Hasan B. Kahraman'a

Ünlü bilim tarihçisi Thomas Kuhn'un kendisinden de ünlü "paradigma"sı, bir miktar cahil maymuncuğu haline gelmiş olmakla birlikte oldukça ufuk açıcıdır. Kuhn kabaca bilimsel düşüncenin bir "doğrular koleksiyonu" olmadığına ve belirli bir tarihin ürünü olan bir "baba yaklaşımın", kendi doğrular koleksiyonunu yarattığına dikkat çeker.

Kendisi de bilimsel "mücadele"nin içinden çıkmış olan bu "baba düşünce" (paradigma) özellikle belirli olgulara getirdiği açıklamalarla kabul görürken, bir kez kabul gördüğünde yola başka olguları da açıklayarak ve ayıklayarak devam eder.

Açıklama ve ayıklama yeteneği, tarihsiz ve objektif bir şey de değildir. Mesela yeri geldiğinde bazı olgular geçiştirilebilir. "Bunun tam bir açıklamasını, verili ana düşüncemizin üzerinden yapamıyoruz ama elbet bir açıklaması bulunacaktır" denildiği de çok olur.

Öte yandan paradigmayı çökerten, iflasa götüren de yine yeni olguları, yeni gözlemleri açıklama çabası içinde yaşananlardır.

Kabaca şöyle diyebiliriz: Bilimin belirli bir andaki hakim "baba düşüncesi" şu durumlarda bir kriz yaşar. (Ya da Kuhn'un bilim tarihine katkısı bu genellemedir.)

1. Paradigma, yeni olguları açıklarken çok fazla yama yapmak zorunda kalıyorsa. Yani "baba düşünce"nin doğal, kendiliğinden açıklamaları yaya kaldığı için zorlamalara, paradigmanın "ruhundan gelmeyen" eklemelere fazlaca başvuruluyorsa.

2. Genellemelerin açıklama gücü düştüğü için, özel durumlara has "tekil" açıklamalar ağır basmaya başladıysa.

3. Biraz da bunların ürünü olarak, paradigmanın takipçileri arasında yeni olgulara dönük birbirinden çok farklı açıklamalar ortaya atılıyor ve bunlardan biri bir türlü ağır basmıyorsa.

Tüm bunlar bir "baba düşüncenin", bir "paradigma"nın kriz işaretleri olarak görülür.

Kuhn'u, bilim tarihini bir yana koyalım. Belirli bir politik düşüncenin içsel krizinin önemli göstergeleri de bu sıraladıklarımızdan farklı olamaz herhalde.

Liberalizmden ve Türkiye'de liberal düşünceden söz ederken bunların bir kriz işareti de değil, düpedüz bir "doğarken ölmüşlük" işareti olduğunu söylememiz şart.

Hasan Bülent Kahraman yazıları ile bu söylediklerimize çokça örnekler veren bir liberal yazar. Çok güçlü (ağır basan) ve belki düpedüz otistik olduğu söylenebilecek bir "liberal paradigma"sı var Kahraman'ın. Çok farklı boyutları olan, ciddi bir olgu zenginliği barındıran konuları dönüp dolaşıp aynı şeylere bağlayabilmek bir yetenek sayılabilirse Kahraman'da bu allah vergisi.

Ve Kahraman bir süredir kendi otistik liberalizmine sürekli yamalar yapıyor. Yaptığı "grand açıklama" yavan kaçınca, sağına soluna pul takıyor, ayna takıyor.

Başlayalım.

Kahraman, bugünkü yazısında toplumun kapatma davasına alıştığını söylüyor. AKP'ye dönük kapatma davasına "sonradan alıştığımızı" yazan Mehmet Barlas'ı anıyor ve bu duruma hemen basıyor açıklamasını: "Bu durum sadece AKP ve kapatma davasıyla ilgili değil. Türkiye, üstünden kısa bir süre geçtikten sonra her şeyi benimseyen, kabul eden bir zihniyete sahip. Yüzlerce yıl buyrukla idare edilmiş, kul mantığına sahip olmuş, üstündeki otoritenin kabulünü şartsız benimsemiş bir toplumda bu türden tepkilerin görülmesi doğal."

