Devlet istihbaratıyla gazetecilik yapanların elleri kanlanır

Son öğrenci eylemlerinin ardından Emniyet, yandaş basına servis ettiği bilgilerle hiçbir suç işlememiş kişileri hedef göstererek bir lince tabi kılan haberler yaptırdı. Devletin istihbaratıyla gazetecilik yapanların ellerine nasıl kan bulaştığını ise, yakın tarihten hatırlıyoruz.

Bir süredir üniversitelerde AKP karşıtı protestolar oluyordu, ancak son dalganın başlangıcı Başbakan Erdoğan’ın 4 Aralık’ta Dolmabahçe’de rektörlerle yaptığı toplantı sırasında yapılan eylemler oldu.

Öğrenciler polis şiddetine maruz kaldılar. İki gün sonra hamile bir kadın öğrencinin bebeğini düşürmüş olduğunun açığa çıkması, polis şiddetini daha da tartışmalı hale getirdi.

9 Aralık’ta ise AKP milletvekili Burhan Kuzu, Ankara SBF’de katıldığı panelde protesto edildi, konuşamadı.

Öğrencilerin eylemleri, AKP’yi oldukça zor durumda bıraktı. Erdoğan ve Kuzu başta olmak üzere, AKP’liler öğrencileri ağır bir dille suçladılar, hakaretler yağdırdılar.

Ancak bu süreçte en “iyi” performansı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü sergiledi. Emniyet, ilk eylemlerden itibaren hemen her gün, eylemcilerin kimlikleri, fotoğrafları, hatta telefon görüşmesi kayıtlarına kadar bilgilerini, üstelik çoğu zaman yalan ve çarpıtmalar eşliğinde, yandaş basına dağıttı.

İlk günlerde özellikle eylemcilerin yüzlerinin deşifre edilmesine odaklanıldı. Daha önceki çeşitli eylemlerde çekilmiş fotoğraflardan yapılan “galeriler”, Emniyet tarafından hakkaniyetli biçimde Samanyolu, Zaman, Vakit, Haber7 gibi sitelere dağıtıldı. Mobese kameralarından alındığı görülen görüntüler ve polis arşivinden fotoğraflarla öğrencilerin yüzleri açıkça deşifre edildi.

Ardından Emniyet’in, bebeğini kaybeden kadınla ilgili karalama kampanyası başladı. Emniyet, gerçeği bilmesine rağmen kafa karışıklığı ve şüphe yaratmak adına bebeğini kaybeden kadının ilk aldığı ve doktorun sadece fiziksel görünüşe göre verdiği, gözaltı sonrası ilk giriş raporunu servis etti. Asıl darbın ve bebek düşürmenin anlaşıldığı rapor ise saklandı.

Burada da kalmadılar. Emniyet, iki eylemcinin birbirleri arasındaki telefon konuşması kaydını da servis etti. Star gazetesi bu görüşmeyi yayınladı. Görüşmede suç unsuru olabilecek hiçbir şey bulunmuyordu. Emniyet, sadece öğrencileri karalamak için böylesi bir kampanya yürütüyordu.

“Rol modeli” Ertuğrul Özkök’ün yaptıkları
AKP iktidarından bu yana eleştirilerin odağında yandaş medya dursa da, medyanın bu hale gelme serüveninde başka isimler başrolü oynamıştı. Bunlardan biri de Hürriyet gazetesinin eski genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’tü. Özkök’ün başında durduğu Hürriyet’in, devlet istihbaratıyla yaptığı haberler nedeniyle nelere yol açtığı hafızalardan kazınmış değil.

Akın Birdal niye vuruldu?
Hürriyet gazetesi, 25 Nisan 1998’de “Dehşet İtiraflar” manşetiyle çıktı. Manşetten verilen “haber”de yakalanarak Türkiye’ye getirilmiş olan PKK yöneticisi Şemdin Sakık’ın itirafları yer alıyordu.

“Hürriyet, Şemdin Sakık’ın ifadesini ele geçirdi” cümlesiyle başlayan habere göre Abdullah Öcalan, dönemin İnsan Hakları Derneği başkanı Akın Birdal için “Benim Türkiye’deki tabancam” diyor, Birdal’la sürekli telefonda görüşüyordu.

Haberde, para verilerek PKK lehine yazılar yazdırıldığı iddiası da bulunuyordu.

Hürriyet derhal ortalığı birbirine kattı, “Açıklayın bu alçakların isimlerini” şeklinde yazılar yazıldı. Sonunda, Akın Birdal’a tam iki şarjör kurşun boşaltıldı. Birdal, şans eseri saldırıdan sağ kurtuldu.

