Boğaziçili hocalar ve Orhan Pamuk: 'Ad hominem'den yeni bir dünya kurmak

soL editörleri Erman Çete ve Yiğit Günay, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji ve Siyaset Bilimi bölümlerinden iki akademisyen olan Barış Büyükokutan ve Volkan Çıdam'ın "Orhan Pamuk tartışması"na dair yazdıkları yazıyı tartıştı.

Erman Çete - Yiğit Günay

Türkiye’de yarı-aydınlık müessesesi, bir kural olarak, siyasi tartışma ile saçmaya indirgemeyi birbirine eşitlemek için hizmet verir. Bu eşitliği sağlayabilmek için, yarı-aydın olmanın mütemmim cüzü sayılan yarı-cahil ve müstehzi olmak zorundasınız. Söylediğiniz şeyler için kanıt bulmanız gerekmez; hem sizin yarı-aydın olma haliniz, kendinden menkul bir delildir söylediklerinize, ancak daha da önemlisi, bunu akademik dükkanda makul bir etiket fiyatına satabiliyor olmanız önemlidir. Mış gibi yapmayı da biliyorsanız, geriye belagatın müphem yolları kalır.

Sadede gelelim: Boğaziçi Üniversitesi’nden iki akademisyen, Barış Büyükokutan ve Volkan Çıdam, Boğaziçi Üniversitesi’ne açılan Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’nin açılışına Orhan Pamuk’un davet edilmesini ve buna yönelik tepkileri değerlendirmişler.

“Popülist sol nefretin müphem öznesi: Entelektüel” gibi “baba” bir başlığı olan yazı bununla ilgili. Yazının tamamını okuduğunuzda, yazarlarımızın sırf “müphem” sözcüğünü başlıkta kullanmış olmak için kullandıklarını göreceksiniz. Zira ortada bir müphemlik bulunmuyor. Ama konumuz bu değil.

Konumuz, temel olarak yazarların yazılarındaki siyasi tezler de değil. İki yazarın yazısında o kadar fazla mantık hatası var ki, siyasi tezleri tartışmaya pek fazla elimiz gitmiyor. Birer akademisyen, üstelik sosyal bilimler alanında çalışan iki akademisyen olarak öğrencilerine -Boğaziçi terminolojisiyle- “paper yazmanın”, yani makale yazmanın kurallarını öğretmesi beklenen ikilinin yazısındaki mantık hatalarına işaret etmek, hem iki muhatabımıza hem de öğrencilerine daha faydalı olacak diye düşündük. Biraz da bu nedenle, işaret etttiğimiz mantık hatalarını rahatlıkla “Google”layıp ne anlama geldiklerini görmeleri için çoğunun terminolojideki İngilizce karşılığını yazdık.

Orhan Pamuk nefreti, (…) sağ ile sol arasında bile köprü kurabiliyor. Yasin Hayal’in ‘Akıllı ol’ tehdidi ile daha Kara Kitap’ın basıldığı dönemde bazı ‘solcu’ edebiyat eleştirmenlerinin yazdıkları arasında kan dondurucu benzerlikler var. İki tarafta da Orhan Pamuk Batı taklitçiliğiyle, oryantalizmle, kültür emperyalizmiyle, yerellikten kopuk olmakla ve 2007’de Genelkurmay’ın da ulus adına reddettiği ‘postmodern’likle suçlanabiliyor.

“Akıllı ol” tehdidiyle, edebiyat eleştirilerinin arasında “kan dondurucu benzerlikler” olması için, edebiyat eleştirilerinin başlığının “Akıllı ol” olması dışında pek bir olasılık yok. Yazarlar burada elbette “akıllı ol tehdidi” derken sağın temsili olarak Yasin Hayal’e işaret ediyorlar, buna “duyguya seslenme” deniyor ve bir mantık hatası kabul ediliyor fakat köşe yazılarında, denemelerde bunu üsluptan sayıp, geçebiliriz.

