Haziran Direnişi'nin ardından: Gazeteciler bir ayda neler yaşadı?

soL yazar ve muhabirleri, Haziran’ın diğer medyasını yazdı. Anaakım medya bir ayı nasıl geçirdi birlikte izlemiştik, peki buradaki gazetecilerin, habercilerin durumu neydi?

Anaakım medyanın, hatta yandaş medyanın çalışanları nasıl kişilerdi? Ne yapmaya çalışmışlardı? Başlarına neler gelmişti? Direnişçilerden tokat yiyen Habertürk muhabirini herkes tanıyordu. Peki, yolladığı haberleri sansürlenen haberciler? Ya da tersine mesleğini unutup, polise ihbarcılık yapanlar? Elif Örnek, Selin Asker ve Onur Emre Yağan onları anlattı.

Gizleyebileceklerini sandılar
Onur Emre Yağan, Haziran’daki olaylar sırasında hükümet yanlısı medyanın büyük bir baskı altında olduğunu düşünüyor. Apaçık olan gerçeği gizlemeye çalışmanın zorluklarını (!) anlatıyor.

Polisin gazetecilere neden bu kadar düşmanca davrandığını, hatta yer yer “görevleri” gereği etkisizleştirmeleri gerekenler eylemciler değil de gazetecilermiş gibi hareket etmelerini anladığımı sanıyorum.

Sonuçta, Gezi Direnişi sırasında iki çeşit gazeteci tipi vardı. Birincisi anaakım ya da doğru ifadeyle yandaş medya olarak tanımlanan gazeteci toplamı, diğeri de bizim gibi direnişe hak veren ve AKP’yi yapılanlar nedeniyle sorumlu tutanlar. İki tarafın da bütün olarak baskı altında olduğunu söylemekte de sakınca yok kanımca.

Biz sokaktaki insanların gördükleri eziyetin ortadan kalkması için çabalıyorduk, onlar da polis şiddetiyle karşılaşanların yaptığı eylemlerin meşruiyetini ortadan kaldırmak için... Biz çok insani bir refleksle insanların eziyet görmesine de elimizden geldiğince engel olmak için uğraşıyorduk, diğerleri ise polise yer gösteriyordu “şuraya kaçtılar” diye.

Bütün bunlara rağmen onlar da bir çeşit baskı altındaydı sonuçta polis bütün insani, vicdani özelliklerini çöpe atıp saldırmaya başlayınca yandaş falan tanımıyor ve diğer yandan bu yandaş dediklerimiz özgür değil, belki iyi niyetli olanlar da var ama iş, para kaygısıyla kendilerini baskı altında hissediyor. Tabii 60 yaşındaki bir teyzeyle, 15 yaşındaki bir genç kadar onurlu olsunlar diye düşünüyorum yine de.

Polisin gazetecilere sürekli saldırması diyordum. Haksızlıklarını gösteren şöyle bir çelişki var, bir yandan kanundışı eylem yapılıyor ve biz de yasadan aldığımız güçle müdahale ediyoruz diyorlar, diğer yandan biz bu “yasadan alınan” gücü belgeleyince itiraz ediyorlar.

Biz günlerce oralarda koştururken, her seferinde bir polisin gelip “ne çekiyorsun kardeşim, ver bakayım o makinayı” demesiyle karşılaştık. Biraz sağlam durunca karşısında, eğer tenha bir yerde ve yalnızsanız doğrudan saldırıya geçiyorlar, yok etrafında başka gazeteciler ve insanlar varsa “kartını göster” diyorlar. Gazete kimliğini gösterdiğinizde, bu sarı değil diyorlar. (Sarı basın kartını bildiklerinden de değil, kartın rengi sarıysa ikna oluyorlar.)

Sonuçta basına yönelik bu baskı, sansür uygulaması polisin ve hükümetin haksız, hukuksuz duruşunun belgesi niteliğinde. Mesela 31 Mayıs gecesi, unutulur gibi değil İstiklal Caddesi’nde yerde, binlerce biber gazı kapsülü vardı. Herhalde abartısız 5 saniyede bir gaz atıyorlardı. Biz fotoğraf çekerken bir amir geldi “hep bizi çekiyorsunuz biraz da eylemcileri çekin” diye çıkıştı ve fotoğraf makinemi istedi. “Siz bu fotoğrafın gizlenebileceğini mi sanıyorsunuz, şu yere bakın yürünemez durumda” dedim. Çekti gitti adam.

