Kendi Tembelliğimize…

Bilimin tarihselliğinden söz etmek istiyorsak, mutlaka sırtımızı bilginin tarihselliğine yaslamak durumundayız. Bu şekilde bilimsel ilerlemeyi, hatta pek de makbul saymadığımız bir ifade ile söyleyecek olursak "epistemolojik kopuş"u anlayabilir, anlamlandırabiliriz. Ancak, bilgiye ve bilime tarihsellik atfetmek, epistemolojik düzlemde kopuşu kabul etmek, bize ne kadarlık bir özgürlük sağlar? Tarihsellik elimizi kolumuzu tarihin ya da geçmişin prangalarından kurtaran, bizi olguların varlığından azade kılan bir anahtar mıdır?

Açık söylemek lazım: Bahsettiğimiz anlamda bilgiye ve bilime atfedilen tarihsellik bunların hiçbiri değildir. Tarihsellik, nesnenin tarihsel koşullara ve dolayısıyla bu koşulların tarihselliğine tabi olduğunu anlatır.

Ne demek istediğimizi daha iyi anlatmak için bir örnekle devam edelim.

Tarih bilimini ele alalım.

Diyelim ki tarihçisiniz ve bir ülkenin tarihini yeni bir gözle ele alan bir monograf yazmak niyetlisisiniz. Bunun için ne yaparsınız? Çok açıkça söylemek gerekirse yeni bir çerçeve üretecek bilgiye ulaşmanız gerekir. Fakat bu bilgiye ulaşmanız için her zaman icatta bulunmanız, arşiv "tırtıklamanız" gerekmez. Bazen de "tırtıklanmış" arşivlerden çıkan ham bilginin içinden geldiği tarihsel koşullarda yeniden ele alınması ve değerlendirilmesi ile tarih yeniden yazılabilir. Burada kilit nokta o bilgilerin kendi tarihsellikleri içinde değerlendirilmesidir.

Makbul olan hakikaten budur. Bu sayede o ülkenin tarihinin pek çok dinamik tarafından belirlenen bir süreç olduğunu da görür, kavrar ve ortaya koyabilirsiniz. Böyle bir bakış açısı o ülkenin içinde bulunduğu durumu anlayabilmek için de çok önemlidir.

Pekiyi tersi de doğru mudur? Bir ülkenin içinde bulunduğu konumdan yola çıkarak tarihi okumaya çalışmak, o günün bilgisini bugünkü tarihsellikle anlamlandırmaya çalışmak?

Bu bir tarihçinin işleyebileceği en büyük günahlardan birine kapı açar: Erekselcilik... Siz dünün bilgisini bugünün tarihselliği içine oturtmaya çalıştığınızda tarih aniden zaten oraya gittiği ayan beyan ortaya çıkan sıkıcı bir filme dönüşüverir.

Şimdi sabah sabah bu bilim, tarih, epistemoloji muhabbeti nereden çıktı demeyin. Taraf gazetesinde bir süredir. Büyük tarihçi eski solcu Halil Berktay, bıkmadan usanmadan, yaşına başına, tarihçi olarak kendisinin uyandırdığı uluslararası "saygınlığa" aldırış etmeden bunu yapıyor.

Yalnızca son yazı dizisinden bahsetmiyoruz. O da bu klasmana dâhil ama Taraf'ta yazdığı ve genelde tarihsel temaları işlediği ancak hiçbiri tarih yazısı olmayan yazılarını özellikle kastediyoruz.

Bundan 400 yıl sonra Taraf gazetesinin basılmış olduğu bütün kağıtların geri dönüşümle tuvalet kağıdı haline getirilmemiş olduğunu hayal edelim&mdashŞimdi bunda "ittihatçı bir ön-faşist"in bilinçaltını keşfedecekler ama olsun&mdash . Hatta hayal bu ya Türkiye'ye ilişkin tek yazılı belge bu gazete kalmış olsun bir de Halil Bey'in tarihçi olduğu önkabulü. Halil Bey'in yazılarına heyecanla sarılanlar okuduklarına inanamayacak ve şu sonuç ile kendilerini baş başa bulacaklardır:
Bu coğrafyada üstesinden gelinememiş, dünyanın en uzun ömürlü faşist yönetimi 19. yüzyıl ortalarından 2000li yıllara kadar varlığını sürdürmüştür. Hem bu öyle bir faşist iktidardır ki yenilmek bilmemektedir. Rejim değişmekte, yüzyıl değişmekte, bütün toplum ona karşı sokaklara (faşizmde!!!) dökülmekte o değişmemektedir. Mübarek sanki Marx'ın Fransa'da Sınıf Savaşımları'ndan çıkmış devlet aygıtıdır da her başarısız karşı girişim onu daha bir mükemmelleştirmiştir.

