Gökçer Tahincioğlu: Cezasızlık bu ülkede bir kültürdür

“Birbirlerinden çok farklı coğrafyalarda, birbirinden çok farklı ailerde doğup büyümüş ve her birinin hikayesi birbirinden bu kadar farklı olan bu çocukları, acı dışında ne birleştirir bu ülkede? Bu hikayeler, bu ülkede yaşamış çocukların hikayeleri. Ve hepsi aynı sonla bitiyor: ‘Tanık polisler duruşmada hiçbir şey hatırlamadı.’ Ve o çocuklara yapılanları, savcılar ve hakimler de hatırlamadı.”

Hatice İkinci

Bir kitap ne kadar yürek yakabilir ki?

“Bu kitapta güzel cümleler yok. Okumak iyi de hissettirmeyecek. Karanlık hikayeler de güzel cümlelerle anlatılmıyor maalesef...”  

Milliyet gazetesi Ankara Büro Haber Müdürü gazeteci Gökçer Tahincioğlu’nun son kitabı “Devlet Dersi- çocuk hak ihlallerinde cezasızlık öyküleri” bu sözlerle başlıyor. Biz de bu sözlerle başlayalım istedik. Kitapta anlatılan hikayeler, Tahincioğlu’nun Milliyette’ki “Yüzleşme” köşesinde yazdıklarından ve Gündem Çocuk Derneği’nin on yıldan bu yana, büyük bir kararlılıkla peşine düştüğü dava dosyalarından seçilmiş.

Adını Ece Ayhan’ın “Buraya bakın, Bir teneffüs daha yaşasaydı, tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür, devlet dersinde öldürülmüştür” dizelerinden alan kitap, Gündem Çocuk Derneği’nin ilk yayını aynı zamanda. Kitaptaki etkileyici çizimler ise Erhan Muratoğlu’na ait. Kitabın, “Bütün çocuklara ve çocukların avukatı Tahir Elçi’ye” adandığını da not olarak ekleyelim.

Tahincioğlu kitabında, sokağa çıktığı ya da sokağa çıkmanın yasak olduğu kentlerde yaşadığı için öldürülen, iş cinayetlerinde, okullarında, cezaevlerinde katledilen, bombalanan, istismara uğramış çocukların hikayelerini anlatıyor bize.  

Birbirlerinden çok farklı coğrafyalarda, birbirinden çok farklı ailerde doğup büyümüş ve her birinin hikayesi birbirinden bu kadar farklı olan bu çocukları, acı dışında ne birleştirir bu ülkede? Bu öyle bir adaletsizliktir ki, bu dünyada nefes alan her insanın, o çocuklara karşı sorumlu hissettmesine neden olur. Bu hikayeler, bu ülkede yaşamış çocukların hikayeleri. Ve hepsi aynı sonla bitiyor: “Tanık polisler duruşmada hiçbir şey hatırlamadı.” Ve o çocuklara yapılanları, savcılar ve hakimler de hatırlamadı.

soL olarak Gökçer Tahincioğlu ile kitabı üzerine konuştuk.

Bu çocuklara yapılanların hesabını biz nasıl soracağız?
Sabırla soracağız. Ortada bir mücadele var ve bu ölen tek bir çocuğun mücadelesi değil. Onların öyküleri, bu memeleketin adalete kavuşması açısından çok önemli bir eşiktir. Orayı aşabilirsek ve topluma bunu anlatabilirsek, bu önemlidir.

