Bir siyasetten kaçış aracı olarak zarafet beklentisi

Aytek Soner Alpan, soL gazetesinin dünkü manşetiyle ilgili "sanal alemde" yürüyen tartışmayı yazdı.

Hiç Lenin okudunuz mu?

Örneğin, bir parti toplantısında Trotsky ortamda mevcut değilken ona "kevaşe" ve "fahişe" diyen Lenin'i... Böyle şeyleri yazmaktan da çekinmemiş ve başka bir kulvarda da olsa Çarlık tehdidi altında mücadele eden Martov'dan, bütün menşeviklerden ve sosyal devrimcilerden benzer sıfatları esirgememişti bu aksi devrimci.

Marx'ı yahut Engels'i hiç okudunuz mu?

Muhatabına türlü zeka kusurları ve cehalet atfeden, onlara "gübre", "saray soytarısı" diye seslenmekten çekinmeyen bu adamların adını duydunuz mu acaba? Mesela hayatının 36 yılını hapislerde geçirmiş Blanqui'nin adli sicil kaydı onu "sert eleştirilerden" muaf kılmamıştı bu ikilinin gözünde. Ne demek lazım bu durum karşısında?

Devrimcileri kullandıkları dile ve tavırlarına dair bir iki defa uyarmış olsa da siyasi rakiplerini "fahişelik" ile suçlamaktan geri durmayan Trotsky'i biliyorsunuzdur herhalde... Faşizm ve Nazizim yükselirken Stalin ve Trotsky birbirlerine "sert eleştiriler" yöneltmekte beis görmüyorlardı mesela. Yeri gelmişken Stalin mi? Kremlin'de partilerde ve çalışma odasında küfürlü maniler okuyan, Lenin'in bile "yontulmamış" olmakla suçladığı Stalin'in de yalnız fiziken değil yazınsal anlamda da karşıtlarına pek kibar davrandığı söylenemez.

Liste hem geriye hem de günümüze doğru uzatılabilir, Fransız devrimcilerinden gazeteci Jacques Hébert'in "Papa'yı S.keyim" başlıklı ünlü bildirisinden bahsedilebilir mesela.

Bunları devrimci liderler ve teorisyenlerin kaba saba, nezaketten nasiplenmemiş insanlar olduğunu anlatmak için yazmadım. Göstermek istediğim durum sadece şu: Büyük teorisyenler, devrimciler bile karşılarına aldıkları isimlere görgü kurallarını pek gözetmeden, acımasızca yükleniyorlardı. Üstelik "sol içi" polemiklerde bu acımasızlığın katlandığı örnekler de mevcut... Bu kişilerin dilleri, her daim rafine, her daim steril değildi. Tavır almaları gerektiğinde tavır alıyor, sınıflar mücadelesinin sertliği ölçüsünde bir dil kullanıyorlardı.

Ancak esas meselemiz, siyasette nezaketin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği değil. Meselemiz, sola sirayet eden ve yukarıdaki örnekleri okuyunca neredeyse "olmaz olsun böyle Marx da Lenin de" dedirtecek siyaseten doğruculuk üzerine kimi gözlemlerde bulunmak.

Meselenin adını koyalım
Bir kaç saptama ile başlayalım: Türkiye solcusu, siyaset yapmak ile sızlanmak arasında bir kafa karışıklığı yaşıyor. Sızlanmak, solcumuzun pek sevdiği muhalefetçilik oyununun asli parçası... Muhalefetçilik ise devrimci siyasetin konusunun iktidar olduğunu unuttukça sola musallat olan bir illet olarak tarif edilebilir.

Sızlanma ve muhalefetçilik artık öyle bir boyuta geldi ki kadim mekanlarına sığmıyor, daha doğrusu kendisine yeni mecralar bulmuş durumda. Bu "yeni-devrimci pratikler" eskiden olduğu gibi kıraathanelerde, birahanelerde vuku bulmuyor, buralardan türemiyor. Yeni kahvehaneler, sosyal medya: Twitter, Facebook vs. Bu "mekanlarda" en dokunaklı sözcükleri siyaseten en doğru biçimde ifade eden kalemi kuvvetli isimler "siber aktivizmin" vecibelerini en iyi biçimde yerine getirmiş oluyor. Başka bir deyişle klavye başında en iyi sızlayanın, haksızlık karşısında en dokunaklı biçimde ağlaşanın, en çok "retweet" alıp en çok "like" edilenin en devrimci sayıldığı bir bozulma yaşıyoruz.

