'Restorasyon' üzerine düşünceler

Galip Munzam

Blog: Serbest Kürsü

Kaldığımız yerden devam edelim:

Son olarak, Yalçın Küçük'ün Çıkış kitabını kendisinin çöpe atmasına gönlümüz razı olmamış ve 7 Haziran'ı açıklamak için kullandığı "yarı-devrim" kavramına itiraz etmiştik.

Bu noktada sorulması gereken soru Türkiye'de olan biteni nasıl açıkladığımızdır. Bu sorunun yanıtını bir süredir oluşturmaya çalışıyoruz:

Türkiye'de düzen bir restorasyona hazırlanıyor, bir restorasyonu amaçlıyor. Bunun artık "sır" denebilecek tarafı kalmadı zaten. Biz bu ihtimali geçtiğimiz yıl Temmuz ayından başlayarak adını koymadan, ardından Aralık ayı sonrasında açık açık adını koyarak telaffuz ettiğimizde "restorasyon" bir soyutlamaydı. Soyutlayabilene!.. Gelinen nokta itibariyle, restorasyon, tüm düzen partilerinin ve aslında bunun sebebi olarak Türkiye'nin geleneksel sermayesinin ortak programı haline gelmiş ve açıkça dillendirilir olmuştur. Bu masabaşı mesai, 'Yeni Türkiye'nin yapıntı karakterini ortaya çıkarması açısından da kritiktir.

Restorasyonun üzerinde yükseldiği ayakları bir miktar açabiliriz:

Bu ayaklardan ilki ve en önemlisi şudur: Bir devrim ya da karşı-devrim mantıksal sonuçlarına ulaşabilmek, dolayısıyla devamlılığını sağlayabilmek amacıyla, belli aşamada kendi siyasal konsantrasyonunu dağıtmayı, "dilüe" etmeyi, belli mevzilerden geri adım atmayı göze alabilir. Restorasyonun arkasında yatan genel mantık bu şekilde özetlenebilir. Özelde ise, AKP rejimi, bu mantıkla uyumlu olarak, "yerleşmek" için öznel ve nesnel gereksinimler tarafından tetiklenen bir restorasyon ihtiyacı içindeydi. Türkiye'nin sığmayacağını söylediğimiz deli gömleğinin, mantığı ve kumaşı aynı kalmak koşuluyla ancak bu kez "tüm Türkiye"yi içine alacak biçimde yeniden dikilmeye ihtiyacı vardı.

İkinci ayak, bu mantığın üzerinde yükseldiği somut gerçekliktir: AKP rejimi, Haziran 2013'te net bir şekilde ortaya çıkan meşruiyet krizini aşamamıştır. Rejimin "öncü" gücü olan AKP bu meşruiyet krizinin asli muhatabı ve dinamiklerinden en önemlisi haline gelmiştir. AKP'nin yönetici kadroları tarafından da dile getirildiği biçimde kendisini destekleyen toplam dışında kalan kesimleri kuşatacak ve kapsayacak ideolojik bağlar üretemeyen AKP, giderek daha fazla kendi tabanına rücu etmiş, toplumun geneline dönük ideolojik girdiler yapma iddiasından tümüyle vazgeçmiş, ideolojik alandaki zafiyetini giderek daha fazla zor aygıtı ile kapatmaya çalışmıştır. Bu durumun doğal sonucu ise, AKP'nin söz konusu meşruiyet krizini bilinçli ya da bilinçsiz olarak derinleştirmesi olmuştur.