Siyaset de bir tuhaftır. Sağcısı da solcusu da yeri gelmekte bu faşist yönetimin yanında yer almakta hiç mi hiç beis görmemiştir. Solcular, devlet işletmelerinin verimli çalışması için hep baskı yapmakta, "işçiyi sömürecekse faşistlerimiz sömürsün, başka kimseye sömürtmeyiz"i düstur edinmiştir.

Eski kafalı solcular böyle demektedir ama Türkiye'de sınıflar mücadelesi falan yoktur aslında. Bütün demokratik kesimler ha babam de babam bu faşizme karşı mücadele etmektedir. Hem öyle bir faşist yönetimdir ki bu 21. yüzyılda bütüüüüün demokraaaaasi güçlerinin birleşerek elde edebildiği tek başarı Bilgi Üniversitesi'ndeki Ermeni Konferansı'dır. O Konferans &mdashbaş harfi bilerek büyük&mdash Türkiye'de taşları öyle bir yerinden oynatmıştır ki resmi tez yerle bir olmakla kalmamış, Konferans'ta söz alan emekli diplomatlar "bıktık hep haklı çıkmaktan" diye haykırmışlar, katılımcılar ellerinden kan gelene kadar bu emekli diplomatları alkışlamışlardır.

Bunlar tabii yazılanlardan çıkanlar 400 yıl sonra çıkarılabilecekler.

Biz de yanlış olmasın diye üşenmedik sabahın bu saatinde Halil Bey ile röportaj yaptık. soL'a şok açıklamalarda bulunan Berktay bakın neler dedi?

soL: Halil Bey, 1977'de 1 Mayıs katliamı nasıl gerçekleşmiştir?

Berktay: "Sağ ve Sol kamplara ayrışma, 1976-77'de iyice hızlandı. 1 Mayıs 1976'da Taksim Meydanını 400,000 kişi doldurdu. Uluslararası komünist hareketin karakteristik sloganları atıldı, taşındı. DİSK genel başkanı Kemal Türkler, Atatürk Kültür Merkezi'nin cephesini kaplayan Marksist simge ve portreler önünde konuştu. Böylece Türkiye tarihinin tek büyük, kitlesel 1 Mayıs kutlaması, aynı zamanda TKP'nin gövde gösterisi olarak gerçekleşti. Buna karşılık bir yıl sonra, 1977'nin 1 Mayıs'ı esrarı hâlâ çözülememiş bir katliama sahne oldu. Zorla meydana girme çabası içindeki TKP karşıtı bazı Sol gruplar ile DİSK görevlileri arasında başlayan çatışma, çeşitli noktalardan ateş açılmasına vesile oldu. Panik baş gösterdi muazzam kalabalığın sağa sola kaçışması, sokak aralarına yığılması, polis arabaları ve panzerlerce kovalanması sırasında 35 kişi hayatını kaybetti."

soL: Halil Bey, peki 12 Eylül neden olmuştur?

Berktay: "Silâhlı Sağ ve silâhlı Sol tarafından sıkıştırılan Türkiye, parlamento ile askerî diktatörlük olasılığı arasında bıçak sırtında gidiyor fırtınalı koşullar asla macera peşinde koşmayan ihtiyatlı bir gerçekçiliği, serinkanlı olmayı, cephe daraltmayı, merkezci ittifaklar aramayı, istikrarın korunmasına odaklanmayı gerektiriyordu. Oysa Ecevit, kendi solundaki TKP'nin ve partisinin TKP'den etkilenen sol kanadının da etkisiyle, Soğuk Savaş koşullarına hiç ama hiç uygun olmayan bir "sınıf savaşı" söylemine kapıldı "duvarın öte tarafına geçmek"ten söz etmeye başladı."

soL: 1980 sonrasını nasıl tarif edersiniz Halil Bey? Ne gibi değişiklikler oldu Türkiye'de?

