Bir kadın öldü...

Ölüme ilişkin çokça anlatılan dramatik bir efsane vardır hani yaşamın film şeridi gibi ölen kişinin gözlerinin önünden geçmesi. İşte bu ölümde de içinde yaşadığımız kokuşmuşluk bir film şeridi gibi geçti gözlerimizin önünden.

Bir kadın öldü...

Günlerdir medyada bu kadının bedenini ve ahlakını otopsi masasına yatırıyoruz. Önce kendimizi temizliyoruz, steril oluyoruz otopsi odasına girmeden. Hijyenik eldivenlerimizi takıyor, özel kıyafetlerimizi giyiyoruz. Yüzümüze bir maske geçiriyoruz hastalık kapmayalım diye.

Tertemiziz biz, steriliz, hijyeniğiz.

Sonra alıyoruz elimize türlü metal aletimizi başlıyoruz kesmeye, didiklemeye. Ölünün etlerini kanırttıkça zevk alıyoruz. Çünkü gerçeği öğreniyoruz.

Sonra?

Sonra, hep beraber bir ölüye bekaret testi yapıyor, alkol aldı mı anlayalım diye şöyle bir göğsüne çöküyoruz son nefesi çıksın da koklayalım diye. Sonra yine hep birlikte kanının tadına bakıyoruz uyuşturucu almış mı anlamak için? Çünkü çok iyi biliyoruz hayat alkol ve seksten ibaret değil!

Bunları yaparken yüzümüz bile kızarmıyor. Neden kızarsın? Biz tertemiziz, hijyeğiniz. Dinimiz, ahlakımız, aile yapımız, kutsal değerlerimiz var. Başbakanımız demedi mi yaşarken lime lime edilen genç kadın için “Kendi başına bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya” diye... İşte o yüzden kimseyi kendi başına bırakmayız... Dirisini de ölüsünü de...

Sonra birimizin soyadı Uluç (erdemli, yüce), diğerimizin soyadı Ar-seven. Atalarımızdan yadigar bize bu namus, bu erdem. Madem böyle bir emanet var... Kuşanıyoruz kalemimizi, sözümüzü, kinimizi ve bütün gericiliğimizi başlıyoruz yazmaya, söylemeye... Televizyonda, gazetede, sosyal medya sitelerinde, okuyucu yorumlarında, sokakta, kahvede, günlerde, vapurda, otobüste, işyerinde...

İki kişi değiliz ki, biniz, milyonuz... Milyonlarca uluçuz, milyonlarca arseveniz.

Bir kadın öldü...

Yüksek Halk Goygoyculuğu Mahkemesi’nde yargılıyoruz şimdi kendisini. Ellerinden astık ölü bedenini tavana. Bakıyoruz sorgulayan gözlerimizle. Sallanıyor bir o yana bir bu yana kadının bedeni hepimizin evinin salonunda. Davanın sonucu da belli. Çünkü şahitlerimiz çok kuvvetli. Hüküm giymesi garanti anlayacağınız kadının: İlk sırada Halkımızın Değerleri Beyefendi, ikinci sırada Bay Türk Anası, üçüncü sırada Mahallenin İmamı Efendi, sonra Komiser Ağabey, sonra Mr. Başbakan falan... Sonra ölürken yanında olan adam. “Bekar evi” isimli balta girmemiş ormanın sahibi...

Dinliyoruz kendisini ki kadının ahlaksızlığını ilk elden duyalım. Kendisine de kızıyoruz ama “Ah be koçum neden ambulans çağırmadın da koştun doktor aradın... Kadının ahlaksızlığını öğrenmez olurduk biz de sen ambulans çağırsan...” Parmağımızı sallıyor, uğurluyoruz kendisini. Gitsin biraz açılsın.

Bir kadın öldü...

Ben şimdi ne yazayım?

Genelev patroniçesinin vergi rekortmeni olduğu bir ülkenin kimliğini taşıyan bir erkek olarak ben şimdi ne yazabilirim?

Hıncal Bey’in iki kolunda iki manken gece kulüplerinde gezişini, sonra bu mankenlerin fuhuştan yakalanmasını mı yazayım?

Hıncal Bey’in yazdığı gazetede Emre Aköz isimli bir adam olduğunu onun bir zamanlar porno dergi yöneticiliği yaptığını mı?

Engin Ardıç’ın küfürlerinden yüzünün neden kızarmadığını mı sorayım Hıncal Uluç’a?

Bir kadın öldü...

Hangi soruyu sormalı?

AKP’nin hayatımıza müdahale ederken bu cüreti nereden bulduğu, ileride rejim muhafızlarının nereden devşireleceği, kadının neden sokağa çıkarken kafasını kapatması ve mümkünse sokağa çıkmaması gerektiği soruları artık anlamsız.

Hepimiz bu soruların yanıtını veriyoruz günlerdir.

Bir kadın öldü...

Woody Allen diyordu sanırsam hayat sanatı değil, kötü televizyon programlarını taklit eder diye.

İşte bu kötü programın film şeridi geçti gözlerimizin önünden.

Sıradaki program: Hüseyin Üzmez’le Ahlak Bilgisi. Kaçırmayacağımıza eminim.

Galip Munzam (soL)