IMF Karşıtlarına

Erdoğan, “yağmasa da gürlüyor” sözünün halkımız için ihtiva ettiği anlamı görmüş gibi görünüyor. İsrail’le ortak tatbikatlar, silah alışverişi, diplomatik ilişkiler devam ettiği sürece Davos’ta “one minute” demekte bir sakınca bulunmuyor. Kürt açılımından söz ederken sınır ötesi operasyona cevaz veren tezkere meclise gönderilip AKP’lilerin de oylarıyla kabul edilebiliyor. Hükümetin polisi dışarıda eylemcilerin üzerine gaza edercesine saldırıp, küffara kılıç sallarcasına coplarını sallarken, Erdoğan içeride “dışarıdaki eylemcilerin sesine kulak verelim” diyebiliyor.

Peki, söyledikleri ile yaptıkları arasındaki böylesi bir açı farkına rağmen, Erdoğan neden bu kadar rahat konuşabiliyor, her seferinde kendisinden bir küresel isyankâr, bir küresel Kasımpaşalı figürü yaratmayı başarabiliyor?

Nedeni şu: İktidarın ideolojik aygıtları öylesine güçlü ki, yazılı ve görsel medya liberal-muhafazakâr bir diktatörlüğü, bir tek parti yönetimini öylesine içselleştirmiş ki, Erdoğan’ın her söylediğini, büyük bir maharetle onun imajı ile uyumlu bir hale getirebiliyor.

Örneğin Sabah gazetesi yazarı Mahmut Övür, Erdoğan’ın cumartesi günkü kongrede yaptığı konuşmaya atıfla şöyle diyebiliyor: “Ahmed Hani'ye Ahmet Kaya'ya Nâzım Hikmet'e muhafazakâr bir parti sahip çıkabiliyor da, sol veya DTP bir Necip Fazıl'a Said-i Nursi'ye sahip çıkabilir mi?”

İlginç sahiden de!

“Sahip çıkma” sözünün ne anlama geldiği bir yana, Övür, Erdoğan’ın, politik kimliklerinden sıyırarak birer otantik figüre, adeta birer popüler kültür nesnesine indirgediği bu isimlere gerçekten sahip çıktığını düşünüyor olabilir mi?

Yoksa en muteber solcu ölü solcu olduğundan mı Erdoğan bu kadar rahat konuşabilmekte ve Övür bu soruyu sorabilmektedir?

Türkeş bile 90’lı yıllarda Nazım’dan şiir okuyabilmişken, Erdoğan’dan sırf Ahmet Kaya dedi diye, sırf Nazım dedi diye bir kahraman yaratılabilir mi?

Peki AKP’lilerin Ahmed Hani ile ya da Nazım’la bir gönül bağı olabilir mi?

Bu isimler okunduğunda salondan gelen zoraki alkışları, Said-i Nursi’nin adı geçtiğinde kopan alkışlarla karşılaştırın, kimin öz kimin üvey evlat olduğu zaten anlaşılacaktır.

Yukarıdaki soruların ne Övür gibiler ne de Erdoğan için herhangi bir anlamı bulunuyor. İktidar, bir kara delik misali bütün mevcut ve potansiyel muhalefeti içine çekmek, kendi bünyesinde eritmek, kendi hegemonik projesinin bir parçası haline getirmek istiyor. Bu yüzden Nazım da Ahmet Kaya da iktidarın söylem ağına dâhil ediliyor, iktidar, bu dâhil etme operasyonu ile bütün muhalif söylemleri daha baştan etkisiz hale getirmeyi amaçlıyor.

Geçerken not edelim, Övür’ün sorduğu “sol veya DTP Necip Fazıl’a, Said-i Nursi’ye sahip çıkabilir mi” şeklindeki soruyu ise terbiye sınırları içersinde kalmak adına duymamış gibi yapmayı tercih ediyoruz.

Polis İstanbul sokaklarında gaz stoklarını eritirken Erdoğan’ın kürsüde “dışarıdaki seslere kulak vermeliyiz” minvalinde sözler ettiğini söylemiştik. Erdoğan böyle konuşunca, cemaatin imama uyması kaçınılmaz hale geliyor ve neoliberal politikalarla bugüne kadar herhangi bir derdi olmayanlar, birden en keskin anti-kapitalistler haline gelebiliyorlar.

Örnek mi? Yeni Şafak’tan Mehmet Ziya Gökalp bugünkü yazısının adını “Diren İstanbul” koyabiliyor ve “başbakanın da dediği gibi dışarıdaki adamın ne dediğini artık dinlemek duymak gerekiyor” diye yazabiliyor.

Aynı gazeteden bir başka isim, İbrahim Kahveci ise “Başbakan Erdoğan’ın vahşi kapitalizm isyanı”ndan bahsediyor ve “ağzınıza sağlık başbakanım” diyerek şükranlarını sunuyor.

Kemal Derviş’in iktisadi programını derinleştirerek devam ettiren, özelleştirmeci, piyasacı, kemer sıkmacı bir iktidar, sosyal devletin bütün kalıntılarını ortadan kaldırıp bir sadaka mekanizması kuran bir iktidar, Türkiye’yi sıcak para akımlarına bağımlı hale getiren bir iktidar, nasıl oluyor da IMF karşıtı olabiliyor?

Cevap yine aynı: sahip olduğu ideolojik aygıtlar öylesine güçlü ki, teori ile pratik arasındaki açı zihinlerde daha belirmeden ortadan kaldırılıveriyor. Gösteri toplumunda, yapılanlar değil, ekranlarda ve gazetelerde söylenenler, oluşturulan imajlar, sergilenen söylemsel gösteriler önemli oluyor, enformasyon bombaları zihinleri kötürüm ediyor, zihinlere deli gömleği giydiriyor.

Gösteri, imaj ve söylemin oluşturduğu hakikatin karşısına başka bir hakikatle, emeğin, ezilenlerin, yoksulların hakikatiyle çıkmak gerekiyor.

Kahn’ın kafasına fırlatılan ayakkabı, direklerden, binalardan sallandırılan pankartlar, copların, gaz bombalarının teslim alamadığı direnç ve mülksüzleştirilenlerin öfkesi… Yani ekmeğin ve suyun hesabı!

Bizim hakikatimizi bunlar oluşturuyor.

Fatih Yaşlı