Kendini İyice Kaybedenlere...

Başımıza taş yağacak...

Doğan Grubu muhalefeti abarttı. Hem de o denli abarttı ki acaba bu sürece bolşevizasyon mu demek lazım diye Kemal Okuyan'a sormak gerekiyor.

Baksanıza Posta'dan Mehmet Ali Birand, eski bir Sovyet bürokratının Sovyetlerin dağılmasının hemen öncesinde kendisine yapmış olduğu kehanetlerin bir bir çıktığından dem vurmuş ve "Soğuk Savaş döneminin koşulları bambaşkaydı. Komünizme karşı amansız bir savaş verdik. Büyük bölümümüz, bilinçsizce hareket ettik." diyor. Bu itiraftan ötesi de var Birand'ın yazısında. Birand diyor ki: "Bilinen bir şey var ki, o da, SSCB'nin dağılışının hepimize çok pahalıya mal olduğu ve daha uzun süre canımızı yakacağıdır." Klasik ezberimiz dağıldı, güzel Soğuk Savaş günleri geride kaldı söylemini de azıcık aşmış gibi duruyor Birand'ın sözleri. Daha bir küresel gibi...

Sonra ne olmuş?

Milliyet'in ön "libero"su Taha Akyol yaptığı deriiiiiin kriz analizinde Çin Merkez Bankası'nın 2 trilyon dolara yaklaşan rezervlerinden bahsederden "Bu rezerv, 'sanayi sermayesi' değildir, 'finans kapital'dir. Lenin'in emperyalizm teorisini 'sermaye ihracı' ve 'finans kapital' kavramlarına dayandırdığını burada hatırlamamak elde değil." buyurmuş. Şimdi bir cümledeki on yanlışı ortaya çıkarmayacağız ama Taha Akyol'un durup dururken mümtaz şahsiyet Marx'a falan da değil Lenin'e şöyle bir selam etmesi olacak iş midir?

"TKP'ye kalan trilyonluk miras"ın etkisi olabilir mi bu ilginç tesadüfte düşünmeden edemiyoruz.

Biz iyisi mi kriz, restleşme falan derken ortaya kalkan tozdan dolayı kendilerini kaybetmelerine yoralım bu satırları.

Fakat malumunuz kalkan toz bununla da bitmiyor. "Yüzyılın cukka hareketi" Deniz Feneri "e.V.lere şenlik" de çok toz kaldırdı... Almanya bu mevzuda çok bastıracağa benziyor. Almanya bastırdıkça daha da toz kalkacaktır. Tabii Türkiye'de toz yalnız Almanya'dan esen yelle kalkmıyor. Asıl toz kaldıran Türkiye'de tepinenler... Doğan ve Erdoğan tepiniyor, onlar tepindikçe durumdan vazife çıkaranlar ve zaten vazifesi bu olanlar başlıyorlar tepinmeye kendilerini kaybetmiş biçimde.

"Kendini kaybetme" ifadesini öyle boşuna kullanmadık. Mesela Hürriyet'in ağır toplarından Mehmet Y. Yılmaz bize de "Allah Allah" dedirten şu satırları kaleme almış bugün: "AKP'den bir "demokrat merkez partisi" çıkartma hayali kuranlar ne hissediyorlar, çok merak ediyorum." Sevgili Yılmaz sanıyoruz çalıştığı ve önemli görevler üstlendiği holdingin patronundan başlayarak çalışma ortamında kapı komşusu olduğunu düşündüğüm Ertuğrulcuğum Özköküme, "orijinal demokrasi"ci İsmet Berkan'a yahut Hasan Cemal'e bir soruverirse bu soruyu merakını tatmin edecek bir yanıt alacaktır. Tabii bunu karşısında bizi de merakta bırakan şu oldu: İnsan çok üst düzey yöneticilikler yaptığı gazetenin, holdingin neresi olduğunu unutur mu? Unutur... Diyoruz ya AKP'cilik altlarından çekilince kendilerini kaybettiler diye.

Bu kendini kaybetme hali söz konusu tepişme başladı başlayalı devam ediyor. Mesela Cumartesi günü Sabah gazetesi eşine az rastlanır bir "pişti"ye sahne oldu. Bu kez AKP'ciliğin sallanması nedeniyle yaşanan kendini kaybetme hali var bu örnekte.