Öte yandan, burada “composition/division” denilen bir mantık hatası var. Yani, bir şeyin parçasına bakarak, bütüne dair sonuca ulaşmak. Misal, “Karbon zehirli bir madde değil, azot da zehirli bir madde değil, demek ki siyanür de zehirli bir madde olamaz.” Yazarlar, “belli bir dönemdeki bazı ‘solcu’ edebiyat eleştirmenleri”nden bahsediyorlar –ki kimdir bunlar, ne yazmışlar, “akıllı ol”la benzerlikleri nedir sorularına yanıt vermemek mantığın değil terbiyenin alanına giriyor ve adına “çamur atmak” deniyor ama biz yazımızı mantıkla sınırlayalım– ve buradan “solla sağ arasında köprü” kuruyorlar. Oysa, niyetleri buysa, iddia ettikleri düşünsel izleğin, Türkiye solunun geneli tarafından paylaşıldığını kanıtlamaları gerekir. Aksine, edebiyat eleştirmenlerinin başındaki “solcu” sıfatını tırnak içine alarak, zaten kendileri, solu mahkum etmek için verdikleri örneği solun dışına itiyorlar. Ya “solculuk bu değildir” deyin ve genellemeyin, ya da “solculuk budur”u kanıtlayabilmek üzere genellenebilecek örnekler verin.

Şimdi, bu benzerliğin dayandırıldığı argümanı okuyalım: “İki tarafta da Orhan Pamuk Batı taklitçiliğiyle, oryantalizmle, kültür emperyalizmiyle, yerellikten kopuk olmakla ve 2007’de Genelkurmay’ın da ulus adına reddettiği ‘postmodern’likle suçlanabiliyor.”

Bu cümle çok güzel. İki mantık hatasının birden örneği. Ufağından başlayalım: Adına “genetic” deniyor, bir argümanın kaynağına bakarak o argümanı yanlış saymak. Misal, “- Sayın Erdoğan, hırsızmışsınız, oğlunuzla telefon görüşmeleriniz yayımlandı? - Bunların arkasında paralelciler var.” Postmodernizmi “2007’de Genelkurmay’ın ulus adına reddettiği” bilgisinin, belaltı bir “bu solcular hep orducu” iması dışında hiçbir değeri yok.

Şimdi, büyük olanı. Büyük olanı, birden fazla mantık hatasının birleşiminden meydana geliyor. Biri, “tu quoque”, yani eleştiriye yanıt vermek yerine eleştireni suçlamak. Orhan Pamuk’a yöneltilen “Batı taklitçiliği, oryantalizm, kültür emperyalizmi, yerellikten kopuk olma” gibi eleştirilerin haksızlığı kanıtlanmak yerine, -o belaltı Genelkurmay iması vasıtasıyla- bu eleştirileri dile getirmeyi suç addediyorlar. İkincisi, bunu yaparken de “ad hominem”e başvuruyorlar. Ad hominem, eleştiriye yanıt vermek yerine eleştiren kişinin kişilik özelliklerine saldırmak anlamına geliyor. Yazarlar, solculara dönülüp “Bak bak, sağcılar da aynısını söylüyor” diyor. Bu şuna benziyor: “O fabrikadaki işçilerin grevini sağcılar da destekliyor, demek ki bu grev kötü, biz desteklememeliyiz.”

Orhan Pamuk’un metinlerinin okuyucu nezdinde bir anlam ifade edebilmesi için dünya edebiyatıyla tanışık ve barışık olmak; yazarın Thomas Mann’la, Marcel Proust’la sohbet ettiğini bilmek ve bundan haz almak önkoşul. Uzun lafın kısası, Orhan Pamuk okumak entelektüel bir uğraş.

Yazımızı olabildiğince mantık alanıyla sınırlama niyetinde olmasak, bu paragraf üzerinde söylenebilecek, yarı-aydınlığın ne mene bir şey olduğuna dair yazılabilecek çok şey var, ama biz yine mantıktan gidelim. Buradaki mantık hatasına “special pleading” deniyor. Yani, bir şeyin yanlışlığı kanıtlandığında, kanıtlayanı “küme dışı” bırakmak için yeni önkoşullar getirmek. Misal, “- Seni telepatik güçlerimle görünmez yapabilirim. – Ama az önce denedin ve yapamadın? – Çünkü yapabilmem için bana inanman şart.” Orhan Pamuk’un Marcel Proust’la sohbet ettiğini düşünmüyor musunuz? Hatta, böyle olduğunu düşünüyor fakat bundan haz almıyor musunuz? Kusura bakmayın, Pamuk’la ilgili hiçbir şey söyleyemezsiniz…

