Oksimoronlara

Manzara I: Korsakoff-Yurttaş

Televizyonda arka arkaya dizilen kareler:

İstanbul'da Oruç Baba isimli zatın yattığı mezarın önünde iki gecedir binlerce insan sirke ile oruçlarını açıyor.

Bir "sağlık programını" arka arkaya arayan insanlar telefonla katıldıkları programda mediko-fetva veren doktor hanıma sorular soruyor. Birkaçı şöyle:

"Benim beynimde filanca çapında tümör saptandı, doktorum oruç tutma dedi, iki gündür tutuyorum iki gün boyunca çeşitli kereler baygınlık geçirdim. Oruç tutabilir miyim?" "Akşam iftar sonrasında kan şekerim 190'ı geçmişti. Oruca devam edeyim mi?"

Ahmet Şahin (Zaman), bugünkü köşesinde "Oruçlunun Karşılaştığı Mühim Sorular"ın yanıtlarını bir bir vermiş: "Oruçlu iken diş doldurtmak, kaplatmak, çektirmek orucu bozar mı?" cinsinden sorular. Senelerdir ana haber bültenlerine gündem olan ve bu nedenle pek çoğunun yanıtını benim bile verebildiğim bu soruların arasında bir tanesi var ki onu, daha doğrusu ona verilen yanıtı burada yazmazsak olmaz:

Sual şu: Astımlı hastaların kullandığı sprey orucu bozar mı?

Cevap: Nefes almakta zorluk çeken astımlının boğazına pompaladığı hava orucu bozmaz!

Ben yanıtı Türkçe'ye çevireyim: Nefes almakta zorluk çekmeyenleri de olabilen astımlıların nefes almakta zorlananları karşılarındakinin ve/veya kendilerinin boğazına hava pompalarlarsa, işte o hava orucu bozmaz...

Herhalde Ahmet Şahin, "Beni bozmaz." diyor. Belirtmekte fayda var. Efendinin iki gün önceki yazısının veciz başlığı da şu: "Ramazan'a önce başlayan ülkeler bizi neden şaşırtmamalıdır?" Dünyanın en saçma biçimde kurgulanmış soru cümlesi. Yazıyı okumadım. Belki her sene Karadeniz bölgemizde yaşanan erkenci hoca vakalarına gönderme yapıyordur...

Bu tablo neyin göstergesidir?

Pek çok şekilde yanıtlanabilir ancak meseleyi en iyi açıklayacak tarifin "solsuzluk" olduğunu söylemekte fayda var. Solun kanırtılarak bir kenara atıldığı memleketimizde yukarıdaki tariflerden "halk" ve "yazar" çıkabiliyorsa meselenin ciddiyetinin farkına varmamız gerekmektedir. Hadi bu zavallı Şahin'i bir kenara bırakalım. Dört bir yanı sarmış olan, Şamil Tayyarları, Ahmet Kekeçleri, Fikri Akyüzleri ne yapacağız?

Solsuz kalan halkın soluk alabildiği büyük gözenekler bu isimler ve ağababaları tarafından bir bir tıkandı. Yirmi yıldır solsuz ve dolayısıyla soluksuz kalan halkın akli melekeleri tümüyle iflas etti.

Yalçın Küçük'ün tabiri ile "Korsakoff-yurttaş" arz-ı endam etti... Gözümüz aydın.

Manzara II: Sermayeci Sol

Aslında önceki manzara ile de bağlantılı: Solsuzluk...

Ahmet Kekeç (Star) yazısına CHP ile başlamış, hakisever Baykal'ın ne idüğü belirsiz açıklamalarına değinmiş. Yazının sonrası ise ilginç. Mesele dönmüş dolaşmış Kekeç'in tabiri ile "Kendisini 'devrimci' olarak pazarlayan DİSK'in 'açık sözlü' Başkanı Süleyman Çelebi"ye gelmiş.

DİSK'in pek çok faktörün etkisi ile bir süredir, birkaç sene evveline nazaran çok daha sağlıklı ve sol bir noktaya tutunmuş olması, bunun da önemli isimlerinden birinin Süleyman Çelebi olmuş olması Fethullahçı basını rahatsız etti, biliyoruz. Kekeç'e göre Çelebi "Bol bol 'emek' ve 'emekçi kitleler' edebiyatı yapıyor, ama 'özgürlük kaybı' olarak emekçi kitlelere dönecek çete ve darbe faaliyetleri karşısında kılını dahi kıpırdatmıyor."

