Medyamızın her zamanki hali: 'Abi n'apıyoruz? Bu manşet savaş çıkarır'

Beşar Esad ile röportaj randevusu aldıktan sonra Başbakan'ın talimatıyla Suriye'ye gitmekten vazgeçen gazetecilerin olması, ülke medyasında neredeyse konu olmayı bile başaramadı. Türkiye medyasının yakın geçmişi ise, bu sessizliğin nedenini açıklıyor.

Artık hepimiz biliyoruz, geçtiğimiz hafta bazı gazeteciler, “Esad ile röportaj yapmak üzere” Suriye’ye gitmeye karar vermişler, ancak bundan son anda vazgeçmişlerdi. Gazeteciler Mehmet Ali Birand, Ertuğrul Özkök ve Amberin Zaman, Suriyeli gazeteci Hüsnü Mahalli’nin aracılığıyla Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’dan aldıkları randevuyu iptal ettirmişlerdi.

Birand, Özkök ve Zaman, gazetecilik açısından bu kadar önemli bir röportajdan neden vazgeçmişlerdi?

Söylenene göre, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan bu görüşme için vize çıkmamıştı. Bir diğer iddiaya göre ise, Özkök ve Birand, kendi yayın grupları Doğan Medya tarafından gönderilmemişti. Habertürk yazarı Zaman’sa yöneticisi Fatih Altaylı’dan, “bu röportajı zaten yayınlamayacağız” yanıtını almıştı. Çünkü, Suriye “düşman” ülkeydi ve bu ülke Başkanı’nın söyleyeceği her söz, “düşman propagandası” olarak algılanabilirdi.

Gazeteciler Birand, Özkök ve Zaman, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’dan aldıkları randevuyu iptal ettirdiler. Bu görüşmeden vazgeçilmesine gerekçe olarak Başbakan’dan “vize çıkmaması” gösterildi. Çünkü Suriye “düşmanımızdı” ve “düşman ülke” Başkanı’nın söyleyeceği herşey “düşman propagandası” olarak algılanabilirdi.

Aslına bakılırsa, bu iki iddia arasında önemli bir fark var da denemez. Her iki olasılık için de aynı şeyi söyleyebiliriz rahatlıkla: “İktidardan duyulan büyük korku” ve Türkiye medyasının “genetik” yapısı...

Başbakan'ın müdahale ettiği gazetecilik...
Bu söylentiler üzerine öyle sanıldığı gibi uzun uzun “etik ve gazetecilik” tartışmaları da yapılmadı zaten. Üstelik, var olan medya ve söz konusu olan da bu isimler olunca, kim, nasıl bir “medya ve etik” tartışması yapabilirdi ki?

Bir başka açıdan daha bakalım bir Başbakan bir gazetecinin işine karışabilir mi?

Burası Türkiye… Başbakan’ı Erdoğan, iktidarı AKP, sözü geçen gazetecileri de Birand, Özkök ve Zaman olunca, bu parametrelerle yapılacak her hesaptan “haber”, “gazetecilik” ve “etik” dışında her olasılık çıkabilir aslında.

Bu arada, Cumhuriyet gazetesinden Utku Çakırözer, çıkmayan "vize"ye rağmen Suriye'ye giderek Esad'la yapılmış çok başarılı bir röportaja imza attığını hatırlatmadan geçmeyelim.

“Vururum”, “Bizden günah gitti”, “Suriye artık düşman” başlıkları atan, yazdıkları köşe yazılarıyla, iktidara kriz anında izlemesi gereken “askeri manevralar” hakkında akıl vermeye kalkan da benzer isimler aslında.

Bunlar da bizi şaşırtmıyor artık.

Bu ülkenin medya tarihi, her sıkışıldığında Yunanistan’a savaş ilan eden, komşu bir ülkeyle yaşanan en küçük krizde bile “tükürüğümüzle boğarız” manşetleri atan, hesapsızca “vuran”, her askeri tatbikatı –artık, o günlerde hangi ülkeyle sorun varsa- “şu ülkeye gözdağı gibi tatbikat” olarak haberleştiren gazete ve gazetecilerle doludur.

