Geç Kapitalizm ERNEST MANDEL

Geç Kapitalizm, Ernest Mandel
Çeviren: Candan Badem
Versus Kitap, Şubat 2008

SON UZUN DALGA NEDEN "UZUN"?

Alper Birdal

Bugün dünya kapitalizminin hayli şiddetli bir iktisadi krize doğru ilerlediğini bilmeyen yok. Tartışma krizin ontolojosinden ziyade gücü, yaygınlığı, emperyalist ülkeler üzerindeki olası etkileri vs. üzerine dönüyor. Böyle dönemlerde güncel gelişmeleri teorik bir iskelete yaslanarak çözümlemenin önemi daha da artmaktadır.

20. yüzyılın son çeyreğinden bu yana Marksistler açısından böyle bir teorik iskelet, Ernest Mandel'in Geç Kapitalizm'i tarafından sunuldu. Yirminci yüzyılın şüphesiz en önemli Marksist iktisatçılarından olan Mandel'in bu çok önemli eseri, bazı kavramlarına çokça atıfta bulunulmasına karşın Türkiye'deki sol çevrelerin oldukça kısıtlı bir bölümü tarafından bilinmekteydi. Almanca ilk baskısı 1972'de yayımlanan bu kitabın Türkçe'ye 2008'de çevrilmiş olması sevindirici olduğu kadar, hazin bir durum olarak görülmek durumunda.

Peki, Mandel'in Geç Kapitalizm'i, yani yetmişli yılların başında yazılmış bir kitap ne anlamda bugünün iktisadi dinamiklerine, kriz sürecine bakışımızı derinleştirecek, ona iskelet kazandıracak bir metin olarak görülebilir? Sanıyorum bu önemli kitabın böyle bir kalıcılık kazanmasının en önemli nedeni, Mandel'in Marksizmi ve Lenin'in emperyalizm teorisini revize etme uğrasına girmeden, Marksist ekonomi politiğin kavramlarıyla II. Dünya Savaşı sonrası kapitalizminin dinamiklerine bakmış olması yatıyor. "Geç kapitalizm" kavramı elbette bu dönemin kapitalizminin 19. yüzyılın veya 20. yüzyılın ilk yarısının kapitalizminden ayrılan bazı unsurlar barındırdığına işaret ediyor ancak Mandel bu unsurların Marksizmin kavramları olmadan ve Lenin'in emperyalizm analizi inkar edilerek anlaşılamayacağından yola çıkıyor. Dahası bu teorik çerçeve, sermaye birkiminin uzun dönemli eğilimlerine ve dinamiklerine uygulanarak, güncel süreçlerin analizinde büyük değeri olan bir teorik katkı yapılmış oluyor. Dolayısıyla Mandel'in geç kapitalizminin ana sorusuna işaret edebiliriz: Kapitalist üretim tarzının somut tarihinin, bu üretim tarzına içkin hareket yasalarıyla nasıl belirlendiğinin gösterilmesi ve soyut ve somut öğeler arasındaki ara halkaların anlaşılması.

Bu soruya aranan cevap nasıl bir kavram setine dayanmalı? Mandel, bu noktada yirminci yüzyılın başında geliştirilen pek çok emperyalizm teorisini (Buharin, Luxemburg, Hilferding, Grossman, vb.) ele alarak, şu sonucu vurgulamaktadır: Marx'ın Kapital'in ikinci cildinde serimlediği genişletilmiş yeniden üretim şemaları, sermayenin hareket yasalarının anlaşılması için uygun araçlar değillerdir. Şu nedenle: Genişletilmiş yeniden üretim şemaları kapitalist üretim tarzında belirli bir dengenin olanaklı olduğunu göstermeye yarar. Ancak kapitalizmin uzun dönemli gelişimi denge ve dengesizlik dönemlerinin diyalektik birliği üzerinden anlaşılabilir her denge dengesizliğe ve her dengesizlik de bir dengeye yol açar. Kapitalizmin uzun dönemli eğilimlerinin tespiti denge durumunun yadsınıp dengesizlik durumuna dönüşümünün ve dengesizlikten yeni ve farklı bir dengenin doğmasının dinamiklerinin çözümlenmesiyle gerçekleştirilebilir.