Burada bir tür “name dropping” de var. Tartışmadan kaçmak için sıklıkla kullanılan bir yöntemdir. Bu yöntemin Türkiye’deki en mahir temsilcisi, bir zamanlar Ertuğrul Özkök’tü; konuyla alakalı olsun ya da olmasın, “Telefon çaldı, arayan Hillary Clinton’dı” diyerek çevresinin ne kadar geniş olduğunu biz fanilere hatırlatıverirdi. Onun telefonunu ya Clinton arardı, ya da başka bir mühim şahsiyet. “Orhan Pamuk şöyledir, buna ne diyorsun?” sorusuna da, akademisyenlerimiz, “Sen Proust okudun mu? Mann’ı biliyor musun?” şeklinde mukabele etmektedirler. Akademisyenlerimizin, Orhan Pamuk’tan mülhem, yüksek yerlerde tanıdıkları vardır. “Hadi Orhan Pamuk’a inanmıyorsunuz, Proust ile Mann’a ne diyeceksiniz?” Bu vesileyle Orhan Pamuk, kendi gücüyle değil, Proust ve Mann’ın edebi ve entelektüel koruması altında, azizler katına yükseltilmektedir. Yazarlarımız, farkında olmadan, Orhan Pamuk’u da küçümsemektedir.

Bir de, yukarıda Kara Kitap ve “bazı ‘solcu’ edebiyat eleştirmenlerinin yazdıkları” denmişken, hemen akla Tahsin Yücel geliyor. Yücel’in 1990 yılında yazdığı bir yazıda, Orhan Pamuk’u bu kitabı nedeniyle “Türkçe bilmemekle” eleştirdiği malum. O dönem yaşanan sert tartışmaların ardından, Orhan Pamuk’un geldiği yer ise, “Manzaradan Parçalar” isimli kitabında, “elli ile yetmiş yaş arasında, doğuştan hayatı kaymış, yarı başarılı, yarı şaşkın, vasat, erkek ve kel yazarların kitaplarını” kütüphanesinden eksilttiğini söyleyerek Tahsin Yücel’i ima etmesiydi. Ne entelektüel uğraş ama!

Protestoculara kulak verecek olursak, sorun öncelikle yazarın, uluslararası kamuoyunda kabul görmüş bir grup entelektüelle beraber, ‘komşumuz Suriye’nin lideri’ Beşar Esad’ı eleştiren bir metne imza atmış olması. Ancak Esadperverliğin popülist solun kendine mal etmeye çalıştığı ‘sevdalınız komünisttir’dizesiyle çelişkisi yaman; zira Beşar Esad en nihayetinde küresel iktidar oyununun elit bir aktörü.

Bir kez daha yazarlarımız, belki de mantık sınırlarının dışına taşması nedeniyle değil terbiye sınırlarının dışına taşması nedeniyle eleştirilmeyi hak ediyor fakat, sınırladık kendimizi bir defa… “Uluslararası kabul görmüş yazarlar” derken, zaten akademisyenlerimiz “kodlarını” açık ediyorlar, ama geçelim.

Mesele, yazarın “Esad’ı eleştiren bir metne imza atmış olması” değil ki! Bununla kalsa, eleştirilir fakat pek gürültü koparmazdı. O mektupta Esad’a, istifa edip Cezayir gibi bir ülkeye sığınmaması durumunda, sonunun, vahşi bir kitle tarafından makatına demir sopa sokulup tecavüze uğradıktan sonra linç edilerek öldürülen Kaddafi gibi olacağı tehdidi savruluyordu! Ama yazarlarımız “straw man” denilen mantık hatasına başvurmayı seçmişler. Straw man, daha kolay bir hedef haline getirmek için bir argümanı yanlış sunmak demek. “Solcular ‘Orhan Pamuk sırf Esad’ı eleştirdi diye’ gürültü koparıyor”muş gibi…

Paragrafın ikinci cümlesini uzatmayalım, yukarıda “Sağcılar da aynısını söylüyor” şeklinde verilen örneğin benzeri söz konusu. Koskoca Suriye savaşına dair yıllardır bu kadar analiz yapacağımıza, sınıfsal ilişkilere, halkın tepkilerine, çeşitli aktörlerin pozisyonlarına, işin uluslararası boyutuna, çıkar gruplarına falan bakacağımıza, “Hocam işte Beşar Esad kötü adam ya, solcu değil, bize ne” dememiz gerekiyormuş meğerse…