Berktay: "Dünya çapında bir dönüm noktasına artık çok yaklaşılmıştı nitekim, 1983 seçimlerinin topu topu beş yıl sonrasından başlayarak, bir daha Türkiye'nin üzerine Soğuk Savaşın, komünizm tehlikesinin gölgesi düşmedi."

soL: Pekiyi başka değişiklik olmadı mı?

Berktay: "6 Kasım 1983 seçimleriyle iktidara gelen Turgut Özal, bir hızlandırılmış modernizasyon modeli olarak ulusal kalkınmacılığın yaratmış olduğu devletçilik, himayecilik ve izolasyonizm kamburlarından çıkış yolu aradı. Yeni bir muhafazakâr modernizm anlayışını benimsedi. Ekonomiyi küresel rekabete açma, özelleştirme, ileri teknolojiyle donatma çizgisini sürdürdü. Türkiye Özal döneminde dünyadaki iletişim devrimini yakaladı hatırı sayılır miktarlarda yabancı sermaye çekmeye ve bir kere daha yüksek büyüme hızları göstermeye başladı. Özal, doğrudan doğruya hukuk ve demokrasi sorunlarıyla çok ilgilenmemekle birlikte, çeşitli alan ve konulardaki tavırlarının demokrasi üzerinde dolaylı bir etkisi oldu. Günlük tavır ve davranışlarıyla, Türk resmiyetinin alışılmış kasıntı halinden farklı bir duruş gösterdi. Sadeliği, klişesizliği, belirli kalıplar dışında düşünmeye ve hattâ konuşmaya cesaret etmesiyle dikkat çekti. Askerî vesayet geleneğine uymadı silâhlı kuvvetlerin kendi usûl, hiyerarşi ve teamüllerinin dokunulmazlığını tanımadı fazla tantana yapmaksızın, her durumda sivil, seçilmiş hükümetin üstünlüğü anlayışıyla hareket etti. Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ ile Kara Kuvvetleri Komutanı Necdet Öztorun'un, 2 Temmuz 1987'de "kendi istekleriyle" emekliye ayrılması gibi bir ilk, onun başbakanlığında yaşandı. Ayrıca Özal, Türkiye'yi kuşatan ve ekonomiye ağır bir yük bindiren düşmanlık çemberlerini gevşetmek uğruna, Kürt ve Kıbrıs (hattâ belki Ermeni) sorunlarını çözmeyi de denedi... En azından düşledi. Yer yer, devraldığı siyasî mirasın geçmişinde, karanlık koridorlarında saklı iskeletlerden söz edebilme cesaretini gösterdi. Komplekssiz pragmatizminden kaynaklanan olumlu açılım başlangıçları, Kürt sorununa barışçı çözüm arayışına hattâ 1991'de Amerika'daki bir danışma toplantısında, küt diye "Ermeni soykırımını tanısak ne olur?" bile diyebilmesine yansıdı."

soL: Sayın Berktay, bugüne gelecek olursak... Bugün Türkiye'de neler oluyor?

Berktay: "2004-2007 arasında, yukarıda saydığımız bütün kanallardan, önemli basın-yayın organ ve mensupları, gongo'lar, web siteleri ve internet grupları aracılığıyla faşizan bir propaganda kampanyası geliştirildi. Aydın düşmanlığı tırmandırıldı barış, özgürlük ve demokrasi gibi en temel değerler alenen horlandı bağımsız ve soğukkanlı düşünen herkesi ya sürüklemeye ya yıldırmaya yönelik psikolojik harp taktikleri devreye sokuldu."

soL: Peki efendim 2007 sonrasında?

Berktay: "AKP 2002'deki yüzde 34'lük oyunu 12 puandan fazla artışla yüzde 47'ye yükseltti ve 341 milletvekiliyle bir kere daha ezici çoğunluğu sağladı. Devletçi-milliyetçilerde şok etkisi yapan bu sonuçlar, en azından kısa vâdede darbe umutlarının sönmesi anlamına geldi."

soL: AKP pek çok anti-demokratik eyleme de imza attı bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Berktay: "Erdoğan ve ekibinin 2007 Temmuz'undan sonraki yanlışları ise, en azından bir ölçüde zafer sarhoşluğundan kaynaklanıyordu."

soL: Mesela?