Şimdi olay gününe dönelim:

Cumartesi günü Sabah'ın Rubik küpü Ergun Babahan cukka hareketi ile ilgili yazısına "meselenin adını koymak"la başlamış:

"Önce kavganın adını doğru koyalım. Bu basın özgürlüğü mücadelesi değil, imar rantı ve rafineri izni kavgasıdır."

Babahan pek güzel saptamış meseleyi ve devam etmiş analizine:

"Bu, medya gücüyle büyüyerek gelmiş bir grubun parçalı koalisyonlar döneminde sağladığı ayrıcalıkları kaybetmesine tepki göstermesinin sonucu yaratılmış bir gerilimdir. Bu medya şapkasıyla, işadamı şapkasının bir arada taşınmasının yarattığı bir sonuçtur."

Bu da doğru...

Doğru söze diyecek sözümüz yok derken bir anda aynı gazetedeki Uluç'un yazısı aklımızda kimi sorular oluşmasına neden oluyor. Sabah'taki "rönesansı" anlatan Uluç bakın Sabah'ın yeni döneminin başlangıcını nasıl anlatmış geçtiğimiz Cumartesi günü:

"Çalık Holding'in en tepesinde İstanbul'a panoramik bakan salonda toplandık.. Hani nasıl derler... Deyim yerindeyse Genişletilmiş Komuta Konseyi.. Sabah'ı sabah yapanlar.. Başta Ergun Babahan gazeteyi hazırlayan yazı işleri ekibi ve de onların pişirdiği yemeğin tuzu, biberi köşe yazarları... Masanın başında da yeni, son patronumuz Ahmet Çalık... [...] Toplantı, Çalık Holding'in tanıtımıyla açıldı. Sabah/ atv gurubu artık bu Holding'in içinde... O zaman tanımamız gerek... Tanıdık da... Enerji, inşaat ve tekstil, Holding'in belli başlı alanları.. Ve bu alanlarda hiç de mütevazı değil... Enerjide mesela, sadece Ceyhan Rafineri projesi 8 milyar dolarlık... Ülke doğalgazının yüzde 7'sini dağıtıyor. İnşaatta dünyada 162'nci büyüklükte... Tekstilde, Denim yani blucin kumaşı üretiminde dünya onuncusu... Bildiğiniz tüm markalar, Levi's, Diesel, Replay, Lee, Wrangler, Zara, aklınıza ne gelirse iş birliği içinde... Yani, Sabah/ atv gurubunun medyatik anlamını bir yana bırakırsanız, Holding'in iş çapı içinde 1.2 milyar dolarlık alış fiyatımızla biz hayli küçüğüz. Bu büyüklükte bir dünya holdinginin kredibilitesi de büyük... Telekom dâhil iki dev ihaleye girmişler... Birinde 6.5 milyar dolar teklif etmişler... Yüzde 60'ı iç ve dış kredi... Birinde 4.5 milyar dolar... Gene yüzde 60 kredi ve tamamı içerden..."

Vay anasını sayın okuyucular...

Uluç pek bir etkilenmiş ve kendisini kaybetmiş ki böyle bir Çalık reklamı döşenmiş üç ay önce Sabah'ta kopan fırtınaya ilişkin bir cümle etmeden. Bunu geçiyoruz... Madem bu denli kredibilitesi yüksek bir holding neden devlet bankası kredilerine abandılar Sabah-atv ihalesini alırken diye sorup vakit de kaybetmeyelim. O soruyu bir takım yazarlar toplantıda sormuş ve Çalık'tan saçma sapan bir yanıtı almışlar. Uluç'un bu eski tarihli yazısında Çalık'ın bu yanıtı da mevcut. Meraklı okuyucularımız oraya bakabilirler.

Şimdi Babahan'ın yazısına geri dönelim.

Ne güzel demiş değil mi İstanbul'a panoramik bakan salonda en mühim koltuklardan birinde oturan Babahan? Bugünkü gerilim medya şapkasıyla, işadamı şapkasının bir arada taşınmasının sonucudur...