Neyse ki bu kadar mantıksız bir argüman geliştirdiklerinin yazarlar da farkına varmışlar ki, bir sonraki paragrafta yeni bir argüman sunuyorlar:

Popülist solun ‘Esad’ı taktiksel olarak destekliyoruz’ apolojisi de sorunu çözmüyor, çünkü Suriye iç savaşı gibi karmakarışık bir sorunda herhangi bir aktörü taktiksel olarak destekleme kararını sahadan çok uzakta bir yerde ve çarçabuk alabilmek ancak duruma dahil olmak için yanıp tutuşmakla mümkün.

Bu mantık hatasının İngilizce’de adı var mı bilmiyoruz, fakat bizim buna taktığımız bir ad var: “Gittin mi?

Bir arkadaşımızın başına gelmişti, işyerinde biri, bir haftalık Diyarbakır seyahatinden dönüşte Kürtlerin aslında çok zengin olduğunu iddia ediyor. Arkadaşımız “Öyle şey mi olur” diye başlayıp çeşitli örnekler, istatistikler vermeye çalışırken, adam sürekli “Gittin mi? Sen hiç Diyarbakır’a gittin mi? Gördün mü? Konuşma o zaman” diyor. Sonunda arkadaşımız sinirleri bozulup susmak zorunda kalıyor.

Yazarlara göre aslında Türkiye solunun “Esad’ı taktiksel olarak desteklemesi” meşru olabilirmiş ama, “sahadan çok uzak”mış ve “bu kararı çarçabuk almış”mış. Basından takip ettiğimiz seyahat programına bakılırsa bize kıyasla Suriye’ye çok daha uzakta olan Orhan Pamuk Esad’a “mabadından kan alırlar” diye mektup yollayabilir, fakat Türkiye solu, “sahadan uzakta” olduğundan karar almamalı, hadi alıyor, şöyle birkaç yıl beklemeli. İnsan düşünmeden edemiyor, yazarlarımız bir coğrafyada yaşanan bir olayla ilgili karar almak için gerekli azami mesafeyi belirtseler de, ona göre davransak. Hayır belki de Antakyalıların Suriye’yi desteklemeye hakkı vardır en azından, o kontenjanı kullanırız.

Ama yazarlarımız devam ediyorlar:

Bu genelgeçer anti-AKP’cilik ise geniş halk kitlelerini AKP’nin kucağına itmekle olduğu kadar her otoriter siyasetin üretici formülü olan ‘Ya bendensin ya düşmanımsın’cılıkla da malul. Yani Suriye halkının çektiği eziyeti Ankara merkezli ayak oyunlarının perspektifinden değerlendirmenin sefaletini ve Esad’ın umarsızca sürdürmeye çalıştığı Baasçılığın Stalinizmle yakın ilişkisini bir kenara koysak bile popülist sol söylem demokratlık sınavından geçemiyor.

İşte akademi tipi AKP apolojizmi: AKP’nin yükselişi, “genelgeçer” AKP karşıtlığı nedeniyle. Kitleleri bu muhalefet AKP’nin kucağına itti. Elimizde buna dair hiçbir veri yok, ama herkes uydurabiliyor, neden biz de uydurmayalım? Otoriter dediğimiz ve solculuğa da biraz bulaştığımız için, birazdan meseleyi Stalinizme bağlamalıyız. Bağladık. AKP’ye karşı Stalinizm ve Baasçılık, Beşar Esad Baasçılığı gevşetiyor mu yoksa, ah, şimdilik onları boşverelim, biz de çok iyi bilmiyoruz Suriye’de ne olup bittiğini ama AKP’yi geriletmek için gerekli demokratlık sınavına girmek zorundasınız. Sizi kenara bıraktık, ama yine çaktınız. Seneye bir daha artık.

