Devlet ve aydınlar: Demokrasi konusuna başka türlü bir bakış

“Yapan (aktör) yoksa varlık da yoktur”
Adorno

“Devlet” toplumsal aktörlerin kendisine devrettikleri yetkiyi kullanan bir acente mi, yoksa kendi bağımsız amaç fonksiyonunu toplumsal ve ekonomik kısıtlar altında maksimize etmeye çalışan bir aygıt mı? Optimize ettiği amaç fonksiyonu yöneten elitin faydasını mı temsil ediyor? Alternatif olarak devlet toplumsal aktörlerin acentesiyse, söz konusu toplumsal aktörler tercihlerini nasıl toplulaştırıyorlar? Devlet farklı çıkarlar arasında bir denge unsuru, bir konsensüs odağıysa, bu konsensüse nasıl ulaşılıyor? Kolektif aksiyon problemini çözme sürecinin odağında bizzat devlet yer alıyorsa, toplumsal aktörlerin kendisine delege ettikleri yetkinin şekillenmesi de bizzat devletin işiyse, devleti bir “acente/temsilci” ve toplumsal aktörleri de “mülk sahibi” olarak gören metafor açıklayıcı olabilir mi?

Devlet acente mi (agent), yoksa mülk sahibi (proprietor veya principal) mi? Ayrıca devletin “mülk sahibi” olduğunu düşünmek için nedenler olsa bile, devletin “sanki acenteymiş” gibi ele alınmasında fayda olabilir mi?   

Devletin acente olarak görüldüğü yaklaşım Anglo-Amerikan siyasi düşüncesine aittir ve net ifadesini kontraktaryen gelenekte bulur. Devletin mülk sahibi olarak görüldüğü yaklaşım ise dünyanın geri kalan kısmı için uygun olarak düşünülür ve bazen de Kıta Avrupa’sına atfedilir. Ancak bu genellemenin bugün için geçerliliği yok. Artık bakışlar iç içe.

“Mülk sahibi” devlet hangi koşullarda sanki acenteymiş gibi davranarak amaç fonksiyonunu optimize edebilir? Devlet ne zaman toplumsal taleplere hassas olmasının kendi –ve temsil ettiği çıkarların- bekası açısından rasyonel olduğunu düşünebilir? Neden devlet sık sık toplumsal talepleri karşılamamayı optimal strateji olarak görmektedir? Üstelik aydınların önemli bir kısmının sıklıkla devlete “akıl verdiklerini” ve bu stratejinin devletin uzun dönemli çıkarları açısından da yanlış olduğunu iddia ettiklerini, fakat ikna edici olamadıklarını görüyoruz. Genel tezleri toplumsal talepleri hemen karşılamanın gerekli olduğu şeklinde.

Bu insanlar görüşlerini “acente devlet” görüşüne dayandırmayı ve/veya direkt olarak siyaset felsefesi düzleminde ifade etmeyi –amaçları açısından muhtemelen haklı olarak- yetersiz bulmakta, tezlerini aynı zamanda devletin ve temsil ettiği güçlerin çıkarları açısından da rasyonel bir stratejinin öğeleri olarak sunmayı denemekteler. Son 45 yılda pek başarı kazandıkları söylenemez.

Mesajın içeriği tasarımın mantığını değiştirmez: “Planlama yap”, “gelir dağılımını düzelt”, “tam tersine bırak her şey piyasa olsun”, “liberal ol”, “AB’ye gir”, “Hayır AB’ye girme” vb tamamen ters tavsiyelerin mantıken birbirlerinden farkları yoktur.

Mülk sahibi devlet ve yönetici elitin davranışının üç kısıt altında şekilleneceğini varsayalım. İlk olarak, devletin kredibilitesi yönetici elitin gücünü korumasının ne kadar olası olduğuna bağlı olabilir. Düşük bir olasılık söz konusuysa devlet hesap verir olmayı istemeyecektir.

İkinci olarak, elitin devrilmeme olasılığı –dolayısıyla devletin kredibilitesi- yurttaşların eliti devirme olasılığına bağlı olacaktır. Yurttaşların eliti herhangi bir yolla devirme olasılığı devirme yönünde bir tercih oluşturmalarına olduğu kadar, devirme kapasitelerine veya olanaklarına da bağlıdır. Mülk sahibi devletin en kötü etkiyi yaratabileceği durumlardan birisi, söz konusu devletin toplumun devleti yöneten eliti devirme isteğinin olduğu, fakat –henüz- devirme kapasitesinin olmadığına inandığı durumdur. Bu durumda yöneten elit toplumsal aktörler karşısında –belki kendi dayandığı ve kısmen temsil ilişkisi içinde olduğu toplumsal aktörler hariç- paranoyaya varan bir kuşku içine düşebilir. Fakat bu olasılık gerçekten de yüksek olabilir: Toplum gerçekten de ekonomik gelişmeyle veya demokratikleşmeyle doğru orantılı olarak eliti devirme niyetinden vazgeçmeksizin devirme imkanlarını artırabilir. Bu durumda mülk sahibi devlete akıl verenlerin aklına devlet katında itibar edilmemesi doğaldır. “Paranoya” haklı nedenlere dayanmaktadır.

