YUTT Sanat Atölyesi: Kirliliğin önüne geçebilmenin yolu tembellikten arınmak

Ankaralıların mahallelerindeki gönüllü çocuk oyunlarından, okullarındaki sevecen tiyatrolardan, kreşlerden ve festivallerdeki gösterilerden tanıdığı Yol Ufka Tiyatro Topluluğu - YUTT Sanat Atölyesi yönetmeni Ufuk Bezci konuğumuz oldu.

Bayram Uluad - soL
Ankaralıların mahallelerindeki gönüllü çocuk oyunlarından, okullarındaki sevecen tiyatrolardan, kreşlerden ve festivallerdeki gösterilerden tanıdığı Yol Ufka Tiyatro Topluluğu - YUTT Sanat Atölyesi yönetmeni Ufuk Bezci konuğumuz oldu. Tiyatronun, Stanislavski ve Eric Morris etkileşimli bir tatta ilerleyen, yetişkin oyunu olan “Bavul – Bir İnsanlık Yetimi” üzerine ve gelecekteki planlarına, ülkedeki tiyatroya bakışına dair sohbet ettik. Tüm birikimini kaybetmiş, intihara karar vermiş bir iş adamıyla, üçüncü bir dünya ülkesinde gündelik yaşamını sürdüren ilkel bir insanın ortaklaştığı bir konuyu tartışmaya açan oyun, insanın nesneye hapsolmasını tartıştırması anlamında, konuşulmaya değer.

Bayram Uluad: Öncelikle Bavul’dan başlayalım. Tek kişilik oyun gibi görünen ancak aslında seyircinin de, kulisin de dahil olduğu bir oyun karşılıyor bizi. İflas eden bir iş adamının çaresizliğini anlatan sahneniz etkileyici bir tonda, şiirsel bir anlatımla başlıyor. Kahramanımız aşk acısını andıran derin ve içten bir isyanla haykırıyor. Neden böyle bir oyunsallaştırmaya gittiniz?
Ufuk Bezci: İşin öyle bir tarafı olduğuna pek katılmıyorum ancak nihayetinde böyle yorumlamada sıkıntı yoktur, esas olan seyircinin oyunda ne bulduğudur. Nihayetinde öyle bile olsa bizim patron karakterimiz bir erkek olarak, kadınının acısından çok onun üzerinden aldığı hazzı ve paylaşımları kaybeden biri olmalıydı. Ancak burada her şeyini, tüm birikimini kaybeden bir kapitalist, bir patron söz konusudur. Yani aslında oyunumuz nesneye hapsolmuş bir insanın öyküsünü anlatıyor. Karakterimiz tüm sahip olduklarını kaybetmenin verdiği bunalımı yaşayan ve bu kayıptan dolayı intihar etmeye karar vermiş birisi. Tabii ki seyircinin yorumunu ve algısını mümkün olduğunca geniş tutabilmek için şiirsel bir anlatımı ve böyle bir tarzı tercih ettik.

Bu sahnenin hemen ardından bir ikilem vardı. Ölüm müydü cazip olan yoksa sıfırdan başlamak mı? İşte siz bu soruyu elinizde silah varken sordunuz seyirciye. Buradaki durumu rahatsız edici buldunuz mu?
Var olmak oldukça sıkıntılı bugün. Aslında kişiler sürekli hapsedilmiş durumda. Lakin hiç bilgisayar karşısında harcanan beş saatin ölüm gibi geldiği sorgulanmaz. Ya da trafikte harcanan beş saat aslında kişinin kendini öldürmesinin bir başka çeşididir. Ancak silah ölümü andıran çok net bir kavram olduğu için seyirciye en rahat böyle yaptırabilirdik bunun sorgulamasını. Bu sorgulama belki diğer ölme durumlarını da sorgulatabilirdi. Tabii seyircinin üzerindeki etkisini ölçmedik. Ayrıca rahatsızlık riskine dair de şöyle söyleyebilirim, kesinlikle rahatsız etmeyi tercih ettik. Rahatsız olan seyirci savunma mekanizmasını kırmaya başlar. Bu durumda seyircinin ortada olan duruma dair yaklaşımı daha da netleşir. Tiyatronun var olma nedeni zaten budur, rahatsız etmek. Rahatsız ederek belki de düşüncenin açığa çıkmasını sağlamak.

Broşürünüzde bir iş adamının ve ilkel insanımızın bir kurgu çerçevesinde ortaklaştığı anlaşılıyordu. Ancak patron ve ilkel insan arasında, oyun sırasında, broşürdeki gibi doğrudan bir bağlantı göremedim ben. Bu da bir seçim miydi yoksa kurgunun eksikliği mi?
İnsanların tembelleştirildiğini düşünüyorum. Seyirlik her şeyde kurgu son derece açık olunca insan düşünmeyi unutup sadece konuya ve gidişata odaklanıyor. Bazı şeylerin bu kadar açık verilmesi bence insan beynine bir hakarettir. Biz konuyu birleştirme kısmını da seyirciye bıraktık. Şöyle ki özellikle girişteki şiirsel anlatımda çok fazla referans vardı. Seyircinin bu tembelliğine fırsat vermemek gerek.

