Her gün değil, hiç yazmasınlar!

Başbakan ile köşe yazarları arasındaki “kayıkçı dövüşü” sürerken, köşelerin hali “hiç olmasalar” dedirtiyor. Sınırlı birikimleriyle sınırsızca yalakalık edenler yanında, evlilik ve seks yaşamını anlatanlar da var.

Tayyip Erdoğan’ın yandaşlıkta yetersiz bulduğu köşe yazarlarını ima ederek, “daha az yazmalarını” talep ettiği konuşmasının etkileri sürüyor. Köşecilerin hemen tümünün açık ya da örtülü biçimde hak verdiklerini açıklamalarına bakılırsa, Başbakan’ın hamlesi işe yaramış görünüyor. Bu arada kimi isimler, “keşke daha anlayışlı olsa” tarzında “ölçülü” eleştiriler getirerek, “kayıkçı dövüşüne” inandırıcılık katmayı deniyorlar.

Basın özgürlüğünün temelinde, halkın haber alma ve aydınlanma hakkının bulunduğu göz önüne alındığında, köşe yazısı adı altında sunulanların önemlice bir kısmının, “hiç yazılmamış olması” gerektiği ortada. Çünkü, sınırlı birikimleri ve analiz yetenekleriyle iktidar güzellemeleri düzmek için sık sık karalamak ve çarpıtmaktan kaçınmayan kalemlerin yanı sıra, evlilik ve aşk yaşamlarının en ince detaylarını sakil biçimde ortaya dökenleri ya da faşizan düşüncelerini sapkın hayalleriyle birleştirerek sözde siyasi değerlendirme yapanları, “basın etiği” adına sahiplenmek mümkün değil.

Bunları yazacaklarsa, hiç yazmasınlar
Basın özgürlüğü ve etiği adına “yazmamaları” hayırlı olacak köşecileri kendi içlerinde sınıflandırmak mümkün:

1. Tarihsel ve güncel değerlendirmelerinde, siyasi analizlerinde gerçekleri çarpıtmaktan ve halkı yanıltmaktan kaçınmayanlar…
Pek çok köşe yazarının çarpıtma ve yanıltmaya başvurduğu bilinse de, kimi isimler, bu konudaki cüretleriyle diğerlerinden ayrılıyor. Son dönemlerde özellikle Mümtaz’er Türköne, Emre Aköz, Rasim Ozan Kütahyalı, Melih Altınok gibi isimler öne çıksa da Hadi Uluengin ve Engin Ardıç da bu kategoride anılması gereken isimlerden.

Mümtaz’er Türköne: Zaman yazarı Türköne, son olarak dün, tarihi yeniden yazarak, 1 Mayıs 1977’de yaşananları, basit bir provokasyonun neden olduğu paniğe indirgemeyi denedi. 1 Mayıs 77 katliamını, “polise ateş açıldığı” hayali bir örnekle yan yana sunarak zihinleri bulandırmaktan da medet uman Türköne’nin, kitlelerin “maşa haline geldiği” iddiasını savunmak için 1 Mayıs katliamını seçmesi, “işindeki” cüretini kanıtlar nitelikte.

“Bir politik amaç için sokağa dökülen kitleler ellerinde taşlar ve molotofkokteyllerle ortalığı yakıp yıkarken, bazen aralarına giren tek bir kişi bile o koca kitleyi bambaşka bir amacın maşasına dönüştürebilir. Kalabalığın arasından çıkan yüzü maskeli birinin, şeffaf kalkanlarla taşlardan korunmaya çalışan polislere ateş açması veya bir binadan göstericilerin üzerine ateş açılması gibi. 1 Mayıs 1977'yi hatırlayalım. Kalabalığın içinden bir-iki el silah patladı, sonra çatılardan yine birkaç el. Ölen otuzdan fazla insanın sadece biri veya ikisi ateşli silahla ölmüştü. Patlayan silahların yol açtığı panik yüzünden insanların birbirini ezmesiyle o kadar insan hayatını kaybetti.”