Ayrıca ‘Liberaller’in işin en başından beri yanıldığını iddia etmeden önce de şunu sormak gerekmez mi: AKP 2002’de ne idiyse 2014’te de o mu olmak zorundadır? Bütün siyasi partiler bütün ömrü hayatları boyunca aynı çizgide mi kalır? Popülist solun neferleri bu soruları kendilerine sorduysa da cevabını ışık hızıyla ‘Evet’ olarak vermiş olmalı. Zira çok uzun bir süredir muhalefetin başarıya ulaşmasının önkoşulu olarak sunuyorlar sabit fikirlilik ve saplantı olarak da değerlendirilebilecek çelik gibi sert bir ‘tutarlılığı.’

Öyle sanıyoruz ki buradaki mantık hatasının terminolojide bir adı yok zira sık başvurulamayacak kadar saçma bir mantık hatasıyla karşı karşıyayız. Durum ve söylenen şu: 2002’de, daha doğrusu AKP’nin ilk yıllarında solcular AKP’ye karşı çıkıyordu, liberaller AKP’yi savunuyordu. Ama solcular o gün birbirlerine “AKP’nin politikaları yanlış diyorsun yoldaş ama 2014’te de aynı pozisyonda duracağını nereden biliyorsun?” diye sormadıkları için suçlular! Kim bunu niye sorsun? Ayrıca bu soru da nereden çıktı? Solcular kendilerine yukarıdaki saçma soruyu sormayacağı gibi, hayatın doğruladığı tezleri savunmaktan ve yanlışlananları eleştirmekten de bu saçma mantık nedeniyle imtina edecek değiller... Ya AKP'nin 2002 yılında iyi olduğunu tartışın, ya da bu tuhaf mantığa başvurmayın. Yazarlar kendi kendilerine bir iddia ortaya atıp onu çürüterek liberallerin AKP’yi yıllarca – ve çoğunlukla hâlâ – yanlış okumalarını aklamaya çalışıyor. Ama gerçekten çok kötü bir yöntemle yapıyorlar bunu. Nuray Mert gibi yapsalar, "o zaman kandırılmışız ama..." deselerdi, en azından tartışabilirdik.

Oysa, “Hükümetin yaptığı hiç mi iyi bi’ şey yok” demek için yardımcı doçent olmaya da, 10 bin vuruş yazı yazmaya da, tuhaf mantık hatalarına başvurmaya da gerek yok.

Devam ediyorlar:

Bakın popülist sola: Davanın saflığının bozulmasından o kadar yoğun bir endişe duyuyor ki ‘liberaller’ AKP iktidarına karşı seslerini yükseltince onlara daha çok kızıyor. Yani ‘liberaller’in hem üstlerini başlarını yırtarak, saçlarını yolarak, gözyaşları içinde defalarca özür dileyerek doğru yolu bulmalarını, hem de bir daha ağızlarını açmamalarını istiyor. Hakkını verelim, böyle bir siyasi öznelliği tarif ederken faşizm gibi kelimeler durumu çok da iyi anlatmıyor. Engizisyon mahkemesi daha uygun.

Akademisyenlerimiz bağırıyor: credo quia absurdum est. İnanıyorum, çünkü saçma. Birincisi, sol, liberal AKP karşıtlığıyla “davanın saflığının bozulması” nedeniyle uğraşmıyor. Aksine, tam da bu makalenin yazarlarının yaptığı türden bir entelektüel zorbalık ve ayak oyunu ile, AKP’yi desteklerken de, AKP’ye muhalefet etmeye başladığında da “doğru” olmayı başarabildiğini iddia eden kurnazlık, solun uğraştığı. Yazarlarımızın, “Evliler de sevebilir” şarkısına benzer “Ne yani liberaller de değişemez mi?” yorumu, tam tamına Türkiye’de AKP karşıtlığını bir tür liberal tasallut altına alma girişimi: AKP’ye “soldan” muhalefet, zaten kitleleri AKP’nin kucağına itiyor; demek ki, AKP’ye karşı olmanın ve onu geriletmenin tek yolu, müphem bir demokratizmdir. Yani, akademisyenlerimizin “popülist sola” atfettiği, “Doğruyu baştan bulduysan buldun, bulamadıysan asla bulamayacaksın, çünkü tarihin zamanın başlangıcında selamete erdirmeyi seçtiği sevgili kullarından biri hiçbir zaman olmadın” düşüncesi, tam tamına AKP karşıtı olduğunu varsayan “demokrat” tepkinin özüdür. “Popülist sol”, demokratizmin künhüne varamadığı için bütün bunlar başına gelmektedir.