Kabak mı? Siz de bir kabak tadı alıyor musunuz?

Tamam, devam edelim. AKP'nin "kapatmayı veri alma ve onu önemsizleştirerek sorunu çözme" politikasını Kahraman anlamamış. Olabilir. "Kapatma davasına alışma" denilen durumun, bir nedeni, iddianamede dile getirilen "laiklik karşıtı odak olma" iddiasının kolayca "hadi canım sende" denilerek kenara atılamaması olabilirdi. Oysa biliyoruz ki durum bu değil. "Kapatma davasına alışıldı" çünkü AKP kurmayları bu yolu seçti. "Kapatacaklar ama önemli değil." Bunu savundular ve buna "alıştırdılar".

Barlas'ın bunu anlamazdan gelmesi de, Kahraman'ın anlamaması da "çok anlaşılır".

Öte yandan gerçekten bu "yüzlerce yıldır kul mantığı, zart zurt" açıklamaları artık yeterince kabak tadı vermedi mi?

"Vermedi, vermedi" diyenlere Kahraman'dan bir tabak daha:

"Böyle genellemeler sevdiğim bir şey değil. Çünkü bizi Batılılaşmanın özündeki mantıkla bütünleştiriyor. Bu toplumun kendi kendisine yetmediği, kendi sorununu kendi koşulları içinde çözemeyeceği düşüncesine dayanan Batılılaşma Türkiye'nin kendi dışındaki bir modeli benimsemesiydi ve bulunmuş tek çare olarak görülüyordu. Bu, toplumun kendi kendini Oryantalistleştirmesi yani kendini ezik, çaresiz, kurtuluşu ancak Batılılaşmada arayan bir Doğu toplumu olarak görmesiydi."

Allah!

Liberal yazarların hepsinde bulamazsınız ama sol liberallerde kesinlikle kuraldır. Kişilik bölünmesi, kendi kendine konuşma...

Yüzlerce yıldır kul mantığı ile yönetilmiş ülkemizde kapatma davasına alıştığımız için yerinirken, birden bu "yerinmenin" de bizi batılılaşma gibi modernist sapkınlıklara yönelttiğine uyanıveriyor (!) Kahraman.

Üstelik, yine çok açık olan bazı tarihsel gerçekleri alt üst ederek.

1. Batılılaşma, Osmanlı'nın kendi dinamikleri ve kendi verili kimyası ile baş edemediği bir dünyada seçilmiş bir reform yoludur. Osmanlı'nın toplumsal dinamikleri, bu dinamikler üzerinde yükselen kurumları, bu birkaç yüz yıllık imparatorluğu yeni düzenin, kapitalizmin "imparatorlukları" karşısında ayakta tutmaya yetmemektedir. İmparatorluğun tepesi, Osmanlı ailesi bunun için çözümü dışarda arar. Kendi dışındaki bir modele yönelen Türkiye değildir, Osmanlı'dır. Bu yöneliş bir çıkış yolu oluşturduğu ölçüde Türkiye'ye de sirayet etmiştir.

2. Hala nesi çekiştiriliyor anlamak zor. Türk modernleşmesi pek çok zorlama ile bu macerayı tamamlamıştır. Batılılaşma süreçlerinin çarpıklıkları, getirdiği yükler tartışılabilir. Öte yandan batılılaşma bir aşağılık kompleksinin ya da "oryantalist sapkınlığın" değil, Türkiye'nin içsel dinamiklerinin (varlıkları ve yokluklarıyla) ve dış etkenlerin zorunlu bir ürünü olarak gerçekleşmiştir.

3. Batılılaşma "paradigma"sının, batılılaşma kafasının eleştirisi bugün iki şekilde mümkündür, birincisi gerici bir pozisyondan, ikincisi ise sosyalist devrimci bir pozisyondan. İkincinin Türkiye'nin gündeminden çok uzak olduğunu düşünenler ve liberaller bu yüzden batılılaşmaya her geçirdiklerinde gericiliğin başını okşuyorlar.