Tüm bunlar bir yana bu ülkenin, “cephede düşman kurşunlayan”, halkını sadece birkaç keçinin oluşturduğu bir kayalığı “Yunan’ın elinden almaya” kalkan, uçağa atlayıp “Apo’yu almaya gittiğini” söyleyen gazeteciler görmüşlüğü de vardır.

İşte size “şanlı basın ve savaş” tarihimizden, her daim unutulmasına izin vermemiz gereken örnekler… Birkaç istisna dışında söz konusu isimlerin hepsini tanıyorsunuz aslında: Medyamızın anlı şanlı yöneticileri…

Temel ilke: Gazeteci şiddeti kışkırtan yayın yapamaz…
Örneklere geçmeden önce, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin “Gazetecinin Temel Görev ve İlkeleri” adı altında yayınladığı ve her gazetecide var olması gereken basın etiği kurallarından bazılarını hatırlatalım…

- Gazeteci her türden şiddeti haklı gösteren özendiren kışkırtan yayın yapamaz.

- Gazeteci, başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite, cinsiyet, dil, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan, tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve uluslar arasında nefreti, düşmanlığı körükleyen yayınlar yapamaz.

Bu ülkede "hukuk" artık “Silivri mahkemeleri”dir. Böyle bir ülkede, bir meslek grubu için, ikinci dereceden yasa anlamına gelen bu kuralların, sadece nostaljik bir “teferruat” olarak kalması da doğal aslında...

'Cephede bir Sırp da ben öldürdüm'
Yıl, 1993, Bosna Savaşı… Türkiye gazetesi muhabiri Yusuf Sancak, o günlerin ünlü siyasetçisi Hasan Celal Güzel ile birlikte resmi bir ziyaret için Bosna Hersek’e gitti. Birkaç gün sonra gazetesinin, “Yusuf Sancak cepheden bildiriyor” spotuyla verdiği haberin manşeti şöyleydi:

“Cephede bir Sırp vurdum!”

Sırplar, bu haberden sonra Türk gazetecilerinin kendileri için askeri hedef olduğunu duyurdular doğal olarak.

Bırakın gazetecilik etiğini falan, Yusuf Sancak ve Türkiye gazetesi için “insanlık meselesinden” nasiplerini almışlardır, diyebilir miyiz?
Yusuf Sancak, halen gazetecilik yapıyor mu, bilmiyoruz.

Ama ancak, her ne kadar “cesaret” konusunda Sancak’a yaklaşamasalar da, “savaş çığırtkanlığı” konusunda “üstün yaratıcılıkla” tarihe geçmiş birçok isim, yönetici olarak gazete ve televizyonlarda halen.

Bir Başbakan bir gazetecinin işine karışabilir mi? Burası Türkiye… Başbakan Erdoğan, iktidar AKP, sözü edilen gazeteciler de Birand, Özkök ve Zaman olunca, bu parametrelerle yapılacak her hesaptan “haber”, “gazetecilik” ve “etik” dışında her olasılık çıkabilir aslında.

Keçilerin memleketini işgal…
Türkiye’de belli yaş grubunda olup da, çocukluğu “ha bugün ha yarın Yunanistan’la savaşacağız” diye korkuyla beklemeden geçmeyen yoktur.
Bazılarımız ise en azından “Kardak Krizi”ne yetişmişlerdir mutlaka.

1995 yılıydı ve her şey bir Yunan televizyonunun yayınladığı "Türkiye Yunan adalarına göz dikti" haberi ve ardından Kalimnos Adası Belediye Başkanı'nın Kardak Adası’na Yunan bayrağı dikmesiyle başladı.

O sırada Türkiye’nin Başbakanı Tansu Çiller’di ve ülke, 5 Nisan Kararları'nın yarattığı ekonomik krizle boğuşuyordu. O günkü iktidar açısından, gündemi değiştirmek için bundan iyi fırsat olamazdı. Geleneği düşünüldüğünde, medyanın bu iş için zaten dünden hazır olacağı da belliydi.

Yunan Belediye Başkanı’na yanıt, iktidardan önce gazetecilerden geldi.