Oysa böyle bir "burjuva partisi" düşünülemez. Hele ki AKP gibi tüm yumurtaların sırtına yüklendiği bir burjuva partisi… Zira burjuvazi, çok özel ve aynı anlama gelmek üzere olağanüstü dönemler dışında, böyle yönet(e)mez. Egemen sınıf, kendi çıkarlarını toplumun bütününün çıkarı olarak sunmak zorundadır. Diğer türlü iktidarının sürdürülebilirliğini sağlaması olanaksızlaşır. Bu açıdan bakıldığında, hakkında iddia edilenlerin aksine hep söylediğimiz gibi egemen sınıfın "has" siyasi partisi olan AKP bu misyonu yerine getirmekten oldukça uzaklaşmış, özellikle 2013 yılından sonra sermaye sınıfının egemenlik aygıtının meşruiyetini sorgulatacak açıklar vermiş ve giderek daha fazla biçimde züccaciye dükkanına dalan fil görünümü sergilemiştir.

Restorasyon, sermaye sınıfının egemenlik aygıtı üzerinde meşruiyet krizi nedeniyle ortaya çıkan bu basıncı kırmayı hedefleyen bir operasyondur.

Tam da burada geleneksel sermayenin siyasete müdahale kanallarının tıkanmış olduğu gerçeğinin altını çizmek gerekir. AKP'nin inşa ettiği yeni devlet aygıtının "ideal kolektif kapitalist" olma durumunu ifrada kaçırması, "istisnai hal" tanımını tekeline almaya çalışması ve sermayeden bu tanıma riayet etmesini beklemesi bu tıkanmanın en önemli nedenlerindendir. Bu nedenle sermaye, herkesin önceki dönemin AKP'sine benzediği, ancak o AKP'nin yaptığı işleri tek başına ve sermayenin desteğini/onayını almadan yapamayacağı bir "iğdişler saltanatı" inşasına girişmiştir. AKP'nin seyreltilip AKP'ciliğin yoğunlaştırılacağı ve artık tüm düzen içi öznelere yayılacağı bu sürecin ciddi bir direnç ile karşılaştığını söylemek elimizdeki veriler ışığında mümkün değildir.

Burada şu noktaya dikkat çekmek gerekir: Bu operasyon tamama ermiş ve başarıyla sonuçlanmıştır demiyoruz. Hatta Türkiye kapitalizminin çelişkileri düşünüldüğünde bu girişimin bütünüyle başarıya ulaşması söz konusu olamaz. Bu yönde girişimler vardır, olmaması düşünülemez diyoruz. Sermaye sınıfı için geri gidebilmenin çok geç ve mutlak anlamda gereksiz, ileriye hamle yapmanın ise mümkün olmadığı bir anda elindeki araçlarını reorganize etmesinden daha doğal bir ihtiyaç yoktur. Sermaye sınıfı, AKP rejimi sayesinde büyük tehlikeleri geride bırakmış ancak çok daha büyük belaların önünde olduğunu net bir şekilde görmüştür. Restorasyonun üzerinde yeşerdiği zemin budur. Restorasyon, sermaye sınıfının güncel ve tarihsel korkuları ile ayakta kalabilmesi için olmazsa olmaz olan cüretin iç içe geçtiği bir operasyondur.

Üçüncü ayak, yine bu meşruiyet krizi nedeniyle ideolojik araçların yeniden düzenlenmesi ihtiyacıdır. AKP, yeni rejimin inşası esnasında, aslında çok da şaşırtıcı olmayan bir biçimde bir parti-devleti kurmaya yönelmiş, bu esnada "ideolojik devlet aygıtı" diyebileceğimiz bir dizi mekanizmayı dolaysız biçimde kendisine bağlamıştır. Oysa bu araçların, yukarıda bahsettiğimiz biçimde belli bir "özerklikte" (en azından şeklen) tutulması gerekmektedir. Örneğin, parti bülteni olarak çıkan gazetelerin, üçüncü sınıf propaganda malzemesi yayımlayan televizyonların AKP'nin kapsayamadığı toplumsal kesimleri belli gündemlerde belli hedefler ekseninde mobilize edebilme amacını yerine getirmesi mümkün değildir ve değildi. Anaakım medyanın rehabilite edilmesi, deyim yerindeyse yeniden özneleştirilmesi karşılanamayan bu gereksinim ile alakalıdır.