Kısa süre sonra Şemdin Sakık’ın bunların hiçbirini söylemediği anlaşıldı. İfadeleri devlet uydurmuş ve servis etmişti.

Gazetenin başyazarı Oktay Ekşi, 12 Aralık 1998’deki yazısında şunları yazıyordu: “Böyle bir tertibe bir süre önce ‘Şemdin Sakık’ın ifadesi’ diye resmi makamlarca basına sızdırılan yalan bilgiler yüzünden biz de alet olduk. Verilen bilgiye göre bazı meslektaşlarımız bölücübaşı Apo’dan para, bazıları da talimat alarak yayın yapmıştı. Biz de ‘Her kimse bu alçakların isimleri açıklansın’ diye yazdık. Derken bazı meslektaşlarımızın isimleri duyuruldu. Ama sonra Şemdin Sakık, ‘Benimifademde böyle bir iddia ve isim yoktu’ deyince gerçek ortaya çıktı. Ne var ki biz de, arkadaşlarımıza iftira edenlere yardımda bulunmuş gibi olduk. Oysa böyle adi bir tertibin içinde bizzat devletin bulunabileceğini nereden bilebilirdik?

Elbette Ekşi’nin son cümlesi bir bahaneydi. Devletin servis ettiği bilgilerin üzerine böyle atlanması, gazetecilik değil muhbirliğe giriyordu.

Ahmet Kaya nasıl ülkeyi terk etmek zorunda kaldı?
Ahmet Kaya 10 Şubat 1999’da Magazin Gazetecileri Derneği’nin “Yılın en iyi sanatçısı” ödülünü alacağı törende Kürtçe bir klip çekeceğini açıkladığında, salonda bulunanların lincine uğramıştı. Ancak sadece bu olay, Kaya’nın ülkesini terk etmesine yol açmazdı.

Olaydan 4 gün sonra Hürriyet gazetesi, “Ayıp ettin gözüm” başlıklı manşetinde Ahmet Kaya’nın 1993 yılında Almanya’da “sözde Kürdistan haritası ve Apo’nun fotoğrafı altında” konser verdiğini yazdı.

Kaya hakkında dava açıldı. Davanın ilk duruşması yapılmadan, Hürriyet “Vay Şerefsiz!” başlıklı ikinci bir haberinde Ahmet Kaya’nın Almanya’da yaptığı bir konuşmada “Arabamı şerefsizlerin ülkesinde bıraktım” dediğini yazdı.

Bunlar da devlet istihbaratıyla yapılan haberlerdi. Ahmet Kaya “şerefsizlerin ülkesi” dememiş, “Birkaç şerefsiz yüzünden memleketimde başıma neler geliyor!” demişti.

Dahası, eşinin söylediğine göre Ahmet Kaya 1993’te yurtdışına çıkmamıştı. Haliyle Almanya’da konser de vermemişti. Nitekim mahkeme Hürriyet’ten manşetten verdiği fotoğrafı isteyince gazete fotoğrafı vermedi, çünkü fotoğraf fotomontajdı.

Ulucanlar katliamı nasıl haklı gösterilmeye çalışıldı?
26 Eylül 1999’da Ankara Ulucanlar Kapalı Cezaevi’ne düzenlenen jandarma operasyonunda 10 tutuklu katledildi. Otopside ölenlerin kafalarına ve kalplerine sıkılan kurşunlarla öldükleri görüldü.

Hürriyet gazetesi, iki gün sonra “Beş dakika önce” manşetiyle çıktı. Haberde bir fotoğrafa yer veriliyor, fotoğrafın altında ise şunlar yazıyordu:

Ankara Kapalı Cezaevi'ndeki teröristler, kanlı isyanı başlatmadan 5 dakika önce ellerinde sopalarla hatıra fotoğrafı çektirdiler.
Sanki hücre evi
Çatışmadan sonra içeride yapılan aramada bu fotoğraflarla birlikte cezaevinin parti okulu ve hücre evi gibi kullanıldığı, DHKP-C, TKPML, TİKKO ve TKİP militanlarının eylem birliği yaptığı ortaya çıktı.

Elbette, tutukluların operasyondan 5 dakika önce böyle bir hatıra fotoğrafı çektirmeleri imkansızdı. Nitekim, fotoğrafın Ulucanlar’da değil, olaydan yıllar önce Çankırı cezaevinde çekilmiş olduğu ortaya çıktı.

Devlet, katliamı haklı göstermek için böyle haber yapıyordu. Devlet, hâlâ solculara karşı basına istihbarat sağlamayı sürdürüyor. Basın da bu kanlı oyuna hâlâ teşne oluyor.

(soL - Haber Merkezi)