Ahmet Şık ve Tuğçe Tatari'den işsiz gazeteciler belgeseline itiraz: Hayır, eşit değiliz

Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün desteğiyle Tuluhan Tekelioğlu tarafından çekilen, "Persona Non Grata" belgeseliyle ilgili, Ahmet Şık ve Tuğçe Tatari'den açıklama geldi.

Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün desteğiyle Tuluhan Tekelioğlu tarafından çekilen, "Persona Non Grata" belgeseliyle ilgili, Ahmet Şık ve Tuğçe Tatari'den açıklama geldi. Görüşleri nedeniyle işsiz bırakılan gazetecileri ve bu bağlamda medyaya yapılan baskıları ele alan belgeselde anlatımlarıyla yer alan Tatari ve Şık, belgeselde yer alan isimlerden bazılarına tepki gösterdi. 

Belgeseli çeken Tuluhan Tekelioğlu da itirazlar sonrasında bir açıklama yaparak, "işsiz bırakılma meselesiyle ilgili tüm taraflara mikrofon uzattığını; belgeselin mağdur edenle, mağduru eşitlemek gibi bir niyetinin olmadığını" söyledi.

'ÖDEDİĞİM BEDELİ O ADAMLARIN ÖDEDİKLERİYLE EŞLEŞTİRTMEM'

Gazeteci Tuğçe Tatari, Twitter hesabından attığı mesajlarda, Derya Sazak ve Fatih Altaylı'nın belgeselde yer almasını eleştirerek, bu isimlerle işsiz bırakılan diğer gazeteciler arasında "mağduriyet eşleşmesi" yapılmasının haksızlık olduğunu söyledi. Tatari yapılanın, işsiz bırakılan gazetecilerle onarı mağdur edenleri aynı kefeye koymak olduğunu belirtti.

Tuğçe Tatari'nin belgeselle ilgili açıklamalarından sonra, bir diğer açıklama da Ahmet Şık'tan geldi. Şık, "Hepimiz eşit değiliz" başlığıyla yayınladığı yazısında, 2005 yılında Radikal gazetesinden atılmasından sonra yaşadıklarını ve bu yaşananlarda Doğan Medya Grubu'nun payını anlattı.

Medyada yaşananların AKP faşizmi ve Recep Tayyip Erdoğan döneminde arttığına ancak, başlangıcın bu olmadığına dikkat çeken Şık, işten çıkarılan gazetecilerle onları işten çıkaran konumunda bulunan diğerlerinin aynı belgeselde toplanmasını eleştirdi. Şık'ın konuyla ilgili yayınladığı yazı, şu şekilde:

“HAYIR EŞİT DEĞİLİZ” 

Doğan grubuna ait Radikal gazetesinden atılmamın üzerinden tam 10 yıl geçti. Dünya Basın Özgürlüğü Günü olarak kabul edilen 3 Mayıs'ta, 2005'de işsiz bırakılmıştım. Aslında sadece işten değil ana akım medya sektöründen atılmıştım. Rüşvet teklifini kabul etmeyince “Seni hiç bir yerde çalıştırmayız” diyen dönemin Doğan Gazetecilik İnsan Kaynaklarından Sorumlu İcra Kurulu Üyesi Münir Cankurtaran sözünü tutmuştu. Kısa süre sonra başladığım Aktüel dergisinden 4 gün sonra çıkarıldım. Akşam gazetesinde, dönemin haber müdürüyle el sıkışmamıza rağmen hiç bir zaman işe başlayamadım. Sky Türk televizyonunun yayın yönetmeni olan arkadaşım, “İnsan kaynaklarında hakkında Doğan grubundan gönderilmiş bir dosya var. Polisteki gözaltılarına kadar her şeyi koymuşlar. Seni almama izin vermediler” diye anlattı işe alma girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasını. 

Peki bunları neden anlatıyorum açıklayayım. Dünya Basın Özgürlüğü Günü olan dün bir belgesel yayınlandı. Son yıllarda büyük bir kıyımın arenası haline dönen Türkiye medyasının hal-i pür melalini kısmen mercek altına almaya çalışan yapıt, “İşsiz bırakılan gazeteciler belgeseli: Persona Non Grata!” diyerek sunuldu. Belgesel, yakın geçmişe kadar dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi olarak anılan, sansür ve otosansür kıskacının en daraldığı bir dönemde AKP iktidarının baskısıyla işsiz bırakılanların tanıklığına yer veriyor. Muhabirinden yazarına, editöründen yöneticisine ve hatta patronuna (yanlış okumadınız) kadar bir dizi insan var. bu kadar çeşitlilik kulağa hoş geliyor olabilir. Daha doğrusu olabilirdi. Ama değil. Belgeselin yönetmeni Tuluhan Tekelioğlu'nun iyi niyetinden kuşkum yok ama belgeselde yer alanlardan biri olarak çeşitli itirazlarım var.