Bu noktada, AKP'nin her daim elinde tutarak bu açığını kapattığı birbiri ile bağlantılı iki kartın giderek kullanım değerini yitirdiğini ya da bu kartların AKP'nin elinden alındığını söylemek mümkündür: Bu kartlardan ilki, ulusalcılık ve liberalizm arasında kurulan gerilim hattı; diğeri de iç savaş kartıdır. AKP'nin rejimin kuruluş aşamasında etkili biçimde tarafları birbirine kırdırmak suretiyle kullandığı liberalizm-ulusalcılık kartı restorasyona doğru giden süreçte sosyal demokrasi kulvarının yeniden inşası esnasında etkisizleştirilmiş, tarafların diyalog kurabileceği yeni bir zemin "tepeden" başlayarak inşa edilmiştir. Bunu Birinci Cumhuriyet'in bakiyesi diyebileceğimiz "devrimciliklerin" buluşması olarak değerlendiren ve daha önce bu "devrimciliklerden" birine kanalize olmamış/olamamış sol da "sürece" eklemlenmiş ve sosyal demokratlaşma doğrultusunda önemli bir adım atılmıştır. Sosyal demokratlaşma, son kertede sosyalist iktidar hedefinden vazgeçme, siyasi kıvraklık sergileyebilmek adına bazı eski kafalıların ilke dediği "programatik fazlalıklardan" kurtulma sürecidir. Özellikle Avrupa çapında yürüyen "iktidarsız sol inşası" girişimlerinin rüzgarı Türkiye'ye de ulaşmış, yaratılan bu koridor sayesinde hızını ve etkisini bir hayli artırmıştır.

İkinci kart ise, iç savaş kartıdır: Bunun için bir dizi gözlem sıralanabilecekken sanıyorum en açıklayıcısı seçimlerden kısa süre önce Diyarbakır'da patlayan "restorasyon bombası"dır. Bu bomba ile restorasyonu zorlayan güçler açık şekilde AKP'nin elinden iç savaş kartını almayı hedeflemiş, söz konusu adım için büyük risklerin göze alındığı mesajını tüm taraflara vermiştir. Bu operasyonun istenildiği gibi yürütülmesinde değişen paradigmaya göre yeniden hizalanan ve özneleştirilen medyanın büyük rolü olmuştur.

Dördüncü ayak,işte bu yeniden özneleşen anaakım medyanın yürüttüğü bellek silme operasyonudur. Restorasyonun başarıya ulaşması için uzun bir aradan sonra Haziran Direnişi ile halklaşan kitlelerden belleksiz bir teba yaratma girişimi söz konusudur. Bunun ilk adımı Haziran sürecinde sokağa çıkan enerjinin iç çelişkilerinden arındırılması (ki bunda aradan geçen iki seçim sürecinin büyük etkisi oldu), istikrar ve adlı adınca restorasyon talebine kanalize edilmesidir. Türkiye istikrarsızlaştırılarak değil, istikrar fetişi vasıtasıyla "renklenmiştir."

Sonuç itibariyle politik olarak içeriksizleştirilen bir AKP karşıtlığı ekseninde buluşturulan kitlelerin, AKP'nin geriletilmesi amacından istikrar ve düzen için AKP'yi de dizginleyecek AKP'li bir "büyük koalisyon"a ikna edilmesi çok da zor olmamıştır.