"Fena mı sanal ortamda da olsa insanlar taraf oluyor" denebilir. Ancak bu gözlem isabetli değil. Sanal ortamda vecibelerini yerine getiren siber aktivistlerin aslında taraf olmadıklarını görüyoruz. Yaptıkları, yazılı olmayan bir "koda" dayanarak görüş beyan ettikleri meselenin politik açıdan doğru olup olmadığına karar vermektir. Başka bir deyişle söz konusu siber aktivistler, söz söyledikleri konu hakkında taraf değildirler, kendilerine otorite sağlayan kodun üstünlüğünden yana taraftırlar. Bu nedenledir ki neyin, neden yapıldığı değil, nasıl yapıldığı, yapılanın söz konusu koda uygun olup olmadığı tartışılır durumda. Neticede biçim, özün önüne geçiyor hatta özü görünmez kılıyor. Böyle bir siyaset yapma biçiminde kapitalizme karşıtlık da biçimselliğin ötesine geçemiyor.

Yazılı olmayan bu kodun bir de mistik "mutlak kötüsü" var: Muktedir. Bir karşıtlık kurulacaksa, herkesi eşit derecede mağdur eden bir "şey"e, "muktedir"e karşıtlık söz konusu siber aktivizmde.

Kanımca bu siyaset yapma biçiminin üç önemli özelliği mevcut:

İlki, söz konusu siber aktivistler gerçekten tarihin sonunda yaşadığımıza inanmaktadırlar. Daha somut biçimde söyleyecek olursak mevcut iktidar ilişkilerinin değişmez biçimde kurulduğunu düşünürler. Bu nedenle yapılabilecek olan en olumlu adım, köklü bir dönüşümü kovalamaktansa, mevcut çerçeve dahilinde bir "Pareto dengesi"[1] bulmaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla bir toplumsal kesimin çıkarlarını diğer kesimler karşısında savunmak söz konusu denge halini bozacağından makbul bir siyasal yöntem değildir. Sınıf siyaseti tanım gereği kapı dışına konmuştur.

İkincisi, söz konusu siber aktivistlerin siyaset algısı mutlak bir burjuva bakış açısıyla sakatlanmıştır. Siyaset algısında yukarıda saydığımız sıkıntıların yanı sıra bir de düello kompleksi olarak adlandırabileceğimiz kompleks söz konusudur. Düelloda taraflar birbirini öldürecektir ancak birbirlerine hakaret etmeleri yasaktır. En temel kurallardan biri budur. Birbirine katil diyen burjuva siyasetçilerinin, konuşurken "sayın" sözcüğünü ağızlarından düşürmemesi buna örnek olarak verilebilir. Siber aktivistler, siyasette işte böyle bir biçimsel zarafet arayışındadır.

Son olarak, siber aktivistlerin siyasal yöntemleri kapitalizmin yönetim biçimi ile uyum arz etmektedir. Özellikle 1970'lerden itibaren kapitalizm, kitleleri korku politikası ile yönetmektedir. Korku politikasının sloganları nükleer savaş korkusundan başlayarak günümüzde göçmen korkusu, ekolojik felaket korkusuna ulaşan bir noktaya gelmiştir. Ülkemizde ise korku politikası, benzer tarihlerde "devrim korkusu"ndan başlayarak günümüzde darbe/ergenekon korkusuna varmıştır. Siber aktivistlerin "politik" tepkilerini işte bu korku politikası belirlemektedir. İnsanın düşünme ve siyaset yapma kapasitesini ortadan kaldıran siyaseten doğruculuk merakı, bu korku politikasının liberal tercümesinden başka bir şey değildir.

Siyaseten doğrucular: "Taraf olan bertaraf olur"
Siber aktivizmin siyaseten doğruculuk merakı yakın zamanda iki örnek üzerinden kendisini gösterdi. Biri, Birgün gazetesinin malum ilanı arkasından koparılan yaygara ve gazeteye dönük yaratılan linç havası idi. Daha önce çalıştıkları Hürriyet'in Milliyet'in reklamlarına, manşetlerine gıkı çıkmayanların ülkedeki sansür ortamını sembolik biçimde anlatan bir ilanı "biz kimsenin gözünü kapatmıyoruz" gibi soyutlama yeteneğinden yoksun argümanlarla süslenmiş saçma itirazlarla eleştirmesi meselenin muhatabı tarafından istenirse yanıtlanır. O nedenle bu konuyu geçerek diğer örneğe geliyorum.