Dengesizlik, eşitsiz gelişme anlamına geliyor ve eşitsiz gelişme sermayenin özüne ilişkin bir dinamik, çünkü pek çok sermayenin varlığı, yani rekabet, rekabetin nedeni olan normalin üzerinde kâr -artı-kâr- elde etme dürtüsü, kapitalizmin özünde mevcut. "Sürekli zenginleşme dürtüsü", "... sürekli teknolojide devrim yaratma, rakiplerininkinden daha büyük bir organik bileşimle birlikte artı-kâr elde etme ve aynı zamanda artı-değeri artırma çabalarına yol açar. Ekonomik bir biçim olarak kapitalizmin bütün özellikleri bu tanımda içerilmiştir ve bunlar onun doğasında var olan bir dengesizlik kesintileri eğilimine dayanır. Aynı eğilim kapitalist üretim tarzının tüm hareket yasalarının kökünde yatar."

Öyleyse Marx'ın şemalarına baktığımızda şu soruyu sormamız gerekli: Bu departmanların büyüme oranlarının eşitsiz bir kâr oranına, dolayısıyla eşitsiz birikim ve üretkenlik artış hızına sahip olmasının nedenlerini nasıl açıklayabiliriz? Bir anlamda Marx'ın şemalarının dinamik bir hale getirilmesi gerekmektedir.

Bu amaçla kapitalizmin gelişim yasalarının bir bütün olarak anlaşılması gerekir. Kapitalist üretim tarzının bir bütün içerisinde etkileşimde bulunan, kritik değişkenleri Mandel'e göre şunlardır: "... genelde sermayenin organik bileşimi ve özelde en önemli departmanlardakilerin organik bileşimi (bu başka şeylerle birlikte sermaye hacmini ve departmanlar arasındaki dağılımı da içerir) değişmeyen sermayenin sabit sermaye ve dolaşımdaki sermaye arasında dağılması (yine hem genelde hem de ana departmanların her birinde, ...) artı-değer oranının gelişimi birikim oranının gelişimi (üretken artı-değer ile üretken olmayan biçimde tüketilen artı-değer arasındaki ilişki) sermayenin devir süresinin gelişimi ve iki Departman arasındaki mübadele ilişkileri (bu ilişkiler münhasıran değilse de esas olarak bu Departman'lardaki sermayenin verili organik bileşimlerinin bir fonksiyonudur)."

"Bu farklı değişkenler ve gelişim yasalarının etkileşimi, çeşitli üretim alanları ve sermayenin değerinin çeşitli bileşenlerinin eşitsiz gelişiminde özetlenebilir."

Uluslararası kapitalist işbölümünün yapısı
Buradan şu soruya geçebiliriz: II. Dünya Savaşı sonrasında, uluslararası işbölümü geri kalmış ülkelerin hammadde ihraç ettikleri ve mamul mal satın aldıkları yapıdan uzaklaşmaya başladı. Bunun yerine az gelişmiş ülkelerin belirli ölçülerde dünya pazarına mamul mal ve hizmet sattıkları bir sürece girildi. O halde geç kapitalizm, dünya ekonomisinin türdeşleştiği, gelişme eşitsizliklerinin giderek azaldığı bir dönemi mi simgelemektedir?