Üstelik solun aklı başında olan kesimlerinin derdi, hiçbir zaman “28 Şubat’ta neredeydin?” türü sakil bir tepkiden ibaret olmamıştır. Şu anda tartışmanın özü, liberallerin ya da “yetmez ama evet’çilerin” AKP bir tür rejim değişikliğine giderken nerede oldukları değil, bugün neden burada olduklarıdır. AKP ile mücadele kurgusu olan her siyasetin, mücadele hattını nerede kuracağına dair bir modeli olması, bu modeli de başkalarına karşı savunması, başkalarını geriletmek istemesi siyasetin doğası gereğidir. Akademisyenlerimiz ise, adlı adınca apolitik bir AKP karşıtlığı önermekte, AKP karşıtlığını akıldan ve bedenden yoksun bir tür ruha indirgemeye çalışmaktadır. İki yazarın istihza ile gözden saklamaya çalıştıkları “liberal proje”, tam tamına budur zaten.


DİPNOT:

İki akademisyenin Marksizme dair "laf çarpmalarına" yazının akışı içinde yer vermek istemedik, o kadar mantıksızlığa işaret eden bir yazıda teori tartışacak değiliz. Fakat bizde, bir televizyon programında "sosyolog" akademisyen Doğu Ergil'in solcularla tartışırken "Marksizmin toplumu açıklarken temel ekseni insanlık, insan düşüncesidir" demesine benzer bir hissiyat uyandı. Sosyolojiye Giriş veya Siyaset Bilimine Giriş dersinde boşluk doldurma sorusu olarak "Marksizmin toplumu açıklarken temel ekseni ......" ifadesinde boşluğa sınıf yerine insan yazan öğrencinin "Otur, sıfır" yanıtı alacağı ortadayken, bir kez akademik titre büründüğünüzde marksistlere marksizm öğretmek de "göreviniz" haline geliveriyor.

Yazarlar şöyle demiş:

Öte yandan bir Marx düşünün ki ‘burjuva’ Balzac’tan nefret etsin: Kapital’i yazamazdı belki ama bazı Türk solcularının hayalindeki devrimci olurdu. Solun ‘popülist’ diye tanımlayacağımız bu kanadı, adeta sağın kaygılarını paylaşırcasına entelektüellikten arındırılmış bir Marksizmi arzuluyor. Sadece Türkiye’de 17 baskı yapma şerefine erişebilmiş, dünyanın geri kalanında ise unutulmaya terk edilmiş Felsefenin Temel İlkeleri’dir bu marksizmin özü.

Evet, duyan da, felsefeyi işçi kitlelerle buluşturmaya bütün yaşamını adayan Georges Politzer ve Felsefenin Temel İlkeleri ile alay eden bu akademisyenlerimizin, marksizmin öz-biçim diyalektiğine, Marx’taki soyut ve somut kavramlarına, Lenin’deki Hegelci öze dair filan yeni açılımlar geliştirdiklerini sanır. 1942 yılında Naziler tarafından katledilen Politzer ve ünlü kitabı hakkındaki burun kıvırma, tam tersinden bir şehir efsanesi ve marksizmi depolitize etmeye yönelik bir eğilim olmasın? Yazarlarımız, Politzer ve Felsefenin Temel İlkeleri’nin karşısına, hangi “derin” marksizmi koymaktadırlar? "Geçerken çakalım" dedikleri Politzer yaşasaydı, tam da bu ikilinin idealizmin yılmaz neferleri olduğunu savunur ve haklı olurdu.

Marksistlere dair sürekli bir karikatür yaratıp bununla kolay yoldan alay etmeyi iş bilen akademisyenlerimiz, Politzer'in eseriyle ilgili Türkiye'deki marksist aydınların değerlendirmelerini tartışacak, hatta bilecek değil elbette. Politzer uzun hikaye, ama Balzac konusunda akademisyenlerimize yardımcı olalım. Geçenlerde duyduk, bir TKP'li bir diğerine şöyle diyordu: "Marx iyi de çevresi kötü be hocam, Balzac falan okuyormuş, AKP'li değil mi o Balzac dedikleri?"