Bu arada hatırlatalım, “ada” dediğimiz, halkını birkaç gariban keçinin oluşturduğu, beş on metrekarelik bir kayalıktı. Ama “olsun, bizimdi!”…

Hürriyet gazetesinin de içinde bulunduğu bazı gazetelerin muhabirleri, ertesi gün bu kayalıklara çıkarak, Yunan bayrağını indirip Türk bayrağını diktiler… Boy boy fotoğraflar ve “aldık”, “diktik” haberlerinden geçilmiyordu gazetelerin ilk sayfaları… Karşılıklı askeri güçlerin kıyaslandığı haberler yapılıyor, toplar, tanklar ve asker fotoğraflarıyla dolduruluyordu ilk sayfalar…

O günlerin gazeteciliğini anlatacak daha iyi bir “hatıra” yoktur herhalde. İşte, o dönem Hürriyet’te çalışan Fatih Altaylı’nın ağzından bir haber toplantısının ayrıntıları:

“Hürriyet Gazetesi yazı işlerinde bir sabah toplantısı…

Masa kalabalık. Başta Özkök oturuyor. Yanında Fikret Ercan, Tufan Türenç. Tam kadro herkes orada. Tabii o zamanki adıyla Hürriyet Haber Ajansı Genel Müdürü Uğur Cebeci de...

Uğur gündemi anlatırken bir Yunan televizyonunun Kardak kayalıkları denilen ve Türkiye’ye ait olduğu iddia edilen bir yere Yunan bayrağı diktiğini anlattı.

Bunun üzerine yazı işlerinde Uğur Cebeci’ye takılmaya başladık. ‘Bak Yunan gazetecilere. Adamlar ülkelerine toprak katıyor. Sen boş otur. Bir yere bayrak diktiğin mi var’ gibi takılmalar.

Tabii Kardak’a Yunan bayrağı çekildiği haberini gazetede kullandık.

Ertesi gün yine aynı toplantı odası.

Uğur Cebeci odaya büyük bir çalımla girdi ve toplantı masasına bir grup fotoğraf fırlattı. ‘Alın işte size gazetecilik’ diye.

Bizim takılmalarımız üzerine Uğur, yememiş içmemiş İzmir Bürosu’ndan Cesur Sert’i bir helikoptere koymuş ve Kardak kayalıklarına yollamış. Cesur da inmiş, Yunan bayrağını indirmiş, yerine Türk bayrağını dikmiş.

Öğleden sonra gazeteye geldim. Yazı işleri salonuna girdim. O da ne? Uğur Cebeci’nin diktirdiği, Cesur Sert’in de diktiği bayrak, gazetede tam sayfa manşet.

Hemen Ertuğrul Özkök’ü yakaladım. ‘Abi, napıyoruz. Bu manşet savaş çıkarır. Bari bu kadar büyük vermesek’ dedim.

Özkök, Hürriyet’in geçmişte de benzer haberler yaptığını, Hürriyet’in misyonunda böyle haberler olduğunu, Kıbrıs davasına da böyle sahip çıkıldığını falan anlattı. İkna edemedim.

Haber aynen çıktı gazetede ve ortalık birbirine girdi. Tam dediğim gibi, neredeyse savaş çıkacak.

Telefonum çaldı.

Telefonda Özkök. Hayli neşeli, ‘Bak olanları gördün mü?’ dedi.

‘Gördüm, haklı çıktım’ dedim. ‘Haklı çıkmadın. Türkiye’nin çıkarlarını koruduk ve gündem yarattık’ dedi.”

O toplantıdan birkaç gün sonra, kayalığa giderek bayrak dikenler arasında Altaylı da yer aldı zaten.

Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton bile daha sonra “üzerinde keçilerin yaşadığı Kardak kayalıkları yüzünden Türkiye ve Yunanistan’ın savaşın eşiğine geldiğini öğrenince bunun bir şaka olduğunu sandım” ve “neyse, en azından keçileri kurtardık” diye yazacaktı anılarında.