Çekti gitti ama hayra alamet değilmiş, suratımıza yedik sonra kapsülü. Polisin gazetecilere yönelik saldırısının çok yoğun yaşandığı ama gerçeğin gizlenemediği bir dönem yaşadık. Bunu kazanım sayıyoruz.

Haksız olduklarını onlar da çok iyi biliyor, basına düşmanlıklarının, sansürleme çabasının arkasında da bu var. Ama işte güneş balçıkla sıvanmıyor.

Hem polisten 
hem göstericilerden
Elif Örnek, saldırıları sonucu çok sayıda insanı yaralayan, sakatlayan ve öldüren polisin basına dönük tavrını şöyle özetliyor: Bizim arkamızda değilsen, onların arkasındasın.

Gazetecilerin, özel olarak ana akım medyada çalışanların direniş boyunce nasıl hareket ettiğine, neler yaşadıklarına ilişkin gözlemlerimiz oldu elbette.
Birincisi gazetecilerin çalışma saatleri yine çok uzun ve ağırdı. Basında klasik bir söylem vardır “Gazetecinin çalışma saati olmaz” derler. Bu elbette, örneğin bir muhabiri istediği gibi kullanabilmek adına öne sürülen bir argüman. Uzun, aralığı belirli olmayan çalışma saatlerini ve çoğunlukla yaptığı ek mesailerin maddi olarak karşılığını alamamayı da beraberinde getiriyor. Haziran Direnişi’nde bu koşulların zorlayıcılığı en üst seviyeye çıktı.

Direniş süresince, gazetecilerin alanda bizzat etkisini hissettikleri en önemli şeylerden biri polis saldırılarıydı. Gazetecileri sürekli hedef gösteren, patronlarına “Ben karışmıyorum deme, işten at” çağrıları yapan bir Başbakan’ın talimatlarıyla hareket eden, -dilim söylemeye pek varmıyor ama- güvenlik biriminden bahsediyoruz. Polis, gazetecileri doğrudan hedef aldı. Nişan alarak gaz bombası atmaktan dayağa, işlerini yapmalarına engel olmalarına kadar çok örnek var karşımızda. Bu saldırılar, “haber yapamasınlar” düşüncesinden daha çok intikam almaya yönelikti. Polis hem intikam almak, gözdağı vermek hem de daha güçlü olduğunu kanıtlamak ister gibiydi. Taksim İstiklal Caddesi’nde şahit olduğum bir olayı anlatmak istiyorum. Polis yine gaz bombaları, TOMA’larla kitleye gece boyunca müdahale etti. Çok sayıda gazeteci gibi üç AFP (Fransız Haber Ajansı) muhabiri de oradaydı. Üzerlerinde, trafik polislerinin giydiği türden, gece karanlığında parlayan, büyükçe AFP yazan önlüklerden vardı. Muhabirler İstiklal’in bir köşesinde kitleden ayrı yerde çekim yapıyorlardı. Polis gaz bombası attığı süre boyunca bu muhabirlerin bulunduğu noktayı özellikle hedef aldı. Her gaz bombasının ardından kamerayı farklı bir yere taşımalarına ve direnişçilerden uzaklaşmalarına karşın, uzun bir süre boyunca gaz bombalarının hedefi oldular. Burada bence muhabirlerin polisin yanından kiteyi çekmek yerine, kitlenin yanından polisi çekmeyi tercih etmesi de nedenlerden biriydi. Polis ne olursa olsun sizi yanına, arkasına almak istiyor. “Karşıdaysanız, onlardansınız demektir.” Bu gece boyunca karşılaştığım en hafif polis saldırısıydı.

Yaşadıkları ikinci sorun ise ana akım medyada çalışan gazetecilere direnişçilerin tepkisi oldu. Kitlesel direnişin içinde yer alan, belki hayatında ilk kez eyleme giden birçok insan, gerçeğin içinden bu kez televizyonları izledi, haberleri okudu ve birebir yaşadıklarının bir yalana dönüştürülüş sürecine şahit oldu. Yıllarca “Dağılın uyarısına uymayan göstericilerin, polise taş ve molotofkokteyli atması üzerine güvenlik güçleri müdahalede bulundu” kalıbını dinleyen insanlar, bugüne kadar basından takip edindikleri kadarıyla fikir edindikleri konulara dair sorgulamaya girdiler. Bu durum da bazı gazetecilere yönelik tepkiye yol açtı. Buradaki tepki, sadece direnişe dair haberlerin değil, bir birikmişliğin sonucuydu. Neticede medya kuruluşlarının önünde binlerce insanın katıldığı protestolara şahit olduk. Halk anında tepki verdi. Ve kitlesel tepkinin yarattığı gücün etkisini de hissetti. Bu açıdan, Divan Otel’deki revire polisin öldüresiye saldırdığı sırada Habertürk muhabirinin “eylemciler polisi kışkırtıyor” dediği an ensesine atılan tokat, bir birikmişliğin sonucuydu. Bir de şu sorunun sorulmasını bir kırılma noktası olarak görüyorum: “Gezi’yi böyle anlatan medya, kimbilir Doğu’da yaşananları yıllarca bize nasıl anlattı?”