DİSK'in 12 Eylül mitinginden haberi mi yok her şeyi bilen Kekeç'in? İşine mi gelmiyor? İşine gelmiyor tabii... Kenan Evren'in tohumlarından olma Kekeç'in 12 Eylül konusunda diyecek nesi olabilir ki?

Esasen bu tarihsel gerekçeden beslenen bir konjonktürel gerilim bu satırların ardındaki motivasyon. Bu satırların arkasında bir huzursuzluk var:

Solun önemlice bir bölümü, Türkiye tarihinin görmüş olduğu en sekter ve en cahil sözcülerinin borazanlığını yaptığı gerici kampanyaya teslim olmadı. Bütün cümlelerinin bugün "sol" ile başlayıp, "sol" ile bitmesinin, Nazlı Ilıcak gibilerin bile sol standartları enstitüsünde vasıfsız eleman olarak işe başlamış olmalarının sebebi bu.

Böyle bir durumda "sol"un ne yapması gerekir?

Örneğin, Evrensel gazetesinde Ahmet Altan'ın 1990'ların başından beri dillendirdiği ve o günlerde sol çevrelerden aforoz edilmesinin gerekçesi olan "kapitalizmden doğrudan komünizme geçiş" teranesine uzunca bir yanıt veren İhsan Çaralan'ın (bugün bu konuya ilişkin üçüncü yazı) yazısının odağına ve Taraf'a getirdiği itiraza elbette diyecek bir şeyimiz yok. Ancak bir sosyalistin artık ipliği pazara çıkmış Taraf'a ilişkin eleştiri yazmadan evvel "Taraf, elbette ki son dönemde yayımladığı belgelerle, özellikle de askeri cenahta olan bitenlerle, Ergenekon davasındaki tutumuyla, gerçeklerin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynadı daha da oynayacağa benziyor." diye bir not düşmesini anlamak mümkün değil...

Söz konusu mesele solun kapalı devre bir "siyaset" anlayışıdır. Siyaset yapmayı unutan solun söylemi de tuhaf bir dengecilikle malûl hale gelmiştir. Başlangıçta dışsal bir unsur olan "El âlem ne der?" kaygısı giderek içsel bir dürtüye dönüşmüştür. Askerci mi oluruz, Saddamcı mı oluruz... Metin Çulhaoğlu'nun deyişi ile "absürde indirgeme" dürtüsü.

Açıkçası solun böyle bir cendereden kurtulması sol içinden omurgalı, kolektif ve politik bir çıkışa bakmaktadır. Milliyet'in kapsamı dâhilinde henüz tek bir solcudan görüş alınmamış "sol" yazı dizisinde solun çıkışının ısrarla liberal bir çizginin sol söylemle buluşması olarak sunulması, "sol"dan bahsederken devrimci ve Marksist solun esamisinin okunmaması solun tümden şekilsizleştirilmesi için atılan adımların somutlaştırılacağı projenin biçimlendirilmesidir. Bu projenin adı net biçimde "çatı partisi"dir.

Çatı projesinin şu anda projeyi dillendirenlerin niyetlerinden bağımsız biçimde dönüp dolaşıp dayanacağı yer yeni-CHPciliktir.

Yeni CHPcilik'in ne olduğuna ilişkin ipuçlarını her fırsatta ortaya "solcuyum" diye atlayan AKP şakşakçısı Fuat Keyman, bahsi geçen yazı dizisinde şu sözleriyle vermektedir:

"Bugünün dünyasını anlayan ve Türkiye'yi iyi yöneten bir CHP'ye TÜSİAD destek verir. Bu destek sadece TÜSİAD'la değil, aynı zamanda Anadolu'nun farklı yerlerinde, dinamik bir ekonomi üreten SİAD'lar ve genç işadamlarıyla birlikte de düşünülmelidir."

Çatı partisi, kadro, enerji ve sol kültürden çalacaktır ki bunların her biri konusunda sol zaten çok düşük bir profil çizmektedir.

Manzara III: Osmanlı Ulus-Devleti

Akademik çevrelerden köşe yazılarına kadar geniş sayılabilecek bir yelpazede Osmanlı'nın idari yapısı, vizyonu vb. gibi başlıklardan hareketle "imparatorluk" kavramına güzelleme düzme yarışı başladı. Bugün Yenişafak gazetesinin "derin" yazarlarından İbrahim Karagül, dış politikada Osmanlı vizyonuna dönüş çağrısında bulunmuş.