Biz büyükler açısından, nasıl yaşacağımız bizim tercihimizdir. Mesela “makbul vatandaş” olarak yaşamayı da seçebiliriz. Bu seçimi yapmadığımız zaman ise devletin hedefi haline gelebileceğimizi biliriz. Çocuklar için bu söz konusu bile değil, herhangi bir seçim yapmış değiller. Doğdukları bir ortam var, oynamak istiyorlar, koşmak istiyorlar, okula gitmek istiyorlar ya da gitmemek istiyorlar. Nasıl yaşayacağını, kimliğini seçmemiş, konuştuğu dili umursamayan, hangi dili konuşursa konuşsun bulduğu her çocukla oynayan bu çocuklar, henüz “öteki” değillerdir. O nedenle, bütün bu cezasızlık kültürünü belki de en çıplak haliyle anlatabilmenin yolu çocuklardır. Bu öyküleri çok çıpak haliyle ve inatla anlatırsak, belki bu sistemin yoğunluğunu azaltabiliriz, düşürebiliriz. Ama topyekün bunun ortadan kalkmasının mümkün olmadığını düşünüyorum.

'UMUTLU OLMAK ZORUNDAYIZ'

Ancak, bu cezasızlık kültürünün önemli bir parçasının umutsuzluluğu üretmek olduğunu da düşünüyorum. Bu kültür sistemli bir şekilde uygulandığında, ürettiği sonuçlardan biri de budur. Bu aslında hak arama bilincini tümüyle ortadan kaldırır, hak arayanların sayısını azaltır, bir köşede oturmanıza neden olur. Bu nedenle umutsuzluğu, bu meseleden çok ayırmıyorum. Umutlu olmak zorundayız. En azından bu çocukların hesabını sorabilmek ve bu ülkede gerçek bir adaleti işler hale getirebilmek için umutlu olmak zorundayız.

Kitabında da tüm ayrıntılarıyla anlattığın üzere, hemen hemen tüm hikayelerde davalar aynı sonla bitiyor; cezasızlık. Suçluları ve sorumluları cezalandırmamıza engel olan nedir?
Cezasızlık bir kültürdür. Devletin “meşru şiddet” olarak kavramlaştırdığı şiddet kullanımının üzerinin örtbas edilmesidir. Şiddetin kaynağının devlet olduğu hallerde ortaya çıkan cezasızlık kültürü çok işlevseldir aynı zamanda. Kamuoyunun, medyanın dilini belirler çoğu zaman. Devletin topyekün, “öteki” olarak kodladığı hangi kesimler varsa, onlara karşı yürüttüğü baskılama ve sindirme politakısının çatı ismidir cezasızlık kültürü. Bu, Türkiye’ye özgü bir sistem de değildir. Dünyadaki tüm muhaliflere benzer bir yöntemin uygulandığını görürüz. Ama biz çok daha sert biçimde maruz kalıyoruz.

Çocukların hikayelerine baktığımızda, çok üzülerek fark ediyoruz ki devletin arkasında çoğu zaman bir toplumsal meşruiyet de var. “Ama” ile ifade edebileceğimiz bu meşruiyeti nasıl sağlıyor devlet?
Aslına bakılırsa etkileşimli bir yapı var. Yani, toplumun ana akım meseleleri devlette de bir ana akım oluşturuyor. Devlet ve toplum, bu ana akım meselelerde durmadan birbirlerini besliyorlar.  Bu etkileşim, toplumun da devletin böyle hareket etmesini onaylamasına neden oluyor. Bir kimliğe sahip olmaması gerekirken devlet, bir kimlikle hareket etmeye başlıyor. “Öteki” konumundaki tüm kimlikleri yok sayıyor. Devlet, buna karşı bir adım atmak isteyen, hak arayışında bulunmak isteyen ya da toplumsal sözleşmeye uymayacağını açıkça beyan eden kişilere karşı, kendi yasalarının dışında hareket etme özgürlüğü buluyor. Bunu Gezi sürecinde çok açık yaşadık. Ethem Sarısülük’ün polis kurşunuyla öldürülmesinin ardından, taş atan görüntülerini servis edilerek bir meşruiyet yaratıldı. Toplum da “o da taş atmış ama” dedi. Taş atmanın sonucu öldürülmekmiş gibi. Bu cezasızlık politikası, aslında sürdürülebilir bir biçimde hayatın her alanına yayılmasına neden olur.

