Özkök’ün Erdoğan’la Yaptığı Mülakata…

"Muhalif" gazeteciden "halkçı" başbakana sorular: körler-sağırlar birbirini ağırlar...

Şu satırların sahibini bilmeseydiniz, kimin yazdığını tahmin etmeniz zor olur muydu?

"Başbakan epey kilo vermiş ve incelmiş. Üzerinde çizgili bir gömlek ve ceket vardı. Çalışma günü olduğu halde, kravat takmamıştı. Sohbet ederken ilk dikkatimi çeken şey, elindeki tespih oldu. Hafızamı yokladım. Acaba Başbakan'ı bugüne kadar hiç elinde tespihle görmüş müydüm? Gördüğümü hatırlamıyorum".

Peki, siz uzun süredir Tayyip Erdoğan ile Ertuğrul Özkök'ü böylesine kapsamlı bir mülakat çerçevesinde bir arada görmüş müydünüz? Gördüğümü hatırlamıyorum. Bu buluşmadan, buluşmanın tarafları adına farklı anlamlar çıkarmak mümkündür. Evet, bir başbakan için büyük bir gazetenin genel yayın yönetmeniyle konuşmak, gazeteci içinse liderlerle görüşmek her zaman kayda değer olagelmiştir ancak burada yazının başlığıyla özetlenebilecek özel bir durum söz konusudur: "Türkiye'de iç barışı yeniden kurmalıyız".

Özkök ve benzerlerinin uzun süredir içinde bulunduğu uzlaşma fetişizmi bir kez daha karşımızdadır. Hatta bütün mülakat Özkök'ün Erdoğan'a "evet, bazı konularda biz de hata yaptık" dedirtmeye çalışması şeklinde okunabilir -ki böylece Özkök herkese dönüp o meşhur "makul çoğunluğun sesi" aslında uzlaşma istiyor edebiyatını yapabilsin. Ne var ki Erdoğan'da hiç de böyle bir uzlaşma kaygısı emaresine rastlanmaz:

Özkök:

&mdash Araştırmalara bakılırsa, son olaylardan sonra halk arasında size yönelik eleştirilerin çoğaldığı sonucu çıkıyor. Bunu siz de kabul ediyor musunuz?

Erdoğan:

&mdash Ben halkın arasındayım. Onlar ne düşünüyor çok iyi biliyorum. Halkta bir sorun yok. Sorun seçkinciler grubunda. Onlar hangi istikameti istiyorsa, Türkiye oraya gitsin istiyorlar. Ama halkın da iradesi var. Seçim sonuçları var. Seçkinciler bugüne kadar istediklerini yaptırmayı başarmış. Ama bu artık değişiyor.

Bir magazin programında karşımıza çıksa, "eski sevgiliye şok sözler!" türü bir başlıkla verilebilecek bir cevap değil midir bu? Ancak ortada hakikaten de bir eski sevgililik durumunun söz konusu olması şaka değildir. Tıpkı geçtiğimiz haftalarda sakal-bıyık meselesi yüzünden Rahmi Koç için "ilkel, ayrımcı, bu ülkede bunların primi yok, bunlar ancak kendi lobilerinde kalırlar, asla benim vatandaşımdan sevgi, saygı bulamazlar" diyebilmesinde olduğu gibi burada da uzlaşmadan öte bir "hamdolsun kendi burjuvazimiz var, artık size kalmadık" tavrını okumak mümkün değil midir?

Özkök ise bu "seçkinciler" ifadesinden rahatsız olduğunu yazıyor, ancak başbakan ona "zaten sen de seçkincisin" diyor:

"Seçkinci" ayrımına eskiden beri itirazım var, o nedenle konuyu biraz deşmek için soruyorum:

&mdash Sayın Başbakan, seçkin deyince kimi anlıyorsunuz? Mesela ben, seçkinci miyim?

&mdash Evet, diyor".

Ertuğrul Özkök ile solcuların seçkinci edebiyatını sevmemelerinin sebepleri farklıdır. Özkök'ün kavramdan haz etmemesinin sebebi yalnızca kendisinin de alaycı biçimde -hem de yüzüne karşı- bu gruba dâhil edilmiş olması değil hep özlemini duyduğu uzlaşma dolu, kavgasız gürültüsüz sömürü ortamına tehlike oluşturabilecek bir ayrımı içermesidir: birileri halk ve birileri elitler şeklinde kavramsallaştırılırsa, mevcut düzen ucundan da olsa sorgulanmaya başlanabilir çünkü. Ancak burada zaten Özkök'ün korktuğu türden bir tehlike bile yoktur.

Solcular ise tam da bu sömürünün iktisadi içeriği ve sınıf eksenli olduğu gerçeğinin üzerini örttüğü için seçkincilik söylemini sevmezler. Sömürü gibi gerçek mücadele de emekçi sınıflar temelinde olduğundan "halk" bu mücadelenin hedefi sermaye sınıfı olduğu için de "elit" kavramları son derece muğlâk ve eksik kalmaktadırlar. Zaten Tayyip Erdoğan gibi tescilli bir emekçi düşmanının ağzında sakız gibi halk/elitler ayrımının olması da bu söylemin sermaye açısından ne kadar "tehlikesiz" olduğunu kendi başına göstermez mi?