Mandel bu soruya olumsuz yanıt vermekte ve "aynı türden olmasa da 'klasik' emperyalist çağdakinden daha belirgin yeni diferansiyel sermaye birikimi, üretkenlik ve artı-değer elde etme düzeyleri" ortaya çıktığını işaret etmektedir. Değer yasasının uluslararası düzeyde işleyişi, eşitsiz gelişmenin bu noktadaki kaynağı olarak belirmektedir. Şöyle ki, uluslararası düzeyde üretim fiyatlarının, yani kâr oranlarının geniş ölçekte eşitlenmesi söz konusu olmamaktadır. Böyle bir eşitlenme ancak tek bir dünya kapitalist devleti olsaydı söz konusu olabilirdi. Ayrıca eşitlenmiş üretim fiyatlarının olmaması, emek üretkenliğinin veya yoğunluğunun, sermayenin organik bileşiminin ve artı-değerlerin ulustan ulusa farklı olmasına bağlıdır. Bu nedenle dünya pazarında daha üretken ülkenin emeği daha az üretken olan ülkenin emeğine daha yoğun olarak değerlendirilir yani bu iki ülkede eşit miktardaki çalışmanın ürünleri eşitsiz biçimde mübadele edilir. Bu da gelişmiş ülke sermayelerinin az gelişmiş ülkeye meta ihracı yoluyla artı-kâr elde etmesine yol açar. Eğer belirli bir malın ihracatı üzerinde bir ülke tekel kurabiliyorsa, o malın dünya pazarındaki değeri söz konusu ülkede o malın üretimi için toplumsal olarak gerekli emek zamanına göre belirlenir. Böylece o ülke tekelci kâr elde etmeye devam eder. Üretkenliği düşük olan ülke uluslararası işbölümü içerisinde belirli malları ihraç etmeye zorlanırsa, bu yolla harcadığı emek zamanının yerine daha küçük bir emek eşdeğeri alır. Geç kapitalizmde değer yasası düşük emek üretkenliğine sahip ülkeleri dünya pazarına üretmeye zorlayarak, uluslararası işbölümü içerisinde uzmanlaşmayı beraberinde getirmiştir.
Öyleyse uluslararası kapitalist işbölümünün yapısını nasıl anlamalıyız? Kapitalist sistemin bütünü farklı üretkenlik düzeylerinin belirlediği hiyerarşik bir yapıdır ve bu yapı eşitsiz gelişir. Yukarıda belirttiğimiz gibi uluslararası piyasada üretim fiyatları, dolayısıyla kâr oranları eşitlenmez ve artı-kâr arayışı sermaye hareketlerini belirler. Bu biçim açısından bakıldığında, gelişmişlikle geri kalmışlığın bir arada var olduğu, hiyerarşik ve tümleşik bir yapı, farklı dönemlerde farklı biçimler alır. Örneğin 19. Yüzyıl kapitalizminde ağırlık gelişme ve azgelişmişliğin bölgesel olarak yan yana bulunması ağırlık taşırken, klasik emperyalizm çağında gelişme emperyalist ülkelerle sömürgeler ve yarı-sömürgelerden oluşan bir uluslararası hiyerarşiye sahipti. "Geç kapitalizm çağında ise, esas olarak emperyalist ülkelerde fakat aynı zamanda ikincil bir biçimde yarı sömürgelerde olmak üzere büyüme sektörlerinde gelişme ve ötekilerde az gelişmişlik şeklinde genel bir sınai birliktelikte yatıyor."

Uluslararası işbölümünün biçimi ne zaman değişir veya başka bir ifadeyle hızlı bir birikim ve değerlenme sürecine yol açan biçimlerden, birikimde tıkanma ve kitlesel olarak sermayenin değersizleşmesi (devalorizasyonu) sürecine geçişte ne tür dinamikler etkindir?

Kapitalizmin uzun dalgaları
Bu noktada Mandel'in iyi bilinen uzun dalgalar teorisine geçiş yapıyoruz. Öncelikle şunu belirtelim: Uzun dalgadan kastedilen uzun süreli bir sanayi çevrimi, uzun süreli bir bunalım veya refah dönemi vs. değildir. "Dalga", "çevrim"lere özdeş bir dinamik değil çevrimlerin şiddetini, yoğunluğunu ve sıklığını belirleyen bir salınım anlamına geliyor. Sanayi çevrimi ise, Marx'ın çözümlemesine göre, değişmeyen sermayenin sabit kısmının yenilenmesine bağlı olarak hareket eden, Marx'ın zamanında 7-10 yıl uzunluğunda olduğunu gözlediği süreçler. Marx'ın açıklamasına göre sanayi çevrimi, yatırım faaliyetinin itkisiyle yeni bir genişleme evresine girer. Ancak her yeni genişletilmiş yeniden üretim çevrimi yeni bir makine-teçhizat donanımıyla başlar. Yani sabit sermayenin yenilenmesi, daha yüksek bir teknolojik düzeyde yenilenme anlamına gelir, yani yeni makinelerin değeri, yatırılan toplam sermayenin daha büyük bir kısmını teşkil eder (sermayenin organik bileşimi artar).

Bu noktayı akılda bulundurarak, genişletilmiş yeniden üretimin iki biçiminden söz etmekte yarar var: Birinci biçim, herhangi bir teknolojik devrim olmadan üretimin ölçeğinin artması, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, toplam üretim maliyetlerinin düşmesi ve yeni sabit sermayenin kurulum masraflarından daha fazla emek tasarrufu sağlanmasına yol açan ilave değişken ve değişmez sermaye yatırımlarından kaynaklanır. İkinci biçim ise teknolojik bir devrimle üretken teknolojinin yenilenmesiyle yukarıda sıralananların sağlandığı, üretkenlikte niteliksel bir değişimin gerçekleştiği yeniden üretim biçimidir.