Diğer örnek olay, soL Gazetesi'nin Orhan Pamuk manşeti sonrası sanal alemde yaratılan "hava" idi. soL nasıl olurdu da Orhan Pamuk'un eline silah tutuşturur, ona tetikçi derdi? " "Gazetecilik normları"na ("yazılı olmayan kod") uygun muydu bu? En insaflı yorumlarda bile söylenen şuydu: "Orhan Pamuk'un güdümlü, tüccar duyarlılıklarını biliyoruz. Lakin soL'un manşeti olmamış" ("öz değil biçimin tartışılması"). Orhan Pamuk gibi Ergenekon'dan ölüm tehditleri alan, statüko tarafından yargılanan bir yazar ("korku siyaseti") ile silah aynı sahnede nasıl buluşurdu? Eleştiriyi süzgeçten geçirmek, rafine etmek gerekti ("zarafet arayışı"). Bu yöntemle sonuç alınamazdı, neticede toplumun değişik kesimleri ortaklaşamaz, herkes kendi evine kendi inançları ile çekilirdi ("Pareto dengesi arayışı").

Peki ya Orhan Pamuk ne yapmıştı? Bu soru bilinçli olarak tartışma sahnesinden dışlanmaktadır.

Kısaca söyleyelim: Orhan Pamuk, Esad'a açık açık çekilmezsen öyle ye da böyle seni ve dahası eşini ve çocuklarını linç edecekler demişti. Hem de öyle böyle değil. Kaddafi gibi... Şimdi bir saniyeliğine olsun özlenilen zarafeti bir kenara bırakıp soralım mı? soL ne yapmalıydı? Acaba silah yerine Libya'daki paralı askerlerin Kaddafi'nin makatına soktuğuna benzer bir kazık ya da pet şişe mi tutuşturulmalıydı Pamuk'un eline? Rahatsız mı olduk? Oysa Orhan Pamuk'un yazdığı tam tamına budur. 11, 9 ve 8 yaşındaki üç çocuğu ölümle tehdit eden ve kaleminden kan damlayan Nobelli yazarımızın zarafetini sorgulamak hiç mi aklına gelmemektedir siber aktivistlerin? Gelemez, zira siyaseten doğruculuk, düşünmeyi engelleyen bir barikat, bir düşündürmezdir.

Durum, "Pamuk'u zaten biliyoruz"la geçiştirilebilecek bir durum değildir. Pamuk, bu kez kendini aşmış, ucuz demokratlık gösterilerinin ötesine geçerek Ortadoğu'daki emperyalist restorasyonda aktif görev almıştır. O silahı Pamuk'un eline soL tutuşturmamıştır. Silah, zaten Pamuk'un elindedir. Dolayısıyla eleştirilen montaj, malumun ilamından başka bir şey değildir. Deniyor ki "sahnede görünen silah patlar". Söz konusu silah Suriye'de zaten patlamaktadır. Dahası, siber aktivistlerin pek ilgisini çekmese de o silah, Türkiye'de doldurulmaktadır (Örneğin soL'un gazetecilik normlarına göre değerlendirilmeyip sessizlikle geçiştirilen önceki iki günkü manşeti hatırlanabilir).

Ancak sorun bundan daha derindir. Sorulması gereken soru şudur: Söyleyeceği sözü söylemekten çekinen, biçimi öze kurban eden sol, gerçek bir siyasi aktör olabilir mi? Ya da söz söylemekten çekinenlerin gerçek bir aktör olmak gibi bir niyeti var mıdır?

Yazıya Marx ve Engels ile başlamıştık onlarla bitirelim. Yanlış hatırlamıyorsam Engels, Marx'a yazdığı mektubunda Kapital'in Fransızca tercümesinden dert yanmaktadır. Engels'e göre çevirmen, Kapital'in gücü ve canlılığını zarif bir dil kullanmak uğruna iğdiş etmiştir.

Bu noktada Türkiye solu kendi siyasi yeteneklerini kendisi iğdiş mi etmektedir sorusu makul görünmektedir. Ama tam bitirirken benim aklıma şu soru takıldı:

İğdiş[2] dedim de siyasete erkek bir öz atfedip kadınları siyaset sahnesinden mi dışladım yoksa?

Aytek Soner Alpan


1. Pareto dengesi, toplumda bireylerden en az birinin refahını azaltmadan diğer birinin refahını artırma imkanı olmadığı optimal duruma verilen isimdir.
2. Erkeklik bezleri çıkarılarak veya burularak erkeklik görevi yapamayacak duruma getirilmiş olan.