bünyesinde toplamış komünist partiler. Seçimse seçim, eylemse eylem. Kitlesel bir gücü bu niteliğin altında harekete geçiren bir politik birikim. 1950'lere böyle girdi Avrupa. '70'lere doğru yol alırken de tüm yatırımı "korku ile zehirlemeye" yapmak hiç gerçekçi değildi. Emperyalist irade yapmadığı için değil, yapamadığı için zehirleyememişti Avrupa'yı.

"Avrupa ne yaptı? Marksizmden korkmamayı tercih etti. Kimseyi Marksizmle korkutmamayı tercih etti. Marks bir Avrupalıydı. Marks onların kültürünün bir parçasıydı. Marks onların düşüncesinin, onların felsefesinin, onların zihniyetinin, onların hayatının bir parçasıydı. Evet, Marksizm çoğu zaman bir inanç gibi örgütlendi, ama temelinde eleştirel bir düşünceydi, bir felsefeydi. Kökü Avrupa'nın çok derinlerinde olan bir felsefe."

Bir paragraf dolusu yanılsama, bir paragraf dolusu halüsinasyon.

"Çoğu zaman bir inanç gibi örgütlenmek" dediği herhalde politik hareket ve politik bağlanma oluyor. Marx'ın kendisinden başlayarak, Marksizm devrimci bir düşünce oldu.

Özgün'ün "eleştirel bir düşünce" olarak gördüğü Marksizm, her şeyden önce "düşüncenin eleştirisi"ydi. Onbirincisi ünlü tezlerin bütünü bundan başka nedir ki?

Marx, Avrupa kültürünün bir güzel çocuğu olarak adlandırılacaksa, oldukça yaramaz bir çocuk olduğunun hatırlanmasında yarar vardır. Avrupa birikimi içinde kendisini en derinden etkilemiş olanlarla ilişkisinde bile fazlasıyla yıkıcıdır. Taraf'ta 3 Temmuz günü yazan Halil Berktay'ın "Ricardo olmasaydı Marx olur muydu?" sorusu kadar saçmadır Özgün'ün önermesi. Marx, Ricardo'yu, Adam Smith'i ve tabii Hegel'i, ütopistleri, yıkıp geçmiştir.

Marx, tüm bu birikimin çocuğudur ama bu birikime cesurca indirdiği darbeler, onu "sindirimi zor" kılan entelektüel ögelerdir.

"Marks'ı yaşattılar. Marks'ı tetiklemecilerden, tetikçilerden korudular. Marksist partiler Avrupa demokrasisinde var olabildi. Hatta zaman zaman da iktidara yakın durdu."

Hayır! Hiç de öyle olmadı. Bugün ülkemizde yayımlanan kimi "parti kapatma iddianamelerinde" bile büyük bir zevk ve şevkle referans verilen, Alman Anayasa Mahkemesi'nin, komünist partiyi kapatmasıdır.

Almanya (hani şu vatandaşı Marx'ı büyük bir şevkle kucaklayan Almanya) Komünist Parti mensuplarının ve bu partiyle ilişkili olduğu saptanmış kişilerin devlet görevinde yer almasını engelleyen, komünistlerin nüfus memuru olmasına bile izin vermeyen yasayı soğuk savaşın sonrasına taşımayı da bilmiştir.

"Korkmayı ve korkutmayı tercih eden amip 'kültürler' ne yaptı bu devirde? Amerika bütün dünyada komünist avına çıktı."

Özgün'e bakılırsa, Avrupa, müthiş bir esneklik, derin bir alicenaplık ve harbi bir aydınperestlikle Marx'ı kucaklarken ABD dünyada (Avrupa dünyada değil tabii) komünist avına çıkıyordu.
Almanya sınırları içinde 100 bin ABD askerinin olduğu, Amerikan üslerinin pek çok Alman kentinin kültürel dokusunu belirleyecek kadar etkili ve yaygın olduğu bir dönemden söz ediyor! (1990'lara kadar süren bir dönem)

İsveç'te, deniz diplerinde dolaşıp İsveç'i dinleyen sovyet denizaltıları için sert notaların verildiği, böyle bir olayın olmadığını araştırıp ortaya koyan bir gazetecinin "delirme" noktasına getirildiği bir dönemden.

(http://www.sesonline.net/php/genel_sayfa.php?KartNo=51461 Sesonline'daki haber "25 yıl aşağılanma ve tehditten sonra haklı olduğum ortaya çıktı..." başlığını taşıyor. Sözkonusu gazeteci ile yapılan söyleşinin zorlu şartlarına da dikkat çekelim. Maj Wechselman, herkesi İsveç Gizli Polisi'nin üyesi sandığı için konuşmaya uzun süre yanaşmamış. Gizli Polis, İsveç'te? Yok yahu!)

"İşte o yıllar, [yine '70'leri kastediyor], Amerikalı olmaktan, Türk olmaktan tarifsiz utanç duyulan yıllardı. Avrupa'nın haklı gururunun da maalesef kibre dönmeye başladığı yıllar. Hitler'in verdiği derin vicdan azabını kibrin şehvetiyle dengelemeye başladığı yıllar."

Birincisi, o yıllarda Amerikalı olmaktan tarifsiz utanç duyulduğunu söylemek için kibirli bir Avrupalı olmak bile yetersizdir. Tam sapıtmış bir Avrupa hayranı Türk olmak gereklidir. '68 Meksika'da 100 metre rekortmeni siyah atletler kara yumruklarını kaldırarak ırkçılığa posta koymuştur. Fransa'nın Cezayir konusunda hiç yanaşmadığı hesaplaşmayı Amerikan gençliği Vietnam konusunda yaşamakta ve egemenlere yaşatmaktadır.