Geçenlerde yayımlanan bir kamuoyu araştırmasına göre (bunların da yönlendirici amacı gözden kaçmamalı) MHP'li seçmenlerin %80'e yakını, CHP'lilerin %60'ından fazlası, HDP'li seçmenlerin ise yarısını aşkını öyle ya da böyle AKP'li bir koalisyonun mümkün ve hayırlı olduğunu düşünmektedir. HDP seçmenleri arasındaki oranın AKP-MHP koalisyonunun ciddi şekilde gündeme gelmesinden sonra AKP-CHP ya da AKP-HDP alternatifleri yönünde yükseldiğini tahmin etmek için özel bir çabaya gerek yok. Bu operasyon belleğinde katılıklarını olduğu gibi taşıyan geniş toplumsal kesimlerle gerçekleştirilemez. Geçtiğimiz günlerde CNNTürk'te Şirin Payzın ve "yeni dönemin parlayan yıldızı" Levent Gültekin'in ısrarla belirttiği gibi siyasette bellek bazen yapıcı değil yıkıcı ve engelleyici bir faktöre dönüşebilmektedir, veciz şekilde ifade edildiği üzere "siyasette hafıza kaybı zaman zaman iyidir." Yeni dönemin mottolarından biri budur. Yeni dönemin Taraf'ı olan Cumhuriyet'te yazan Nuray Mert'in AKP'li model ısrarı da benzer bir belleksizleşme ve sineye çekme çağrısıdır.

Bu çağrıların en vecizini ise yine beklenebileceği üzere eski amiral gemisinin eski amirali Ertuğrul Özkök yapmıştı. "Helalleşme zamanı" başlığını taşıyan ve sadece başlığı sayesinde bile dönemin ruhunu yakalayabilmeyi başarmış olan yazısında Özkök şöyle seslenmekteydi "mahalle arkadaşına":

Unut kardeşim... Ne olur unut... Bir çizgi çek… Dünü unut, yarına bak… Unutma ki, son 20 yılda bu ülkede biz, onlar, hepimiz çok dayak yedik... Bazımız, hapislerde çürüdü… Bazımıza öyle iftiralar atıldı ki, şu fani hayat dar edildi bize… İntihar ettirildi bazılarımız… İşinden olanlar, aç ve açıkta kalanlar çok oldu… Hormonlu muazzam bir kibir, yıllarca azarladı bizi… Gezi'de çocuklarımızı kaybettik… Onların aziz ruhları üzerinde bile tepinildi... [...] Şimdi barışma zamanıdır… Bitirelim artık bu bitmez tükenmez hesaplaşmayı… Çekelim ellerimizi birbirimizin yakasından. Bir çizgi çekelim… Hepimiz, ruhumuzda genel af ilan edelim… Herkes herkese hakkını helal etsin… Helalleşelim arkadaş… Hepimizin arkasında yeterince zulüm, acı ve ıstırap var… Hepimizin yanmış çok canı var… [...] Helalleşelim kardeşim... Ama bu defa sahiden, sahici biçimde… Emin olun Türkiye'nin normalleşmesi gönüllerdeki bu ateşkesle başlayacaktır.

Son olarak, yukarıda kısaca değindiğimiz marksizm-leninizm ile siyaseten zaten zayıflamış olsa bile tarihsel olarak koruduğu bağlarını bir nebze canlı tutabilmiş Türkiye solu, onlar ne alemde? Uzun bir analize ihtiyaç yok, görünen köy kılavuz istemiyor. Kılavuzu karga olanınsa, burnu pislikten çıkmıyor. Kısaca söyleyecek olursak, sol, ilkelerini taltif karşılığında açık artırmaya çıkarırken belleği bir yük, tarihselliği ise ölümcül gören niçeci ve anti-devrimci (karşı-devrimci değil) bir uğrakta olduğunun sinyallerini vermektedir. "Siyaset yapıyoruz/yapacağız" hevesiyle ortaya çıkan ideolojik bulaşıklıkların bedeli bu dönemde ödenmektedir. Türkiye solu, restorasyonun bir parçası haline gelmiş, deyim yerindeyse süreç içinde atılan zokaların hepsini yutmuştur.

soL'un sınırlarını zorladığımızın bilinciyle bu noktada akla gelen bir diğer soruyu sonra yanıtlanmak üzere şu şekilde formüle edebiliriz: Peki komünist sol ne yapmalıdır? İşte bu soru soL'un önümüzdeki günlerinin temel başlıklarından biri olacaktır kuşkusuz.