'Makarna yiyen aptal olur, sonra da Apo’yu saklar'
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın, 1998 yılında Suriye’den çıkarılmasıyla, aynı yıl medyamızın savaş ilan ettiği ülke sayısı beşe çıktı. Medya, Öcalan’ın gittiği her ülkeyi haberleriyle tehdit ediyor, çıldırmış gibi bu ülkelerin ürünlerini boykot çağrıları yapıyordu…

Abdullah Öcalan’ın ülke ülke dolaştığı o yılda biri çıkıp, “medyamız”ın aynı kişileri ya da ülkeleri kaç kez “en büyük dost” ve “en büyük düşman” ilân ettiğini hesaplamaya kalksa, bu hesabın içinden çıkamaz herhalde.

O günlerin gazeteciliğini anlamak için Hakan Aygün ve Show Tv’ye bakmalıyız. O zamanlar Show Haber’in Ankara Temsilcisi olan Hakan Aygün, Öcalan’ın İtalya’da bulunduğu sırada kalkıp, bu ülkeye gitti. Ve oradan şöyle bir haberle döndü: “Hakan Aygün Roma’dan bildiriyor, fazla makarna yemek insanı aptal yapıyor”.

Aygün’ün haberinde, şunları görüyorduk:

Roma’daki restoranları tek tek dolaşan Aygün, birinde oturup makarna yemeye başlıyor. Bu arada, makarna tanelerini solucan tutar gibi tutup, kameraya göstermeyi de ihmal etmiyor. Ve bu haberden sonra da şöyle bir tespitte bulunuyordu:

“İtalyanlar, çok makarna yedikleri için aptal olmuşlar ve bu yüzden Apo’yu misafir ediyorlar”.

Bu haber, bu ülkenin en büyük ulusal televizyon kanallarından biri olan Show Tv’de ilk haber olarak yer alabildi.

'Bölücübaşını almaya gidiyorum'
Kasım 1998, Hürriyet gazetesinin birinci sayfası bir uçak ve merdivenlerinde “büyük savaş muhabirimiz” Fatih Altaylı… Haberin manşetinde şu yazıyor:

“Bölücübaşı Apo’yu almaya gidiyorum”…

Altaylı kim? Gazeteci mi asker mi, diplomat mı?

Altaylı o günlerde, kendisini söz konusu haberi nedeniyle eleştiren Aktüel dergisine de bir çift söz etmeden geçmiyor:

“... Gerizekalı entel kafası... Daha doğrusu içinde beyin olmayan kompleks dolu aşağılık kafa”…

Uzanlar'ın cin fikirleri
Ne Aygün ne de Altaylı… O günlerde, şimdinin Star’ı olan İnterstar’ın yaptığı “gazetecilikle” kimse yarışamazdı… O zamanlar Telsim ve Türkcell adlı iki telefon şirketi vardı ve bunlar büyük bir rekabet halindeydiler. Telsim, o günlerde İnterstar’a da sahip olan Uzanlar’a aitti.

İnterstar, kendi kanalında yayınlanan Galatasaray-Juventus maçının devre arasında şöyle bir haber yayını yaptı:

“Biliyorsunuz Juventus Galatasaray’a çeşitli oyunlar yaptı. İtalya Apo’ya kucak açtığı için protesto ediliyor. Milletçe İtalyan mallarını almıyoruz. Fakat Apo’ya ve PKK’ya kucak açan başka Avrupa ülkeleri de var. Başta İsveç. PKK’nın Avrupa’daki üssü. Ama biz İtalya’yı protesto ediyoruz, İsveç’i ise etmiyoruz ve onların ürettiği Ericsson telefonlarını alıyoruz, Ericsson’un ortak olduğu Türkcell’e abone oluyoruz.”

Değil Türkiye, dünya medya tarihine girecek ibretlikte bir haber.

Kaç askerle gireceğiz…
Türkiye’nin ABD’nin yanında Irak’a girmesi anlamına gelen 1 Mart 2003 tezkeresi daha Meclis’e gelmeden,“medyamız” için savaş çoktan başlamış, biz Irak’a girmiştik.