Melih Altınok: “…sürüden ayrılmayı göze alıp, ezberlere saldırmak şarttır. Bu düsturla hareket etmeye karar veren bendeniz de, bilgisayarımda bir word sayfası açıp, Bülent Arınç’ın konuşmalarından alıntılar yapıyordum bir süredir. Altında Arınç'ın imzası olmasa bir sosyalistin söylemediğine kimseyi inandıramayacağınız bu sözlere başlık olarak da ‘niçin böyle yapıyorsunuz’ yazmışım. Meali, ‘biz şimdi ne söyleyeceğiz’. Ancak dışındaki duvarları yıkacağım derken kendi ördüğü duvarlara öylesine hapsolmuş ki aklım, şimdiye dek öteledim bu sütunda o sözleri sahiplenmeyi... ‘Barış barış barış’ diye haykıran birine yoldaş deyiverecek dilime niçin platin taktıracakmışım... Evet, ısrarcıyım, son dönemdeki söylemlerini sürdürdüğü sürece yoldaşımdır Arınç.”

Gericiliğin, piyasacılığın ve işbirlikçiliğin bünyesinde cisimleştiği AKP’nin kemik kadrosu Arinç’tan kendisine “yoldaş” çıkaran Altınok’un gayretkeşliği fazla söze gerek bırakmayacak cinsten.

Rasim Ozan Kütahyalı: Geçtiğimiz aylarda özellikle Deniz Gezmiş’e yönelik saldırısıyla dikkat çeken Kütahyalı, bilgisizliğinin de verdiği cesaretiyle “yandaşlıkta” sınır tanımıyor. Bununla beraber, kullandığı dil ve tarzıyla da özel bir yere sahip olan Kütahyalı’dan birkaç “inci”…

“Rekabet gücü yüksek, küresel vizyonu olan firmaları yok, varolan da kaçmak istiyor... Görüntüde olup esasen içi boş olan çakma bir burjuvazimiz var... Aynı şekilde büyük markaların çakmalarından giyinilen, İstanbul’da olanın kötü bir taklidi olan herkesin birbirini tanıdığı ve denetlediği sıkıcı bir eğlence hayatı var İzmir’imizin... İşin eğlence ve çılgınlık kısmının da içi boş yani...” (Kütahyalı’nın İzmir değerlendirmesi)

“Bizlerden evvel, bu darbe anayasasının reddedilmesi için 27 yıl önce mücadele vermiş Bingöllü imamlar konuştu. Özellikle başında geleneksel sarığıyla Abdullah Hoca’nın vicdan abidesi konuşması beni çok duygulandırdı... Molla Abdullah’ı dinlerken tüylerim diken diken oldu. Kuvvetle iman ettiği İslâm dini sebebiyle bu alçak darbe rejimine direnmişti... “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” ahlakına bağlı olmak zorundaydı çünkü... Allah öyle emrediyordu...” (Kütahyalı, Molla Abdullah’dan “demokrasi savaşçısı” imal ediverirken)

“AK Parti Bursa milletvekili Ali Koyuncu’yu daha evvel tanımıyordum. Tanıdım ve çok sevdim. Çok matrak ve sivil bir adam. Tam bir Taraf hayranı... İhracatçılar da gezi boyu Taraf’a övgüler yağdırdılar...” (Kütahyalı, AKP’ye olan gönül bağını gizleme ihtiyacı hissetmezken, duygularının karşılıklı oluşundan da hayli memnun görünüyor).

Emre Aköz: Derinlikten yoksun yorumlarıyla Aköz, hem AKP’ci hem tam boy ABD’ci…

“Başbakan Erdoğan'ın ‘dünya sistemiyle uyumlu olarak Kürt Sorununu çözme çabası’ ise İzmir'in Atatürkçü orta sınıfını geriyor ve saldırganlaştırıyor. Yani Kemalistleştiriyor.

"Başkan Obama'nın 'Ortadoğu barış projesi' bazı çıkar gruplarının nasırına basıyor.
Bunlardan biri silah tüccarları... ABD'nin cumhuriyetçileri onlar adına bastırıyor.
Sonra Washington'daki İsrail lobisi var. Var güçleriyle Obama'yı engellemeye çalışıyorlar.
Her zaman iktidardan yana olan dünya medya devi Robert Murdoch, Obama yönetimiyle didişiyor.
Bu büyük saflaşmada, Obama tarafı geleceği temsil ediyor. Karşı cephe ise statükoyu korumaya çalışıyor.

"CHP ile MHP, karşı cephede yer alıyor. Eğer bu sorunun çözülmesini gerçekten istiyorsa, Ahmet Türk yatsın kalksın, kapitalizme ve ABD'ye dua etsin. Dizginlenmemiş bir Kemalizm'in, Dersim'de ya da Diyarbakır Cezaevi'nde neler yaptığını o bizden iyi bilir."