Her şeyden önce medyaya yönelik baskı, sansür, daha ahlaksızca olanı otosansür Türkiye'ye AKP faşizmiyle ya da Recep Tayyip Erdoğan iktidarıyla gelmedi. Hep vardı. Ama belgesele bakarsanız, medyanın içine düştüğü acıklı durumun tek sorumlusu Recep Tayyip Erdoğan adındaki bir şeytan. Nesnel gerçeklik ile medyatik gerçeklik arasındaki uçurumdan tutun da muhabir, yazar ve yöneticilerin işsiz bırakılmasına ve türlü baskılara kadar her şeyin sorumlusu Erdoğan ve AKP iktidarı. Bu dönemin sorumlusunun Erdoğan ve iktidarı olduğu su götürmez bir gerçek. Tıpkı kendisinden önceki iktidarlar ve güç odaklarının olduğu gibi. Derdim Erdoğan ve iktidarının faşizmini hafifsetmek değil. Aksine herkesin eteğindeki taşları dürüstlük ve samimiyetle dökmesi. Geçmiş iktidarlar döneminde de gazeteciler öldürülüyor, işsiz bırakılıyor, baskıya, sansüre maruz kalıyordu. Hatta öldürülen ya da şanslıysa canını kurtarabilen ancak tutuklanan Kürt ve sosyalist basın çalışanlarına, tıpkı şimdi devlet katında ve bir kısım medyada olduğu gibi “Gazeteci değil teröristler” diyen meslek örgütü temsilcileri gördü bu topraklar. Şimdi basın özgürlüğü için haklı olarak seslerini çıkaranlar o zaman susuyordu. Dileğim o ki devran değiştiğinde yine aynı suskunluk sarmalının içine girmezler. Susacaklara ve AKP faşizminin borazanlığına soyunanlar da çok değil daha birkaç yıl önce, kumpaslarla hapse atılan meslektaşlarının ne azılı darbeciler olduğunu kanıtlamaya girişenlerin, köşelerinden, televizyon ekranlarından “Seni tutuklatırım” tehditleri dile getirenlerin şu an içine düştükleri acıklı durumdan ders çıkarmaları uyarısını yapalım.

Bir diğer nokta işsiz bırakılan gazetecilerle çeşitli bahanelerle bu kararı uygulayanların aynı belgeselde olması. İşten atanla atılanın, her türlü haksızlık ve ahlaksızlığa imza atanla buna karşı çıkanların eşitlenmesi. Aydın Doğan ile geçmişte Doğan grubu ile başka yerlerde yöneticilik ve yazarlık yapmış olan Derya Sazak ve Fatih Altaylı'nın da belgeselde yer almasından bahsediyorum. Evet, vergi cezalarıyla susturulan Aydın Doğan'ın sahip olduğu medya gruplarının dahi “muhalif” olarak görülebildiği bir karanlıktayız. Ancak bu durum bize Aydın Doğan'ın sendikal örgütlenme düşmanı bir medya patronu olduğu gerçeğini unutturacak mı? İsveçli standartlarında yaşayan bir yazar-yönetici azınlık ile Bangladeşli şartlarında yaşamak zorunda bırakılan bir çoğunluk piramidi kurduğunu eleştirmeyecek miyiz? Sahibi olduğu medya kurumlarında periyodik olarak kitlesel tensikatlara imza atılmıyor muydu? Adına “centilmenlik” denilen kölelik anlaşmalarıyla çalışanların açlıkla terbiye etmeye çalıştığını ne çabuk unuttunuz? Şu an herkesin haklı olarak yakındığı, içi koli basiliyle dolu havuzun medyasının yaptıklarını geçmiş dönemde Doğan grubu ve diğer ana akım medyanın yaptığını anımsamayacak mıyız? Şimdi iktidar baskısına maruz kalan Derya Sazak ve Fatih Altaylı'nın bunlardan azade birer yönetici mi olduğunu düşünmeliyiz? Sabah gazetesinin önünde protesto gösterisi yapanlardan birisi arkadaşı çıktığı için Uluç Özcü'yü işten atan yönetici ile AKP'nin sağlık politikalarını eleştiren haberde emeği geçen Dilek Şanlı ile iki meslektaşımızı işten kovan Fatih Altaylı arasında fark görebiliyor musunuz? Murat Aksoy'u, iktidarın emriyle işten atan ve bu haksızlığa çıkarları için sessiz kalan Yeni Şafak yöneticileri ile yarım asırlık arkadaşı Hasan Cemal'in, Can Dündar'ın kovulmasında sessiz kalan Derya Sazak arasında ne fark var? Gezi isyanı sırasında iktidarın tavrını eleştirdiği için kovulan ve ev kredisini nasıl ödeyeceğinin karamsarlığına düşen Sevim Gözay ile “O zaman iyi para kazanıyordum. Çok değil 700 bin dolara aldım” dediği villasında yaşamaya devam eden Derya Sazak nasıl eşitlenebilir? Sanki telefonda konuşan kendisi değilmiş gibi “Tapeler ortaya çıkınca şoke oldum” diyen, gazetecinin işinin soru sormak olduğunu çıkarları gereği unuttuğunu “Herkes susarken o gerilimli ortamda televizyonda mı yapacağım sizin yerinize? Niye yapayım?” diyen Fatih Altaylı'yla işini yaptığı için işsiz bırakılan meslektaşlarımız ne kadar eşit?