"Batı ne der, ne diyor? Bugünkü uluslararası ilişkiler bünyesinde bu mantık kaçınılmaz. Ama bence BatıTürkiye ilişkisi yakın dönemde biz farkında olmasak da önemli bir değişim geçirdi ve o değişim kendini özellikle demokrasi alanında gösteriyor. Bugünkü demokrasi bilincimiz ABD ve AB ile yaşadığımız tarihin bir uzantısı."

Çok hoş!

Ben batılılaşmanın batıdan "haşırt" gelenini severim.

Kendisiyle sorunlu, kendi geçmişi ve geleceği ile kavgalı bir toplumun çözümü dışarda araması (ki bunun bir toplumsal gelişme dinamiği olması bize has da değildir) "kendini Oryantalistleştirmek" (DVD ile 3 derste kendi kendinize göbek dansı gibi bir şey mi ne?) oluyor.

Emperyalist güçlerin kucağında ve "demokratik" dayatmalarla yapılansa "demokrasi bilincinin gelişmesi".

ABD ile yaşadığımız tarihin uzantısı olan bir demokrasi bilinci çok mu garip geldi.

"Düzeltelim abisi."

Devam ediyor Kahraman:

"ABD'nin Türkiye'nin demokratikleşmesi bakımından katkısı hiç olmamıştır" demek güç. Bir ölçüde olmuştur elbette. Ne var ki, ABD katkısı AB katkısının boyutlarına varmadı hiçbir zaman. Nedeni çok açık: ABD, 1950'lerin ortasından başlayarak, dünyanın başka birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye'de de iktidar tayin etmeye girişti. 1960, 1971, 1980 askeri darbelerinin arkasında ABD şu ya da bu ölçüde var."

Kahraman'ın yamaları da yama tutacak gibi değil dersek açıklama ister mi?

1. ABD, askeri darbelerin arkasında şu ya da bu ölçüde var. Bu yüzden ABD'nin demokrasimize katkısı AB katkısı boyutlarında olamıyor. Nasıl bir sonuç çıkartmalıyız bundan? AB, darbelerin değil de "seçilen" hükümetlerin arkasında durmayı her zaman daha garantili bulmuştur. Böyle mi diyeceğiz? İyi de ABD uzunca bir süredir "seçilen" hükümetlerin arkasında durmayı da beceriyor.

2. Askeri darbelerin arkasında durmak demokrasi kültürüne zarar. Askeri darbelerin arkasında duranlar arasında bugün yaşadığımız iddia edilen demokratikleşme sürecinin arkasında duran bazı güçler de var. TÜSİAD, 12 Eylül askeri darbesinin arkasında değil, düpedüz önünde durmuştu. Fethullah Gülen tipi ortalama gericilerin 12 Eylül'ü kürsülerden kutsadığına şahit olmadık mı?

Kahraman'ın despotik doğu toplumunda liberal yazar olmanın dayanılmaz hafifliği ile başlayıp, batılılaşmacı modernist sapkınlığın kendi toplumuna yabancılaştırıcı "oryantalistleşme sürecinin" kapak tadında eleştirisi ile devam eden ve demokrasi deneyimimizin AB ve ABD katkılı kurşunsuz benzinine bağlanan "derin" analizi son bir yama ile nihayetine eriyor.

Sapkın modernist batılılaşma batıya dışardan bakarak öykünüyor ve kendine ezik bir "içsel" eleştirellikle yaklaşarak fena halde oryantalistleşiyordu. (Çalkalamadan içmeyiniz.)

Ne mutlu, artık AB'ye giriyoruz ve batıya dışardan değil, içerden bakıyoruz!

Batılılaşma ise batılılaşma, demokratikleşmeyse demokratikleşme!

Çok mu yoruldunuz?

Kahraman'ın yazısının başlığı da size kapak olsun: "Kadı kızı olmayınca..."
N.K.