Berktay: "Demokratik kamuoyu desteğini soğutan son bir faktör, 1 Mayıs 2008'in Taksim'de kutlanmasına ilişkin katı hükümet yasağı ve ardından, polisin 1 Mayıs'taki "aşırı, ölçüsüz güç kullanımı" oldu."

soL: 2007'de neden soğumamıştınız da 2008'de soğudunuz Sayın Berktay?

Sessizlik

soL: AKP'ye açılan kapatma davasını nasıl yorumluyorsunuz peki?

"Askerî-bürokratik kompleksin parti kapatma-kapattırma geleneği tabii hayli gerilere gidiyordu ve daha önce MNP, MSP, RP, FP örneklerinde olduğu gibi bu dâvâ da, AKP'nin "laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı" haline geldiği gerekçesine dayandırılmıştı. Dolayısıyla yumuşamış sanılan gerilim yeniden tırmandı ve kapatma dâvâsı gündemim merkezine oturdu. Kamuoyu tekrar bölündü: bir yandan, Batı'nın ve özellikle Avrupa'nın sabrı taştı ülke dışından "böyle demokrasi olmaz" mesajları gelirken, ülke içinde de, hakkaniyetsizliğin ve seçim sonuçlarını sindiremeyişin bu kadarına büyük tepki doğdu. Diğer yandan, eleştirilere karşı önce Yargıtay'ın, sonra Danıştay'ın hep aynı şablon doğrultusunda yayınladığı bildiriler, yapılamayan asıl darbenin yerine bir "yargı darbesi"nin devreye sokulduğu izlenimini pekiştirdi. 6 Haziran'da Anayasa Mahkemesi'nin (bir kere daha CHP'nin başvurusu üzerine), türbanı serbest bırakan Anayasa değişikliğini iptal etmesi, kapatmaya kaçınılmaz gözüyle bakılmasına neden oldu."

soL: Pekiyi AKP nasıl yeniden sizin gibi liberal aydınları yanına çekti?

"Bu kötümserliği dengeleyen faktör, Ergenekon koğuşturmasıydı."

soL: Size göre ortada bir çift kale maç mı var Berktay? Skor eşitliği, kötümserliği dengelemek nasıl oluyor? Sonuçta çok gol atan mı kazanacak?

Sessizlik...

soL: Peki kim daha çok gol attı öyle soralım? Size göre liberal-dinci koalisyonun eliyle Türkiye'deki yüzyıllardır hâkim hava dağılıyor mu?

"Evet, dağılıyor bir ölçüde. Şimdiden, belirli iyileşmeler hissediliyor. AKP'yi siyaset dışı yöntemlerle devirme hedefini sürdürmek olanaksız. Tansiyon düşmekte. Medyada çığırtkanlık, kışkırtıcılık azalıyor. Ergenekon'un tamamen çökertilemediğinden yakınan radikaller tabii var. Yanlış da olmayabilir. Ama bu kadarıyla dahi, sonuçları çok açık. Ulusalcı hareketin zembereği kırıldı. Yeni miting çağrılarına sadece birkaç yüz kişi icabet ediyor. 301. madde değişti ve yeni şekliyle çalışmıyor, çalıştırılmıyor."

soL: Bu kadarına razı mısınız yani?

Sessizlik...

soL: Bir de 301 çalışmıyor demişsiniz ama solcu aydınlara dava açılmaya devam ediyor. Bu arada geçtiğimiz günlerde Metris'te yeni işkenceler ortaya çıktı...

Berktay: Ergenekondur, ergenekon...

Son yanıt hariç diğer yanıtları Berktay'ın yazı dizisinden aldık. Son 30 yılımızı olduğu gibi anlatıyor değil mi sayın okuyucu?

O halde sorun yok.

Biz yazmazsak nasılsa başkaları yazıyor. O nedenle bu sabah sabahı kendimize ithaf ediyoruz, kendi tembelliğimize...

G.M.