Güneşi gören mi, güneşe giden mi daha cesur?

Mahsun Kırmızıgül'ün "Beyaz Melek"(2008)ten sonra çektiği yeni filmi "Güneşi Gördüm" bu hafta vizyona giriyor. Köyleri ordu tarafından boşaltıldığı için, göç etmek zorunda kalan Güneydoğulu bir ailenin hikayesini anlatan film, konu ile ilgili hiç kimsenin söyleyemediklerini dile getirdiği iddiasını taşıyor. Aynı iddia 6 milyon dolarlık bütçesi ve güçlü prodüksiyonuyla gişe canavarı olma konusunda da geçerli. Tam da bu nokta, filmin en önemli kusurlarının başında geliyor. Film bu kadar iddialı olmasa mütevazı bir film olarak daha anlamlı olabilirdi. Oysa ne filmin kendisi ne de filmin söyledikleri bu iddiayı taşıyabiliyor. 6 milyon dolarlık bütçe ile, Kürt kelimesini kullanmadan kürt sorunu işlenebiliyor.

"Güneşi Gördüm", Mahsun Kırmızıgül'ün "Kardeşlik Türküsü" şarkısının beyazperdeye aktarılmış versiyonu. Filmde adı "örgüt" olarak geçen PKK ile Türkiye Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri arasındaki savaşın arasında kalan bir köy, ve bu köyde yaşayan, gençlerinin bir kısmı asker bir kısmı gerilla olan bir Kürt ailesi anlatılıyor. Bu savaşı biri gerilla olan diğeri de asker olan iki kardeşi karşı karşıya getirerek anlatan filmin, konuyla ilgili elle tutulur tek önerisi, gerilla olan kardeşin Pişmanlık Yasası'ndan faydalanıp geri dönmesi. Bu önerinin de sorunu ne kadar çözdüğü ortada. Yer yer kürtçe konuşulan fakat Kürt adının geçmediği filmde, dağlarda savaş olmasın, onun yerine çiçekler açsın, böcekler dolaşsın, kelebekler uçsun edebiyatı yapılıyor. "Ben sizin için dağa çıktım" diyen gerilla ile "Ordu sizin için bu dağlarda savaşıyor" diyen komutanın arasındaki çelişki üzerinde durulmadan, "Devlet buralara yatırım yapsa şimdi böyle olmazdı" gibi sığ tahlillerle konuyu irdeleyen film, suya sabuna dokunmadan konuyu anlatıyor.

Mahsun Kırmızıgül'ün hem senaryosunu yazdığı, hem de yönettiği "Güneşi Gördüm", "Beyaz Melek"teki hamlığı, acemiliği sürdürüyor. Kırmızıgül'ün kamerası söz konusu karakterlerin tamamını kadraja sığdırma derdindeyken, kalemi ise düşündüğü her şeyi karakterlere söyletmenin ötesine geçemiyor. Doğulu olması, söz konusu problemleri birebir yaşaması, çektiği sıkıntılar elbette önemsenmeyecek durumlar değil. Ama herkesin yaşadığını ya da düşündüğünü anlatabilme, özellikle bunu sanatsal bir form içinde dile getirebilme yeteneği yoktur. Bir yakın çekimde ailenin tamamını kadraja sığdırabilme, her şeyi görüntüleyebilme sinema için yeterli olmayabiliyor. Bazen bilerek kadrajın dışında bırakarak, film için kritik bir olayı bile göstermemeyi tercih ederek en iyi, en doğru anlatım diline ulaşılabiliyor. Her düşündüğünü, karakterlere bildiri okutur gibi söyletmek, her üç ya da dört sekanstan sonra toplumsal mesaj moduna geçip, büyük laflar söyleterek de düzgün bir senaryo olmuyor.

Film hem kendi içerisinde, hem de bir önceki Beyaz Melek filmiyle çelişkili söylemlere sahip. Ailenin bir kısmı İstanbul'a göç ederken, bir kısmı da Norveç'e kaçıyor. Avrupa Birliği'ne üye ülkeler arasında sınırların kalkması, oradaki sosyal devlet uygulamaları Türkiye'de yaşananlara atfen övülürken, Türkiye'deki Kürt sorununun kaynağı olarak emperyalist devletlerin politikaları gösteriliyor. Hem Avrupa güzellemesi yapıp, hem de emperyalist ülkeleri suçlamak, muhtemelen Avrupa Birliği'ni emperyalist saymamaktan kaynaklanıyordur. Ancak buradaki çelişkinin asıl nedeni, Mahsun Kırmızıgül'ün bir durumun olumsuzluğunu anlatırken karşıtlıkları kullanarak anlatmayı tercih etmesi. İlk filminde Batı'daki aile bağlarını eleştirirken, Doğu'dakileri yüceltiyordu. Bu filmde de aynı ihtiyaç doğrultusunda Türkiye'deki eleştirdiği olumsuzlukları, Avrupa'daki uygulamalarla karşılaştırarak anlatıyor. Ancak "Güneşi Gördüm" filminin bir bölümünün geçtiği Çocuk Esirgeme Kurumu, bu filmde çocuklarla çok iyi ilgilenilen, onlara değer verilen, her birinin mutlu olduğu, kurum müdürünün "anne" olarak çağrıldığı bir yer olarak gösterilirken. Sanki ülkemizde aynı ilk filmin konusu olan Huzurevleri gibi, kötü muameleler ve eksik uygulamalar ile zaman zaman gündem olan mekanlar değillermiş gibi mükemmel yerler olarak gösteriliyor. Bir ülkenin çocuklar için olan bakımevleri mükemmel, yaşlılar için olanları sorunlu olabilir mi, birini üzerine bir film inşa edecek kadar eleştiriyorken, bir sonraki filmde başka bir hikaye anlatıyorum diye hiç o sorun yokmuş gibi davranmak ne kadar doğru. Yol ve Sürü filmlerinin diyalog koçu Ali Tutal'ı prodüksiyona katmasına rağmen, kendisi bu filmleri hiç izlememiş gibi davranarak film çeken Kırmızıgül, seyircisine de kendi ilk filmini izlememiş muamelesi yapıyor.

Filmin diğer bir kusuru da ilk film gibi teatral bir film diline sahip olması. Gerek oyunculuk performansları ile, gerekse de yazılan diyaloglarla ortaya çıkan bu durum, gerçekçi kılınmaya çalışılan bir film için önemli bir sorun ortaya çıkarıyor. Sahnelerin teatralliği, gerçeklik algısını olumsuz yönde etkiliyor. Beyaz Melek'de olduğu gibi bu durum, bu filmde de aşılamamış.

Filmin adını aldığı ve filmde de anlatılan hikayeye göre, Berfin güneş ışığına dayanamayan ama buna rağmen güneşe doğru bakan bir çiçek. Ve güneşle temas ettiği anda da soluyor. Berfin hakkındaki bu hikaye bir cesaret simgesi olarak filmde kullanılıyor. Güneşe sadece bakmakla kalmayan, zaptetmek için akınlara kalkışan insanların da yaşadığı bir ülkede, "Güneşi Gördüm" kürt sorununa tam anlamıyla bakacak cesareti bile gösteremiyor. Filmin didaktik diline rağmen, herşey üstü örtülü bir şekilde dile getiriliyor. Belki darbe koşullarında çekilseydi, ya da olağanüstü hal dönemlerinde, bu tercihlerinin bir anlamı olabilirdi. Ama bugün bu söylenenlerin çok daha ötesini söyleyebilmek, çok daha ötesini gösterebilmek tercihi söz konusu cesaretin örneği olarak nitelendirilebilir.

Turgay Özçelik