Üç ölüm, üç nokta...

<em>"Belki de farklı bir şey yapmalıyız, parmak bir şeyi işaret ediyorken parmağa değil, işaret ettiği şeye bakmalı diyen Fransız atasözünü hatırlayarak, Mehmet Pişkin bu video ile bize ne anlatmak istiyor ya da ne anlatıyor üzerine düşünmeliyiz." </em>

Metin Tulu

“Merhabalar, Mehmet Pişkin ben... 16 Ekim 2014 sabah saatlerindeyiz… doğrudan konuya gireyim: Bu bir intihar notu…”
.....
İnternet dünyası dün bir kez daha bu sözlerle başlayan sarsıcı bir video ile tecrübe etti kendini. 37 yaşındaki bilgisayar yazılımcısı Mehmet Pişkin intihar etmeye karar vermişti ve kendi kaydettiği video aracılığıyla bunu duyuruyordu.

Haber siteleriyle birlikte sosyal medya da hemen reaksiyon verdi kimileri Mehmet Pişkin ile duygudaşlık kurarken kimileri ise videonun samimiyetini sorgulamaya başladı. Tüm gün ve gece boyunca sürdü tartışma…

Parmak bir şeyi işaret ediyorken parmağa bakan ahmaktır
Sosyal Medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte sıklıkla, mahremiyetin buharlaşmasından, sürekli göz önünde olmanın var olmakla eş değer hale gelmeye başladığı bir iklimden söz ediyoruz. Yediklerimizin, gezdiğimiz yerlerin ve aşklarımızın nerdeyse pornografik bir sunuma dönüşmesinden ve insani vasıflarımızın giderek deforme olmasından. Bir nevi “sıradan dışavurum” dan. Gerçekten de üzerine düşünülmesi ve tartışılması gereken bir konu bu.

Ne var ki Mehmet Pişkin’in yayınladığı video üzerine düşünürken, bu eylemi sindirmeye ve bu dışavurumu anlamlandırmaya çalışırken tümüyle yararsız bir tartışma.

Ne “güzel insanları kusan kötü bir dünya bu” diye düşünmek ne de “iyi de bu adam bu videoyu neden kaydetti ki” diye sormak kafamızı allak bullak eden bu eylemi sindirmemizi sağlamıyor. Aklımızın bir köşesinde delici bir tartışma yürüyor.

Belki de farklı bir şey yapmalıyız, parmak bir şeyi işaret ediyorken parmağa değil, işaret ettiği şeye bakmalı diyen Fransız atasözünü hatırlayarak, Mehmet Pişkin bu video ile bize ne anlatmak istiyor ya da ne anlatıyor üzerine düşünmeliyiz.

Üç ölüm, üç ülke
Yakın zamanda üç medyatik ölüme tanık olduk. Medyatik fazlasıyla olumsuz çağrışımları olan bir kelime, daha nötr bir ifade kullanırsak “gözümüze servis edildi.”

İlk olay, Cem Gariboğlu’nun hücresinde intihar ettiği idi. Gariboğlu 23 yaşındaydı. Kendi ailesi ve yakın çevresi dışında sadece Perihan Mağden’in anlamaya çalıştığı bir nefret objesi olarak hayatını bitirdi. Öyle ki gerçekten intihar edip etmediği konusunda spekülasyonlar halen devam ediyor. Büyük olasılıkla hayatını sona erdirirken onu baskılayan asıl şey vicdanı değil şaşkınlığıydı. Hayatında ‘anlamı’ para ile satın alma ilişkisi üzerinden kurgulayan Gariboğlu, içine düştüğü durumun şaşkınlığı içinde kimsenin sırtını tapişleyip “aslında sen de haklısın, erkek adamsın sonuçta” dememesine şaşırıyordu, parası olanların ve erkek olanların her davranışının anlaşılabilir olduğunu öğrenmişti o. Sonrasında içine düştüğü bu yeni dünyada ne yapacağını, nasıl sürdüreceğini bilemedi.

Nejat Ağırnaslı, Kobane’de İŞİD çetelerine karşı savaşırken hayatını kaybetti. 28 yaşındaydı. İlkokul yıllarından başlayıp uzun yıllar süren eğitim hayatını bitirip, toplumda genel olarak kabul edildiği şekliyle bir şeyler yapmaya başlayacağı, üretmeye başlayacağı zamanın eşiğindeydi. Kendisi ve yaşadığı toplum için en 'anlamlı' olduğunu düşündüğü şeyi yaptı. İntihar etmedi ama Kobane’ye giderken ölümünü arka cebine koyup da gitti.

Ve Mehmet Pişkin, 37 yaşındaydı artık ‘anlam’ üretemediği için, bu şekilde devam etmeye isteği kalmadığı için kendi iradesiyle hayatına son verdi.

Yeni Türkiye’nin kendisine vaat ettiklerini sınırsız sanan bir gencin şaşkınlığı, bugün için devrimci olmayanların daha çok 70’li yıllardan aşina olduğu türden bir kendi yaşamını halkı ve değerleri için feda etmeyi göze alma ve ileri kapitalist ülkelerde pek çok emekçinin hissettiği boşluk duygusu… Üç farklı zamana ait görünen üç farklı olay.

Bu üç olayın bir hafta gibi bir zamanda arka arkaya gelmesi ise 31 Mayıs 2013 gecesinden beri hayatın olağanüstü hızlandığı ülkemizde yaşanan kültürel kırılmaların simgesel bir dışavurumu gibi.

Zor bir zamandan geçiyoruz, Haziran direnişi ile kabından dışarı taşan öfke ve enerji, bizi baskılamaya çalışan düzenin bütün kirini üzerimize kusan tapeler, gözümüzün önünde trafoları patlatan kediler, burnumuzun dibinde katliamlar yapan İŞİD çeteleri, Gezi’de yan yana durup biber gazına karşı solüsyonlarını paylaşanların bugün sosyal medyada karşı karşıya gelmesi… Ve bunların hepsinin 1.5 yıl gibi kısa bir sürede gerçekleşmiş olması.

Pek çoğumuz bir kasırgaya karşı durmaya çalışan bitkiler gibi hissediyor kendisini. Cılız kökleriyle sıkıca toprağa tutunmaya çalışan ve insan kalmaya çalışan bitkiler. (“Böyle bir hayat için yeterli donanımım yok” diyor Mehmet Pişkin)

Bir kişinin hayatını sonlandırma kararının karşısına “Yaşam güzeldir, vazgeçmemelisin” gibi bireysel telkinlerle çıkmanın geçersiz olduğu bir zaman bu. Ancak 'gerçek' olan ve bu yüzden de geçerli olan bir şey var:

Bugün ihtiyacımız olan tekil tekil hayatı sevmek, her şeye rağmen üretmeye ve eğlenmeye çalışmak değil, birlikte yeni bir hayat inşa edebilecek anlamlar yaratabilmek. “Anlam” her zamankinden daha çok, bireysel olarak değil kollektif olarak inşa edilebilecek bir kavram bugün.

Yaşantılarımızın kıyısında durup kendimize, geçmiş ve geleceğimize bakarken ve dahası karşı karşıya durup birbirimizin gözlerinin içine bakarken söyleyebileceğimiz tek “gerçek” bu. Değilse... hayat, anlam ve ölüm çizgisinde mutlak bir yalnızlık….