Karagül'e göre "Soğuk Savaş döneminden kalma Amerikancılık ya da ABD karşıtlığı veya Rus Avrasyacılığı'nın ötesine geçip, Türkiye'yi merkeze alarak bir bakış açısı geliştirmek zorundayız."

"Rus Avrasyacılığı"nı savunan ciddiye alınır kim var ise onların bu ülküden vazgeçmesi karşılığında &mdashki sanıyorum Karagül'ün tanımında anti-ABD'cilik de Rus Avrasyacılığına içkin&mdash, Amerikancılar da Amerikancılıklarından vazgeçeceklermiş. Nerede buluşacaklarmış? Osmanlı vizyonunda, "tarihe dönüşte"...

Bitpazarına bu şekilde nur yağmasının hayırlı olmadığını daha önce de yazmıştık. Yeni-Osmanlıcılık, artık somut bir siyasal söylem olarak gündeme alınmalı ve incelenmelidir.

Ancak bizim Karagül'ün yazısında değinmek istediğimiz nokta biraz daha spesifik. Karagül'ün yazısının başlığı: Üçüncü Dünya Savaşı'nı Türkiye mi başlatacak?

Türkiye'de sol tarih yazımında Soğuk Savaş'ın orijinine ilişkin Türk diplomasisine ayrıcalıklı bir konum verilmesi, daha fazla tartışılmaya ihtiyaç duymasına rağmen ciddiye alınır argümanları olan yerleşiklik kazanmış bir tanımlamadır.

Açıkçası, Rusya'nın tavrı neticesinde doğacak sinerji bir Doğu-Batı kutuplaşmasına ya da bir bölgesel savaşa neden olur mu? Bu kesin değil. Rusya'yı belirleyen ve Rusya'nın belirlediği dinamikler konusunda hâlâ kısıtlı bilgiye sahibiz. Gamze Erbil ve Candan Badem'den bizi bu konuda aydınlatmalarını rica etmekten başka çaremiz yok. Ancak Rusya'nın damarına basılacağı ve Rusya'nın ise tansiyonu bir süre düşürmeye yanaşmayacağı belli oluyor. Bu noktada Türk diplomasinin giderek önem kazanan bölgede (Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya) aktif rol izlemeye başlaması tesadüfî değildir. Yukarıda gönderme yapılan Soğuk Savaş tespiti bir kez daha gözden geçirilmelidir.

Fuller'in "Yeni Türkiye"si bölge gerilimlerinin çözülmesinde değil yaratılmasında etkin bir Türkiye'dir...

Ve fakat...

Türkiye, Soğuk Savaş'ın ortaya çıktığı günlere nazaran, çok daha bağımlı, çok daha kişiliksiz ve dünya kapitalist sisteminin eğilimleri neticesinde çok daha sıkışmış bir ülkedir. Burada Osmanlı metaforu devreye girebilir. Tıpkı Osmanlı'nın bir vilayeti olan Musul için Hindistan'daki İngiliz yetkilileri ile yazışıyor olması gibi, Türkiye de Boğazlar, limanlar, üsler gibi bir dizi başlıkta ABD ile haberleşmek durumundadır. "Osmanlı Ulus-Devleti"nin diplomatik merkezi artık yalnızca ideolojik olarak değil, fiziki olarak da Washington'a ve belki daha yakın temsilcisine, İsrail'e kaymış durumdadır.

Dış politika cephesinde manzara böyledir...

***

Karamsar bir yazı olduğunun farkındayım. Ancak resim önemli: "Yeni Türkiye" bir dizi oksimoron (birbiriyle çelişen ya da zıt iki kavramın bir kavram üretmek üzere bir araya getirilmesi) üzerine inşa ediliyor. Böyle çelişik bir yapının kararlı kalması mümkün değildir. Tablodaki ümit buradadır.

G. M.

03.09.2008

Ahmed Şahin, "Oruçlunun karşılaştığı mühim sorular", Zaman http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=733405&amptitle=oruclunun-karsilastigi-muhim-sorular

Devrim Sevimay, "Sol Çıkışını Arıyor - 3", Milliyet:

http://www.milliyet.com.tr/Siyaset/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&ampKategori=siyaset&ampKategoriID=&ampArticleID=986130&ampDate=03.09.2008&ampb=Sol%20cikisini%20ariyor&ampver=66

Ahmet Kekeç, "Al Sana Devrimci Başkan", Star

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/al-sana-devrimci-baskan-125177.htm

İbrahim Karagül, "Üçüncü Dünya Savaşı'nı Türkiye mi başlatacak?", Yenişafak

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=03.09.2008&ampy=IbrahimKaragul