Üçüncü bir nokta, halkın tepkisinin aslında bireysel olarak kendilerine değil bir, kamu hizmeti yapması gereken medyanın hep iktidar tarafında konumlanmasına yönelik olduğunu anlayan gazeteciler ile zaten gidişattan rahatsız olan ancak sansüre boyun eğen, çalışma koşullarının zorluğuna karşı sesini güçlü bir şekilde çıkaramayan, dönüştürücü olamayan gazetecilere önemli etkisi oldu direnişin.

Halkın medyadaki bu çarpıtmaya karşı tepkisinden güç alan gazeteciler, medya patronlarına karşı seslerini yükseltmeye başladılar. Öyle ki, protestocuların çok güzel bir şekilde adını koyduğu Oğuz AKsever bile, ekran başında direnişe karşı düşmanca tavırları, AKP’ye yaranabilme çabalarını azıya alırken, NTV’nin haber merkezinde oluşan tepki nedeniyle, çalışma arkadaşlarına “Ben de Gezi eylemlerini destekliyorum” demek durumunda kaldı. NTV, kanal önündeki protestoya katılan ve tepki gösteren haber merkezi çalışanlarının birlikte hareket ederek “bu protestoyu canlı yayınlayacaksınız” demesi üzerine, kendisine karşı yapılan protestoyu canlı yayınladı. Kanal, direnişçiler ile çalışanlarının birlikte hareket etmelerinden o kadar korktu ki, binanın girişine olası bir “baskında” kullanmak üzere bariyerler yerleştirdi.

Gezi gazetecileri de değiştirdi
Selin Asker, gazetecilerin bir ay boyunca yaşadıkları zorlu çalışma koşulları ve gördükleri baskılar kadar halktan gördükleri tepkinin de uyarıcı olduğunu düşünüyor ve gazetecilerin “simit sat onurlu yaşa” sloganıyla çarpıldıklarını söylüyor.

Anaakım gazetecilerinin durumunu belki Gezi’den önce ve sonra diye ayırarak ele alabiliriz. Gezi Parkı’na ilk müdahalenin yapıldığı dönemde oradaki gelişen tepkiye ilk tanıklık edenler gazeteciler oldu. Ancak anaakım çalışanı gazeteciler için bu tanıklık kendileriyle sınırlı kaldı, yaptıkları çekimler, yazdıkları haberler var olan otosansür içerisinde eritildi, onlar için bu o süreçte garipsenmedi de diyebiliriz ancak Gezi eylemlerinin kitleselleşmesi ve bu kitleselliğe paralel egemen medyanın suskunluğu, bu suskunluğun direnişçiler tarafından bir tepkiselliğe dönüşmesi de otosansürün bel kemiğinde olan basın emekçileri için daha da katlanılamaz hale geldi. Keza canlı yayında NTV muhabirinin “polis gaz kullanmadı” derken öksürmeye başlaması, bir diğer anaakım muhabirinin canlı yayında “marjinaller” kelimesini kullanmasıyla birlikte ensesine tokadın yapışması, kamera mikrofonlarından kanallarının logolarını kaldırarak Gezi’de çekim yapmaları da otosansürün katlanılmazlığını artırdı.

Buna eklenen elbet polislerin direkt gazetecileri hedef alması oldu. AKP’nin alandaki gazetecileri hedef aldırtmaya dönük girişimleri Gezi sürecinden evvel başlamış da olsa polislerin gazetecilere saldıran tutumu bir ölçüde sınırlıydı ama 1 Mayıs’ta Taksim civarında polisin gazetecileri hedef alarak yaralaması, kameralarına zarar vermesi gibi şeyler yaşandı. Biz sosyalist basın çalışanları direkt hedef alınarak çokça polis saldırısına maruz kalıyoruz ancak AKP kontrolündeki medya çalışanlarının da bu faşizmden nasibini alması gibi örnekler işin ciddiyetini gösterdi. AKP’nin medyaya uyguladığı baskı artık alanlarda da haber yaptırmayacak ölçüde genişledi, Gezi süreci de bunun en belirgin örneklerini verdi.