'BU POLİTİKALAR, HER AN BAŞIMIZA BENZERİNİN GELEBİLMESİ OLASILIĞINI DOĞURUR'

“Çocuklarımızı iyi yetiştirirsek, iyi okullara gönderir ve toplumun genel değerleriyle uyumlu olarak büyütürsek onlara bir şey olmaz” diye düşünüyor aileler. Devlet onlara uzanamaz mı gerçekten?
Kitapta şöyle bir örnek var, işitme engelli Yunus Eser davası. Ailenin durumu son derece iyi ve çocuklarını işitme engelliler için o bölgenin en iyi özel okullarından birine gönderiyorlar. Ve çocuk, okulda bahçe duvarına tutunduğu sırada, elektrik akımına kapılarak ölüyor. Buna “kaza” diye bakabiliriz. Yok, ama anlıyoruz ki, o bahçe duvarının ihalesi tanıdık birine verilmiş, o tanıdık inşaatı eksik gedik yapmış, buna rağmen iş kabul edilmiş. Bu kısmına da bakabiliriz. Ama şöyle bir trajik örnek var Yunus Eser dosyasında, aile tazminat davası açıyor. Mahkemeler bu tip ölümlerde “yaşasaydı aileye ne kadar katkısı olabilirdi” diye bir hesap yaparlar. İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nden gelen savunmada “zaten işitme engelliydi katkısı ne kadar olabilir ki” manasında  cümleler vardı. Bu bir kültürün yansımasıdır. Yunus Eser “öteki” olarak doğmamış çocuklardan biri. Ama başına gelenlerden sonra yine failin devlet olduğu bir olayda “öteki” haline getirilebiliyor.

Veya istismara uğrayan çocuklar, daha sonra bunun hesabı sorulmadığı gibi, toplumun önüne başka kimliklerle atılıyorlar. Artık işaretlenmiş, fişlenmiş, kodlanmış bir biye olarak yaşamak zorunda kalıyor bu çocuklar. Doğal olarak bu politikaların sürmesi, her an hepimizin başına bir benzerinin gelebilmesi olasılığını taşımasına neden olur.

'YAŞAMANIN YANINDA, TANIK OLMAK NEDİR Kİ...'

Böyle bir kitabı derlemek çok ağır olmalı, yüzlerce hikayeyle karşılaştın. Neler yaşadın yazarken?
Köşe yazma imkanı bulduğumdan bu yana günlük siyasetten ziyade yüzleşme, hakikat, adalet ve cezasızlık kültürü üzerine yazıyorum ve yüzlerce hikaye ile karşılaşıyorum. Çalışırken çok öfkeleniyor ve üzülüyorsun. Ama bir süre sonra, yıkılarak üzülmenin o çocuklara haksızlık olabileceğini fark ediyorsun. Bunu yaşayanlar onlar ve aileleri. Onların yaşadıklarının yanında tanıklık nedir ki? Tanık olmanın kederini yaşamak, ailelerinin yaşadıklarının yanında lüks geliyor bana.  

Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı?
Hak savunucuları ya da bizim çevremizdeki insanların bu kitabı okuması o kadar önemli değil benim için, bunu hep söylüyorum. Onların bilmediği öyküler değil bunlar. Aksine hiç alakasız kişilerin okuması için yazdım daha çok ben. Çevremdeki insanlara da bunu söylüyorum; “Siz zaten bunun acısını yaşadınız, Alın, okumasanız da bir yerlerde bırakın. Hiç bilmeyen insanlara ulaşır belki.” Hiç değilse bu cezasızlık kültürüne karşı, toplumsal bir duyarlılık oluşturmasına katkısı olur kitabın, diye düşünüyorum.



Gökçer Tahincioğlu, Devlet Dersi: Çocuk hak ihlallerinde cezasızlık öyküleri, Note Bene-Gündem Çocuk, 2015.