***

İşte birbirine mesafeliymiş gibi duran bu iki siyasi etkinlik sahibi kişinin aslında yalnızca aynı burjuva siyaseti albümündeki farklı şarkıları seslendirdikleri de burada ortaya çıkıverir. Evet, Özal'dan devraldığı "bir şarkısın sen..." travmasını "beraber yürüdük biz bu yollarda" tatsızlığına terfi ettiren Erdoğan'ın karşısında "hepimiz kardeşiz, bu öfke ne diye, uzlaşma oy oy" diye krizi kayıpsız kapamaya çalışan Özkök'ü gördüğümüzü sanırız. Hâlbuki albümün yapımcısının da, müzik danışmanının da, aranjörünün de uluslararası sermaye ve onun talepleri olduğu, başbakanın gazeteci tarafından beğeni ile aktarılan şu cümlelerinde gözümüze çarpar:

"Biz fert başına düşen geliri 10 bin dolar olan bir Türkiye vaat ettik. Bunu şimdiden yakaladık. Ama daha büyük hedefleri ancak stresi olmayan bir Türkiye ile yakalayabiliriz. Yaşadığımız olumsuzluk herkesi yoruyor. Bakın geçen yıl 22 milyar dolar yabancı sermaye yatırımı geldi. Bu yıl çok daha fazlasını bekliyorduk. Ama yabancı yatırımcı ne ister? İstikrar ve güven. Bu ortam bozulmamalı".

"İstikrar" adlı parçada düet yapan Erdoğan da Özkök de fert başına düşen sözde gelir artışının yüksek faizden rant elde etmek için ülkeye akın eden sıcak paranın yarattığı bir balon olduğunu, bunun emekçi kesimlere sirayet eden bir veri olmadığını bilmiyor mu? Ülkesini pazarlamakla mükellef olduğunu gururla söyleyen, cumhurbaşkanı adayını açıklamak için bile borsanın öğle tatiline girmesini bekleyen Erdoğan, işgal ettiği mevkide bulunabilmesinin temel koşulunun -özellikle de yabancı- sermayeyi hoş tutmak olduğunu bilmiyor mu? Patronunun hükümet destekli bir diğer sermaye fraksiyonu ile girdiği mücadelede en az kayıp vermesini isteyen, ancak kendisi kadar açıktan piyasacı bir alternatifi olmadığı için de hükümetin tamamen devrilmesinden çekinen Özkök, tam da bu yüzden istemeye istemeye uzlaşma çığırtkanlığı yapmak zorunda kaldığını bilmiyor mu?

Burada o meşhur "bilmiyorlar ama yine de yapıyorlar"lık bir durumun söz konusu olmadığı kesindir: "biliyorlar, ama yine de yapıyorlar"dır hikâyemizin ana fikri.

***
Mülakatın bu ilk bölümü Erdoğan'ın barış ve uzlaşma çağrısıyla sona eriyor: "biz böyle bir sosyal restorasyonu hayatın her alanında gerçekleştirmek durumundayız". Özkök ise kendine pay çıkarıyor:

"Bu sözler ne anlama geliyor? "Sosyal restorasyon" ne demek? Bu sözlerde bir "uzlaşma" kabulü mü yatıyor? Bunu zaman gösterecek".

Yüzüne tükürülse şükredecek bir portre çizen Özkök'ün burada restorasyon kelimesinden uzlaşma anlamı çıkarmaya çalışması ilginçtir. Erdoğan, artık kaybedecek bir şeyi yokmuş edasıyla kendi kafasındaki toplumsal dönüşümü ima ederken, -ki bu dönüşümün Amerikancılık, gericilik, piyasacılık ve çözülme çizgisinde seyrettiğini artık söylemeye gerek var mı?-, Özkök ise "yok canım, herhalde uzlaşma demek istedi" diyerek rüya tabirlerine girişir. Bu çırpınışının sebebi de söz konusu dönüşüme karşı olması falan değil, en başta bağlı bulunduğu sermaye grubunun çıkarlarının geleceği ile ilgili duyduğu kaygıdır.

İşte bu yüzden acar gazeteci ile delikanlı başbakanın buluşmasında aslında körler sağırlar birbirini ağırlamaktadır. Asgari müşterek piyasa ve Amerikancılık oldukça gerisi teferruattır. Farklı tonları varmış gibi gözükse de, ikisi de bu çerçevede bir uzlaşmayı gücü yettiğince ister aslında: biri böyle bir uzlaşma yoluyla toplumsal gericileşmeyi kalıcılaştırmayı rüyasında görür, öbürü bu uzlaşma yoluyla daha az sürtünmeli, sorunsuz bir ikinci balayını...

Bu sebepten hem Özkök hem Erdoğan'ın durumu, rüya görürken rüyada olduğunu fark edip onu yönlendirmeye çalışmak gibi bir girişimden ibarettir.

E.Z.

Ertuğrul Özkök, "Türkiye'de iç barışı yeniden kurmalıyız". Hürriyet, 26.07.2008

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/9519801.asp?&amphid=9520483