Sarı basın kartını gösteren muhabire polisin coplarla saldırması, sayısız gazetecinin elinde fotoğraf makineleri ile çekim yaparken plastik mermilerle yaralanması, tazyikli suyun hedefi olması hele ki Beyoğlu’nda saldırgan esnafın, içerisinde Ahmet Şık’ın da olduğu gazetecilere tekme savurup sopa sallaması, sistematik olarak gazeteciliği yıldırma hamlelerinin yapıldığını gösterdi.

Bunun gazetecilere yansımasına gelirsek... Önce ana akım gazetecilerinin özlük hakkı, işten atılma korkusu gibi içten içe dert yanan hali bu kez başka bir somutluğa dönüştü. Haziran Direnişi gazetecilere yaradı diyebiliriz. Bu sürece kadar tutuklu gazeteciler sorunu ve AKP’nin medya sansürü sol, sosyalist, devrimci basın çalışanlarının gündeminde olan ve hareket edeni kısıtlı sayıda olan bir durumdaydı. Ancak Gezi sürecine birebir tanık olduğunun aksini anlatan, halkın en kitlesel sokağa döküldüğü gece penguen izleten medya, çalışanlarını da bir adım daha isyan sınırına yaklaştırdı. NTV’de çalışanlar arasında “Gezi” yarılmasının oluşması sonucu NTV yönetiminin kanalının önündeki protestoyu göstermek zorunda kalışı da bunun örneği olabilir. Bu yarılma birçok istifayla sonuçlandı. Gazetecilerin arasındaki örgütsüzlük ve anaakım medyaya eklenti bir meslek bilinci istifaların belirli bir sınırda kalmasını sağlamış olsa da anaakım çalışanı olmak artık göğsü gerilerek söylenilen değil “utanılarak” ifade edilen bir hal aldı. Ayrıca alandaki muhabirlere polisin sistematik saldırısını da eklersek gazeteciler arasındaki hoşnutsuzluk, direnişine tanıklık ettiği halktan aldığı umutla gerçekten kıymetli. Gazeteciler arasında “ne yapmalı” sorusu daha fazla sorulur oldu. Nihayet bu soru etrafında yapılan ilk toplantıya 100’e yakın gazeteci katıldı ve evveldeki toplantılara katılan tanıdık yüzleri kat be kat aşan, ilk kez sorunlarını meslektaşlarıyla ortak alanda aktaran anaakım çalışanlarına tanık olundu.

Aslında gazetecileri bu kırılma eşiğine vardıran en belirgin olay, bir yandan AKP polisi saldırırken bir yandan da halkın “gazeteci simit sat onurlu yaşa” sloganı atmasıydı. Bu zamana kadar çalıştığı anaakım medyanın otosansürüne ses etmeyen çoğu gazeteci, alanlarda “simit sat onurlu yaşa” sloganını işitmenin bir ağırlığıyla karşılaştı ve bu toplantılarda en çok dile getirilen de “gazeteciliğin itibarını kurtarmak gerekiyor” oldu. Vali’yle görüşme yapmak, alandaki gazetecilerin press önlüğü giyerek polisin saldırılarından korunması gibi öneri getiren gazeteciler olsa da ortaklaşılan dert “meslek onuru”. Öneriler tartışıldı, yapılacak kampanyalara odaklanıldı, park forumları yapıldı, Twitter’da #direngazeteci etiketi Türkiye listesine girdi, kısa vadede sonuç alınabilecek talepler belirlendi. Bu taleplerle Galatasaray’dan Taksim’e yürüyüş “denendi” ancak polisin yürütmemesi nedeniyle eylem istenilen biçimde geçmedi ancak bu zamana kadar işten atılma, işsiz bırakılma gibi korkularla gazetecilik yapmaya çalışan bazı gazeteciler için o korku eşiği aşıldı denilebilir. Hem haber alanında hem çalıştığı kurumda AKP’nin saldırısına uğramadan halkın doğru haber alma hakkını sağlamak anaakım çalışanlarının arasına yakıcı bir gündem olarak yerleşti diyebiliriz.