2) Önemli bir soru peşindeymiş gibi yapıp saçma gündemlerle halkı uyutanlar, bu arada tribünleri de ihmal etmeyenler…
Yukarıdaki grup içinde de adı geçen Engin Ardıç, geçtiğimiz hafta, bayrağa Atatürk resmi yapıştırılmasını gündeme taşımış. Hatta bunu yaparken, “Gazeteci var, gazeteci var... ‘Sur dibinde kaçak et kesimine niçin göz yumuluyor?’ diye soran, ‘Behlül Bihter'i niçin öptü?’ diye soran ya da ‘Beşiktaş maçı kaç kaç bitebilir?’ diye soran türden bir gazeteci de olabilirdim ama değilim” ifadesiyle kendisinin değerini de vurgulayarak, bu mühim meselenin “kanuna uygun olup olmadığının irdelenmesi”, “uygunsa hangi resmin yer alabileceğinin netleştirilmesi” gerektiğini de ısrarla savunmuş.

“Bayrağa yapıştırmadan, yasayı çiğnemeden, suç işlemeden, ayrı bir pankartta ayrıca Atatürk resmi taşımak hiç aklınıza gelemiyor, değil mi arslanlar?” cümlesiyle pek mühim meselesinin çözümüne de değinmeyi ihmal etmeyen Ardıç, son bir çalımla, “Bugün bayram... Şimdi korkuyorum, yazıyı ‘bayramınız mübarek olsun’ diye bitireceğim, budalanın biri çıkıp ‘İslamcı oldu’ diyecek!... Gene de, bayramınız mübarek olsun efendim. Ne derlerse desinler bu saatten sonra... Türkiye'yi hâlâ kendi bildikleri eski Türkiye sanıyorlar” diyerek, gerekli yerlere selam göndermeyi ihmal etmemiş…

3) Özel yaşam striptizcileri…
Özel yaşamlarını, ama özellikle aşk ve seks yaşamlarını sürekli gündeme getirenler arasında ilk sırada Serdar Turgut ve Ayşe Arman var. Kendisini aldatan kocasının hikayesini tüm detaylarıyla köşesinde anlatan, sonra bu yazısı hakkında röportaj vererek günlerce köşe yazılarında evliliğinden, o bitince, arkadaşlarının evlilik ve aldatılma deneyimlerinden söz eden Ayşe Aral’ı da unutmamak gerek.

Ayşe Arman “köşesinde” yıllardır sayısız kez biyolojik, hormonal süreçlerini, “kızının babasını” ve kızını, Serdar Turgut cinsel yaşamını, fizyonomik özelliklerini ve reddediliş öykülerini anlattığından, soL okurlarını bu örneklerden mahrum bırakmak pahasına, Ayşe Aral’dan bir alıntıyla yetinilebilir:

“Kocamı gördüğüm o anı hiç unutmam... On dokuz yaşımda âşık olduğum o adamdan eser kalmamıştı içimde. Sıradan bir adam vardı karşımda, benim için artık hiçbir anlam taşımayan...Yalvardı, ağladı, ayaklarıma kapandı! Hiç bir anlamı yoktu...Taş olmuştum ben taş. Sanki biri tüm duygularımın üzerine beton dökmüştü... İnandığım, güvendiğim, geceleri nefesini dinlediğim, dualarımda “Allah'ım ben ondan önce öleyim de onun acısını görmeyeyim!” dediğim adam benim için artık resmen bir hiçti. Kocamı evden kovdum, en yakın arkadaşım dahil kimselere günlerce hiçbir şey anlatmadım.”

4) Kürt düşmanlığında ve terbiyesizlikte sınır tanımayanlar
Bu haber, ağırlıklı olarak son bir ay içinde yazılan köşe yazılarından yararlanılarak hazırlandı. Ancak, “hiç yazmasınlar” başlığı altında değinmeden geçilemeyecek iki örnek mevcut.

Kürt düşmanlığının en çıplak haliyle yansıdığı bu iki köşe yazısından ilkinde Engin Ardıç, töre cinayetlerini “Kürt halkı” ve “onların ilkelliği” ile ilişkilendirdikten sonra, “bir de biz bu hayvanlar ayrılmasınlar diye binlerce şehit verdik” yazabilmişti.

Diğer örnek, geçtiğimiz aylarda Kürt düşmanlığını sapkın hayalleriyle süsleyerek Rojin’i “seks kölesi” yapmak istediğini yazan Serdar Turgut’a ait.

(soL - Haber Merkezi)