Üretkenlikte niteliksel bir dönüşüme neden olacak çapta büyük miktarda sermayenin sabit sermaye yatırımına dönüşmesi için gerekli rezerv fon, daralma dönemi boyunca atıl kalan sermaye tarafından oluşturulur. Bu çapta sermaye yatırımı için genellikle tek bir sanayi çevriminin geçmesi yeterli değildir.

Bir başka ifadeyle, niceliğin niteliğe dönüşmesi, birkaç çevrim boyunca biriken atıl sermayenin varlığını gerekli kılar. Ama bu yine de emek üretkenliğinde bir sıçrama yaşanmasının nedenini açıklamak için yeterli değildir. Yine de "uzun dalga" kavramının kastını bir miktar açıklamaktadır.

Öte yandan Mandel, uzun dalga dinamiğini çözümlerken kâr oranı dinamiğini açıklamanın merkezine koymak gerektiğini savunur. Kâr oranındaki ani sıçramalar, genişletilmiş yeniden üretimin ikinci biçimini harekete geçirebilir. Tabi bu durumda böylesi sıçramalara neden olan unsurları araştırmak gerekli oluyor. Mandel dört unsur sıralamaktadır: "1. Sermayenin organik bileşiminde ani bir düşüş, örneğin sermayenin çok düşük organik bileşime sahip alanlara (ülkelere) muazzam nüfuzunun sonucu olarak,
2. Örneğin, işçi sınıfının emek-gücü metasının fiyatını yükseltmek için emek piyasasındaki, avantajlı koşullardan yararlanmasını engelleyen ve onu bu metayı bir ekonomik refah döneminde bile değerinin altında satmaya zorlayan radikal bir yenilgisi ve atomizasyonu sayesinde emek yoğunluğunda bir artışın bir sonucu olarak artı-değer oranında ani bir artış,
3. Değişmeyen sermaye öğelerinin, özellikle hammaddelerin fiyatında, sermayenin organik bileşiminin ani bir gerilemesiyle ya da Departman I'deki emek üretkenliğinde devrimci bir ilerlemeden dolayı sabit sermayenin fiyatında ani bir düşüş ...,
4. Yeni ulaşım ve iletişim sistemleri, gelişmiş dağıtım yöntemleri, hızlandırılmış stok rotasyonu vs. sayesinde dolaşan sermayenin devir zamanında ani bir kısalma."

Böylece teknolojik devrimler, büyük miktardaki atıl sermaye kütlesinin yeniden değerlenme sürecine girdiği momentler olarak karşımıza çıkar. Durgunluk eğiliminin başat olduğu uzun dalgadan (durgunluk ve krizlerin daha sık ve daha şiddetli yaşandığı tarihsel dönemlerden) çıkış ve genişleme eğiliminin başat olduğu uzun dalgaya geçiş (krizlerin süresinin, sıklığının ve şiddetinin daha düşük olduğu tarihsel dönemler), böylesi momentlerin sonucunda gerçekleşir. Böylece kapitalizmin tarihindeki üç teknolojik devrimin karşılık geldiği şu uzun dalga kronolojisini ayırt edebiliyoruz:

Genişleme tonlu uzun dalga Daralma tonlu uzun dalga
- 1823 1824 - 1847
1848 - 1873 1874 - 1893
1894 - 1913 1914 - 1939
1940 (1945) - 1966 1967 -

Son uzun dalga
Bu kronolojiye göre dünya kapitalizmi kesin olarak 1967 demesek de, altmışlı yılların sonu - yetmişli yılların başından bu yana daralma eğiliminin baskın olduğu bir uzun dalga yaşamaktadır. Kronolojiyi incelediğimizde, kapitalizm tarihinde sonuncusu hariç tüm uzun dalgaların 20 - 25 yıl civarında sürdüğünü görüyoruz. Öyleyse diğer bütün dalgalardan daha uzun bir süreli dalganın içinde olduğumuz tespitinden hareketle şu soruları soralım: 1. Bir periyodizasyon hatası mı yapıyoruz? 2. Yapmıyorsak, bu gözleme bir anlam yüklemeli miyiz?