Pekiyi Babahan'ın bu yazdıkları neyin sonucudur? İnsanın arka nahiyesi ile oturduğu koltuğu gizleyebileceği yanılgısının mı? Yok, yok... Sanırız, Babahan da Cuma gecesi anlaşılan kendisini iyice kaybetmişti.

Alın size başka bir örnek:

Deniz Feneri meselesi tabii Fethullahçıların can damarı ve yumuşak karnı. Nihal Karaca bunu çok iyi bildiğinden kendini kaybetmiş ve bakın bu cukka hareketini bugün Zaman'da yazdığı "Ama biz devletten kaçıyorduk..." yazısında nasıl savunmuş:

"Büyük prodüksiyonlu hayırseverlik işlerinin önemli bir kısmı meşru mutabakatların dışına çıkarak, en hafifiyle etrafından dolaşarak mümkün hale gelir."

Yanlış mı okuduk diye düşünürken Nihal Karaca doğru okuduğumuzu teyit ediyor. Üstelik ne teyit!.. Zaten bu Deniz Feneri'nin destekçileri, kurban derilerini THY'den kaçırmak zorunda kalan, namazını, başörtüsünü saklayan pek Müslüman Türk evlatlarıymış ki devletten bazı şeyleri gizlemeleri pek doğalmış. Üstüne üstlük mesele de o kadar büyük değilmiş de ufacıkmış: "Yardım faaliyetlerinin profesyonelleşmesi de peyderpey oldu daha çok imkân, daha iyi bir network. Yardımların etkin dağılımı sağlandı, Deniz Feneri ismi öne çıktı, parayla ölçülemeyecek değerdeki işlerin, yoksun bir yüzü güldürebilmenin markası oldu. Fakat işin özüne güzellik veren amatör ruh, bir Türk hastalığı olan evrak soğukluğuna, belge düzenleme, kayıt tutma özrüne eşlik edince arıza çıktı."

Ya işte sayın okuyucu... Bir Türk hastalığı ile karşı karşıyayız. Mesela şimdi elden ayaktan düşmüş görünen Erbakan ile has öğrencilerinden Cumhurbaşkanı ABDullah Gül'ün de bu hastalığa tutulmuşluğu vardır. Onlarda "kayıp trilyon" biçiminde ortaya çıkmıştır hastalık. Bununla bağlantılı Mercümek'i de unutmamak lazım. Dahası Tayyip Erdoğan'a milletvekilliği yolunun açılmasında çok pis harcanan JETPA Holding Büyüğü ve AKP milletvekilliğini kısa dönem yapan Fadıl Akgündüz de tedavisi olmayan bu illete yakalanmıştı. Sonra yakınlarda AKP'de teskere bıraktığı anlaşılan Şaban Dişli'de de çıktı bu illet. 1 trilyon ile yoğun terleme biçiminde kendisini gösterdi bu hastalık kendisini.

Bunlar hep virütik...

Yazının sonuna geliyoruz:

Bir de bu esen fırtına yüzünden fazlaca hırpalanıp, bu zamana kadar işlediği "günahları" düşünenler var tabii. Edebiyatımızın dev isimlerinden babadan torpilli Ahmet Altan dünkü Taraf'ta herkesi huzura çağıran açıklamalarda bulundu:

"Arada bir öğlenleri Kadıköy'deki Osmanağa Camii'nin yanına gidiyorum. Oradaki müezzinin sesini seviyorum. Ezanı kendine has bir tarzda, araları biraz uzatarak ve çok güzel okuyor. Cumaları söyleyişi sanki daha da tatlılaşıyor. Güzel söylenen ezanı seviyorum. Benim her öğlen gidip ezan dinlememin bir hediyesi gibi biraz önce gelen bir paketten Ahmet Özhan'ın söylediği ilahilerin başında ezan çıktı. Şimdi onu dinliyorum."

AKP'cilik yapmak zorlaşınca dincilikle mi bir yan propaganda kanalı yaratmaya çalışıyor Ahmet Altan onu bilemedik ama Osmanağa Camii'nin iki üç sokak üstüne de uğruyor mu diye sormak geldi içimizden.

Belki oralarda da iç gıcıklayan bir iki ses duyabilir...

G.M.