Üçüncüsü, yönetici elitin potansiyel ayakta kalma olasılığından da bahsedebilir ve bu olasılığı sosyolojik ve jeopolitik faktörlere bağlayabiliriz. Devlet politikaları toplumsal aktörlerin talepleriyle ne kadar uyuşuyorsa elitin aktüel ayakta kalma olasılığının potansiyel ayakta kalma olasılığına o kadar yaklaşacağını da düşünebiliriz ve devlete akıl veren entelektüellerin varsayımı da muhtemelen budur. Ancak acaba devletin potansiyel ayakta kalma olasılığı ne kadardır? Bu olasılık yüksekse toplumsal talepleri karşılayarak sanki acente davranışı göstermenin, yukarıdaki varsayımla, devletin aktüel ayakta kalma olasılığını artıracağını söyleyebiliriz.

Ancak aktüel ayakta kalma olasılığının devletin topluma uyum sağlayıcı politikalar izlemesiyle artmasının devletin kredibilitesine, istenirse “devlet olma niteliğine”, zarar vereceği bir eşik de var olabilir. Yani bu strateji monotonik olmayabilir ve entelektüeller bu kırılma noktasını da kaçırabilirler. Nitekim pek çok durumda devlet talepleri kabul etmenin zaaf olarak algılanacağını ve kredibiliteyi artırmayıp tersine azaltacağını düşünmektedir ve haklı olması ihtimal dahilindedir.

Daha da önemlisi yönetici elitin potansiyel ayakta kalma olasılığı düşük olabilir. Düşük bir potansiyel olasılık söz konusuysa, toplumsal talepleri karşılamamak optimal strateji olarak yönetici elitin önüne çıkmaktadır. Bu durumda entelektüellerin devleti ikna etme stratejisi tamamen yanlış temeller üzerine kurulmuş olacaktır ve tek çıkış noktaları yönetici elitin aslında yüksek olan bu olasılığı düşük gördüğünü, yani yanlış algıladığını, savunma noktasındadır. Bu çıkış zayıf bir çıkıştır çünkü: (a) Devlet prensip olarak kendi bekasının gereğini daha iyi görebilecek durumdadır ve zaten daha iyi gördüğünü düşünmektedir: Devlet de entelektüellerin durumu yanlış algıladığını söyleyebilir. (b) Devlet de “öğrenme süreci” yaşamaktadır ve asimptotik rasyonaliteye sahiptir. Bu noktaları reddetmek devlete irrasyonalite atfetmek olur ve bu durumda ikna etmeye çalışmanın yararı zaten yoktur.

Devleti yöneten elitin ve/veya dayandığı gücün/sınıfın bekası olasılığı çok düşükse veya çok yüksek olmakla beraber devlet politikalarından bağımsızsa, mülk sahibi devletin sanki acente gibi davranması beklenemez. Kontraktaryen bir bakışı “sanki” perspektifiyle öne sürmek pozitif bir açıklamaya katkı sağlamaz. Bu durumda devletin –kendi dayandığı güç veya sınıf dışından gelen- “diğer” toplumsal talepleri karşılamasını istemek yönetici elit tarafından ciddiye alınmayacaktır. Daha da önemlisi argümanların ait olduğu düzlemi ayırarak, acente devlet görüşünü ait olduğu siyaset felsefesi düzleminde savunmak ve acente devlet esprisiyle zaten bağdaşmayan ikna etme rolünden vazgeçmek olabilir.

Özet: (a) Devleti “acente” olarak görüyorsanız “akıl vermeye” kalkışmazsınız çünkü acente zaten toplumsal talepleri kendisinde toplar ve temsil eder. (b) Devleti “mülk sahibi” olarak görüyorsanız yine “akıl vermeye” kalkışmazsınız çünkü sadece kendisinin aklına ihtiyacı vardır: Akıl vermek devletin parçası olunursa mümkündür. “Başka türlü ol” demek akıl vermek değildir. (c) Yine de bu son pozisyon –dışarıdan akıl vermek- bir “teknoloji” içinde kısmi anlam kazanabilir. Yukarıda bu “teknolojinin” olası durumlarına özetle bakmayı denedik: Oyun ağacının “dışarıdan akıl vermeyi” optimal kılacağı durumların sayısı az.