Birinci soruya tatmin edici bir yanıt, ampirik bir çalışma yapılarak verilebilir. Bu çalışma emperyalist ülkelerde kâr oranlarının değişimine, durgunluk ve kriz dönemlerinin sıklığı ve şiddetine bakarak son uzun dalganın bitip bitmediğini ortaya koyabilir. Burada bu tür çalışmalara atıfta bulunacak kadar yerim bulunmuyor, ancak yetmişlerden bu yana dördüncü bir teknolojik devrimin yaşandığını hiç sanmıyorum. Teknolojik devrim, yukarıda da belirtildiği gibi, teknolojik yenilik demek değil büyük miktarda atıl sermayenin yeniden değerlendirildiği ve kâr oranlarında bir sıçramanın yaşandığı bir atılım anlamına geliyor. Böyle bir atılım gerçekleşmiş olsaydı, bugün dünyada üretken olmayan alanlarda dolaşan böyle büyük bir sermaye kütlesi gözlemiyor olmamız gerekirdi. Oysa gözlüyoruz ve bu sermaye kütlesinin yarattığı sorunların sık sık şiddetli krizleri tetiklediğine de tanık oluyoruz. Demek ki, son uzun dalganın halen içindeyiz.

Öyleyse ikinci soruya gelelim. Son uzun dalganın "uzun" olmasının bir anlamı bulunuyor mu? İlk akla gelen, kapitalizmin tarihsel olarak mutlak bir sınıra doğru gitmekte mi olduğu sorusu. Böyle bir mutlak sınır çizmek zor dahası Marksistler açısından böyle bir eşiğe gelindiği tespiti ancak devrimci mücadelenin kendisini de hesaba katarak yapılabilir. Ancak şu tespitin doğru olduğu açık: "Üretim güçlerinin fiili gelişiminde bundan sonra hazır olan israf ve tahrip dinamiği öyle büyüktür ki, sistemin ya da hatta bütün uygarlığın kendi kendini yok etmesine tek alternatif daha yüksek bir toplum biçimidir."

Son uzun dalganın neden "uzun" olduğunu kavramak için yukarıda belirtilen altı değişkenin bir bütün olarak nasıl hareket ettiğini tahlil etmeliyiz. Bu amaçla, bu altı değişkenin bütünlüğünün bir sentezini, yani kâr oranlarındaki hareketleri incelemek gerekli. Bu kuşkusuz ampirik bir araştırma ve günümüzde maalesef bu tür incelemeleri yapan iktisatçıların sayısı iki elin parmaklarını geçmeyecek düzeyde.

Bu ampirik çalışmaların sonuçlarını burada tartışmak imkansız. Ancak, otomasyon teknolojilerinin gelişimiyle başlayan genişleme tonlu uzun dalganın bazı özelliklerinin daralma tonlu uzun dalga üzerindeki etkilerine burada değinilebilir.

Soru şudur: Üçüncü teknolojik devrim sonrası sermayenin kâr oranında düşme eğilimine ilişkin stratejileri neler olmuştur? Bunlardan bir tanesi değişmeyen sermayenin sabit kısmının devir süresinin kısaltılması, bir diğeri de sermayenin uluslararası merkezileşmesi. Bunlar sermayenin kâr oranında düşme eğilimine ilişkin yegâne stratejiler değil, üçüncü teknolojik devrimle olanaklı hale gelen iki tanesi.

Birinci dinamiğe ilişkin şöyle bir nedensellik zinciri kurabiliyoruz: Sabit sermayenin dolaşım hızının artması yatırım talebinin artmasına, dolaşan sermayenin devir süresinin kısalmasına ve dolaşan sermayenin bazı unsurlarının sabit sermayeye dönüştürülmesine yol açar. Bu süreç, dolaşan sermayeye olan talebin krediyle finansmanı ve bankaların kredi kanalıyla para yaratma hacminin büyümesi sonucunu doğurur.

Keynesçi iktisat politikaları bu öngörüye dayanıyor ve bu sürecin denetim altında tutulmasını sistemin istikrarı için zorunlu görüyordu.