Amerika emperyalist dünyanın siyasal merkezidir. Emperyalist sermayenin bu ülkede türlü egemenlik aracı vardır ve 20. yüzyılın başında bu ülkede boy vermiş anarşist ve komünist işçi hareketlerinin ezilmesi önemli bir güvence olmuştur ama ABD'yi, bu ülkenin toplumsal dinamiklerini küçümsemek, "Amerikalı olmaktan utanılan yıllar" gibi garip tanımlamalar yapmak için Avrupalı kibirinin ötesinde zihinsel sorunlar gerekir.

Türk olmaktan utanma kısmını geçiyorum. '70'li yıllar bizim ülkemizde türlü çalkantıyla, türlü acılarla yaşanmıştır. Utanç duygusu ise herhalde Gökhan Özgün'ün gençlik anılarıyla ilgilidir. Kişiselse bizi ilgilendirmez.

"Evet, Avrupa'nın gururu artık kibir oldu. Amerika'nın utancı ise hala devam ediyor. Şimdi de Islamofobia olarak devam ediyor. Bizim utancımız da hep Amerikan malıdır. Bizim utancımız da Islamofobia olarak devam ediyor."
...
...
La havle...
...
Birincisi, islamofobia soğuk savaş sonrası dönemin, ABD'nin 11 Eylül ile başlattığı "önleyici" saldırganlık politikalarının önemli bir aracıdır. Bu aracın, 11 Eylül'ün hemen ardından ABD'de bir dehşetli travma olarak devreye girdiği, ABD iç siyasetinin uzun sayılabilecek bir dönem boyunca islam fobisinin travmatik araçları ile yönlendirildiği doğrudur.

Ancak! İslam fobisinin emperyalist siyasetteki asıl işlevi Avrupa'da ortaya çıkmıştır! Avrupa'nın "kibirli" orta sınıfları, bununla teslim alınmıştır. ABD'nin kendi iç dinamikleri "islam fobisini" kısa sürede etkili bir siyasal araç olmaktan çıkarmıştır, ancak Avrupa'da durum böyle değildir.

Avrupa, islam fobisi ile Irak işgaline destek vermektedir, Avrupa ırkçılığı islam fobisi ile bütünleştirmiştir. AB bürokratları, AKP'ye arka çıkıp Türk mahkemelerini tokatlarken, karikatür krizleri gitmekte, doğululara atılan polis dayakları gelmektedir.

İkincisi, Avrupa'nın kibiri ne oluyor allah aşkına! Hani şu Fransız devletinin "ortak olduğu" Galatasaray Üniversitesi'nde arkasına boğaz köprüsünü alarak konuşan Bush'un bile parmağında oynattığı komik duyguyu mu kastediyor? Hani şu Amerikalı siyasetçilerin "eski Avrupa" dedikleri şeyle mi ilgili bu?

Paris'in ortasında uzaylılara yüzünü dönmüş bir kitch anıtı olan Pompidou kültür merkezinin, Dizneyland'ın Avrupasında kibirlenecek hal mi kalmış?

Üçüncüsü, Kahramanmaraş katliamını, Kanlı Pazar'ı, Sivas'ı yaşamış bir ülkenin ABD'den islam fobisi ithal ettiğini söylemek nasıl mümkün oluyor?

Açıkçası reklamcılıkla ilişkisini kurmaya meylediyorum. Genel olarak "gerçek dünyayı" kurmaca ile pazarlamaya dayanan bir meslek bu! Kiri görünce silahını çekip saldıran omomastik-persil taneciklerinin, nugat ve çikolatanın eşsiz birleşimi altında kendini huzurda hisseden pralin çubuklarının, sabah servisle değil de helikopterle işine geldiği için ağzı kulaklarında müşteri dostu banka memurelerinin, özel sigorta şirketine yıllarca prim ödemekten anası ağlamış olduğunu hiç belli etmeyen tonton bıyıklı -emekli- dedelerin, 20 yıl daha çalıştıktan sonra tripleks bir yazlık evin balkonundan Ege'ye bakarak allahın izniyle rakı içecek olan "ofis çalışanlarının" dünyası!
Taraf'ın uzun süre "reklam almadan" çıkması bununla ilgili olabilir mi? Yani reklam boşluğu hissedilmiyor sanki!

Fazla uzadı, ben de "yayın yönetmenimizden" yiyeceğim sabah fırçasını garantilemiş oldum.
Bitirirken:

"Amerika bu yüzden, Marks'ın Avrupa'da derinleştirilerek kabülü gibi, islamın da Türkiye'de derinleştirilerek kabul edilmesi fırsatına FİT OLUYOR. Zamanında Marks için Avrupa'yla yaptığı uzlaşmayı, bu kez de İslam için Türkiye'yle yapmak ZORUNDA KALIYOR.

Bu da bana fena halde uyuyor. Çünkü ben vatanını satan neo-liberal bir o... çocuğuyum. Ananızı babanızı bilemem, ama aynı şeyi size, şiddetle tavsiye ederim."
...
...
Ben bir şey demedim...
...
...
Vallahi demedim.

Gökhan Özgün, "Ilımlı Marksizm ve Ilımlı İslam", Taraf, 7 Temmuz 2008
http://www.taraf.com.tr adresinde birkaç gün gecikmeyle bulunabiliyor.