Bu ülkenin medya tarihi, her sıkışıldığında Yunanistan’a savaş ilan eden, komşu herhangi bir ülkeyle yaşanan en küçük krizde bile “tükürüğümüzle boğarız” manşetleri atan, hesapsızca “vuran”, “saldıran” gazete ve televizyon haberleriyle doludur. Bırakın bunları, bu ülkenin, “cephede düşman kurşunlayan”, halkını sadece birkaç keçinin oluşturduğu kayalığı “Yunan’ın elinden almaya” kalkan, uçağa atlayıp “Apo’yu almaya gidiyorum” diyen gazeteciler görmüşlüğü de vardır.

Gazete ve televizyonlarda savaş planları anlatılıyor, konuk ettikleri emekli askerlerle “hangi tümen nereden girecek” sorularına yanıt bulunmaya çalışılıyordu. Yeni Şafak “İşte Mehmetçik’in yeni görev bölgesi” başlığını atıyor ve Kuzey Irak’ta oluşturulacak olan askeri koridorun ayrıntılarını veriyor, Hürriyet ise “Türkiye 80 bin askerle girecek” başlığıyla dünyaya meydan okuyordu.

Bir örnek de Samanyolu’ndan.

Haber:“Nusaybin organize sanayi bölgesi Amerikalılar’ın üssü oluyor”…

Spiker: “Yıllarca atıl duruma düşen sanayi bölgesinde hummalı bir çalışma var. ABD bu tesislerin 23 Mart’a kadar yetiştirilmesini istiyor. İşçiler gece-gündüz çalışıyor. İnşaata 1990’da başlanmış. Türk işçiler 23 Marta kadar tesisleri Amerikalılar’a hazırlamaya çalışıyorlar.”

Show Haber ise, savaşa dair başka bir ayrıntıyı haberleştirmeyi tercih ediyordu:

“Gebze’de bir firma ABD askerleri ve mülteciler için 100 bin sıcak yemek hazırlıyor.”

Ve tezkerenin reddi…
Tezkerenin Meclis’te reddinin ardından yapılan gazeteciliğe baktığımızda, bu durumun “medyamız”da adeta Amerika’dan daha büyük bir hayal kırıklığı yarattığını görüyoruz.

Haber spikerlerinin canlı bağlandıkları Meclis muhabirlerine ilk soruları “milletvekillerinin yüz ifadesi nasıldı” oluyor. Amerika temsilcilerine bağlanan televizyonlar, “ABD şimdi tedirgindir, Amerikan tarafı şimdi ne yapacak?” diye soruyorlardı. Tüm gazeteciler, ABD’nin derdinin peşine düşmüştü sanki!

Ve ertesi gün, gazetelerde neredeyse tek manşet:

“Türkiye tam anlamıyla şok yaşıyor”…

Milliyet’ten Fikret Bila, tezkerenin reddinden altı ay kadar sonra Irak savaşıyla ilgili Amerika ve Türkiye arasında imzalanan gizli bir anlaşmayı çıkardı ortaya.

Öyle sanıldığı gibi kıyamet kopmadı yine… Kimse de kimseye, “bu anlaşmayı kim kiminle, kimin adına yaptı” diye de sormadı zaten…

Bu gizli anlaşmadan geriye sadece, tezkerenin reddinden dolayı duyulan pişmanlık manşetleri kaldı:

“Türkiye’nin seyri değişecekti”
“PKK’yı bitirecek inanılmaz plan”…
“Tezkere geçseydi PKK bitecekti” (O gün Hürriyet ve Milliyet’in de dahil olduğu dört gazete aynı manşetle çıktı).

Ve ibretlik bir manşet daha, Milliyet’ten:

“KKTC resmen tanındı”…

Bu manşet neye dayanarak mı atıldı? Yapılan gizli anlaşmada yer alan ve “savaş sırasında, Kıbrıs’ta bulunan Ercan Havaalanı’nın da kullanılacağı”na dair maddeye…

Bunlar “gazeteci” bu ülkede ve bunlar da “haber”!

Böyle bir ülkede “medya ahlakı” tartışılabilir mi? Bırakın medya ahlakını…

Savaş açlıktır, kıtlıktır, ölümdür, dinmeyen ve dinmeyecek olan acılardır… Yukarıdaki gazeteciler, tüm bunları bilmiyor olabilirler mi?

Hatice İkinci (soL)