Ancak sabit sermayenin devir hızının artması ve teknolojik yenilenmenin ivme kazanması büyük şirketleri artan bir maliyet baskısı altına alır. Bu unsurları içeren yatırım faaliyetlerinin büyüklüğü ve devir süresinin düşmesi nedeniyle amortisman harcamalarının dikkatli bir biçimde planlanmasının gerekmesi şirketlerin taşıdığı finansal riskleri yükseltir ve düzenli nakit akışını şirketlerin durumuna ilişkin önemli bir göstergeye dönüştürür.

Bu stratejinin genel anlamda valorizasyon ve realizasyon sorunlarının yoğunlaştığı daralma tonlu bir uzun dalganın şekillenmesinde nasıl bir payı vardır?

Bir: Şirketlerin finansal enstrüman çeşitliliğini artırarak ve bunlar üzerindeki kamu denetimini azaltarak şirketlerin risklerini maskelemeleri ve toplumsallaştırmaları.

İki: Cari hesapların üzerinde kredi parası yaratarak nakit akışında kesinti riskinin düşürülmesi.

Üç: Bankalar dışında, şirketlerin öz finansman araçlarının yeni mali kurumların oluşturulmasında kullanılması ve mali aracıların çeşitliliğinin artması.

Bu üç noktaya sermayenin uluslararası merkezileşmesiyle ilgili bir dördüncü nokta eklenmelidir. Sermayenin uluslararası merkezileşmesi geç kapitalizmde sermayenin uluslararası yoğunlaşmasının ana biçimi haline gelir. "Üçüncü teknolojik devrim ve geç kapitalizmin oluşumu bu bakımdan çok önemli bir dönüş noktası oldu: Sermayenin uluslararası yoğunlaşması bundan böyle uluslararası merkezileşme şeklinde gelişmeye başladı. Geç kapitalizmde çok uluslu şirket büyük sermayenin belirleyici örgütsel biçimi haline gelir."

Klasik emperyalizmde sermayenin uluslararası merkezileşmesi, yani çok uluslu şirketlerin egemenliği başat değil istisnaidir.

Peki bunun ne önemi var?

İki noktaya değinilebilir: Birincisi, bu bir yandan sermayenin ulus devletin koyduğu sınırları aşma girişimidir. İkincisi, diğer yandan, daha güçlü emperyalist devletleri ve daha zayıf bağımlı devletleri gerekli kılar.

Birinci nokta, özellikle yukarıda belirtilen denetimden kaçma, finansal riskleri toplumsallaştırma ve maskeleme stratejisiyle ilgilidir. İkinci nokta, emperyalist devletlerin "birçok sermayenin" genel çıkarlarının bekçiliğini yapma işlevinin rafine edilmesiyle ve denetimsiz spekülatif süreçlerin yarattığı yıkımların dengelenmesiyle ilgilidir. Bu, ayrıca eşitsiz gelişmenin devlet fonksiyonları üzerinde daha fazla konsolidasyonunu da gerektirir. Yani güçlü emperyalist devletleri ve gerektiğinde yeniden yapılandırılacak bağımlı devletler topluluğunu...

Son uzun dalganın neden "uzun" olduğuna ilişkin ham da olsa bazı tespitlere böylece ulaşabiliyoruz. Birincisi, bu uzun dalga, sermayeler arasındaki rekabeti kızıştırmış olsa da, geç kapitalizmin genişleyici döneminde oluşan birikim yapısındaki tıkanmaların sonucunda gelişen finansallaşma süreci bir bütün olarak sermayeyi etkisi altına almıştır. Bu sürecin olumsuz etkilerini bertaraf ederek muazzam ölçekteki atıl sermayeyi yeni bir teknolojik devrime taşıyacak bir hamlenin gerçekleştirilmesi çok büyük alt üst oluşları gerekli kılmaktadır. Bu imkansız değildir, fakat hayli zordur.

Bir başka nokta da şu... Böyle bir hamle çok büyük ölçekte ve uluslararasılaşmış bulunan sermayelerin el değiştirmesini gerektiriyor. Bu konuda ise emperyalist devletlerin direnci kaçınılmaz olarak gündeme geliyor. Yeni bir enflasyon dalgasının kapıda olmasını bu açıdan bir erteleme girişimi olarak görebiliriz.

Geç Kapitalizm'in sunduğu zengin teorik çerçeveden hareketle söylenebilecek daha çok şey var. Unutmamak gerekir, bunların söylenmesi de zorunlu.