O zaman dönelim oyunun ikinci kısmına. İlkel insanımız algılayamadığı nesneyi göğe doğru fırlattı. Burada bilinmeyene olan korku, merakın sorgulanması mı vardı?
Elbette herkeste bilinmeyene karşı bir korku, ilginç bir reddediş vardır. Örneğin bundan beş on yıl öncesinde çoğalmaya başlayan cep telefonlarına olan korkuyu, öfkeyi ve aynı anda merakı hatırlamayan yoktur sanırım. Ancak burada daha çok tanrısallığa atıf vardı. Gök ile özdeşleştirilmiş tanrının, ona bir armağanı, bir lütfu olarak algılayıp tanrıya bir teşekkürü içeriyordu. Elbette içinde emeğinin geçmediği ve algılamadığı nesneyi öteleme durumu vardı. O kahramanımız o nesneye yabancıydı. Ne bir emeği ne de bir etkileşimi vardı ve ne işe yaradıkları konusunda ise hiçbir fikri yoktu. Sizin de izlediğiniz gibi algılayamadığı bu nesneleri kendince kullanmaya başlıyor ve nihayetinde bu nesnelerin tutsağı haline geliyor. Başta reddedip iade etmeye çalıştığı nesneleri sonrasında sahiplenmeye başlıyor. Sahiplenme sonrasında aslında kendi ölümünü hazırlıyor.

Anladım. Oyunun finalinde çok güzel bir noktayı yakalayıp, insanın çok çeşitli alanlardan tutsak edildiğini, Eric Morris tarzında o lezzetli sorgulamayı, yaptırıyorsunuz. Eric Morris’in, aslında insanların pek çok şeye olan tutsaklığını, iletişim halinde kullandığı dar kalıplardan ötürü aslında iletişim kuramadıklarını anlattığı o tutsaklık teorisinden etkilendiğinizi gözlemledim.
Zaten baştan sona gelmek istediğimiz yer burasıydı. Eric Morris’in esaret konusundaki yaklaşımına dair pek bilgim yok açıkçası. Yalnız, her insanın belli yollarla esaret altında olduğuna inanıyoruz ekip olarak da. Hepimiz bu bağlamda tutsağız. İnsanın bu iletişememe halinde ve bir kadermiş gibi görünen bu esaretinde, kendini var edebildiği bazı çerçeveler oluşturması gerekmekte. Esareti kabul etmeyen her birey daha fazla çatışmaya girer. Bu çatışmaya girenler ise daha fazla esaret altında olurlar. Buradaki paradoksu açıklamaya çalıştım ben.

Tam söz esarete gelmişken son dönemde sıkça konuşulan bir silkelenme, adına Gezi direnişi diyebileceğimiz halk ayaklanmasından, esaretten kurtulma çabasından, reddetmeyi öğrenme halinden, aydınlanma arayışından söz etmek gerek. Pek çok sanatsal esere son dönemde ciddi esin kaynağı olan direniş de bu konuda sizi rahatlatan, esinlenmenizi sağlayan bir öğe olmuş mudur acaba?
Aslında insansanız, etrafınızda yaşanan her olaydan ister istemez etkilenirsiniz. Gezi olayları bu anlamda bir esin kaynağı oldu mu, evet. Hem düşünce olarak, hem sistem olarak oldu. Sorgulama tarzımızı bile değiştirdi. Biz soyut bir esaretten bahsederken orada somutluğa bürünmüş bir esarete karşı direniş vardı. Ancak bizim bu oyunda kurmaya çalıştığımız olgu, tek başına, Gezi eylemlerinde kendini ifade eden şey değildi. Biz burada daha temel bir şeyden bahsediyoruz. Her türlü çıkmazın insanı esir aldığından. Yine de doğrudan etkilenme boyutunda seyirciyle olan etkileşimimiz söz konusudur.

Pekiyi, YUTT Sanat Atölyesi bundan sonra ne yapmayı planlıyor. Çocuk oyunlarından vazgeçecek misiniz? Geleceğe dönük planlarınız nelerdir?
Çocuk tiyatrosundan vazgeçmemiz mümkün değil. Eğer insani değerler üzerinden bazı fikirleri sorgulatmaya çalışıyorsanız insanın ilk gelişim çağlarını kaçırmak kötü olur. Bunun yanında yetişkin oyunlarını tiyatromuzda daha sık seyredeceksiniz. Kimi sanatsal içeriği yoğun oyunlar olacakken, kimi açıkçası ‘piyasa işler’ tadında olacaktır. Maalesef bugün bir sanatçının, hele bir tiyatrocunun yaptığı işten para kazanabilmesi çok mümkün değildir. Maddi kaygıların olmadan ilerleyebilmesi için bu gerçeği görüp piyasanın dilini değerlendirmeniz de gerekiyor maalesef. Örneğin önümüzdeki süreçte sahneleyeceğimiz oyunlardan biri, ‘Aşkın Felsefesi’. Aşka karşı özellikle Schopenhauer’dan etkilenmiş bir yaklaşımı içeren oyundur. Burada doğa ile insan arasındaki diyalektikten söz edeceğiz. İnsanların aşka dair pek çok yaklaşımını bozguna uğratmasını beklediğimiz bir oyun. Aralık’ta sahneleyeceğimiz bir sonraki oyun ise İyi Düşü Güzel Yaşa. Bizim için oldukça iddialı bir prodüksiyon olacak. Yaklaşık 25 kişinin rol aldığı bir müzikal çalışma olacak. Dilerim onu izledikten sonra da sohbet etme fırsatımız olur.

Tiyatrocuların az buçuk yükünü hafifleten, Kültür Bakanlığı’nın tiyatroya mali ‘desteği’, bu yıl Ferhan Şensoy, Genco Erkal ve Levent Kırca’nın da bulunduğu yaklaşık 15 tiyatroya Gezi gerekçesiyle verilmedi. Sanırım siz de ödenekten pay alamadınız. Hükümetin yaptırımlarını ve adımlarını göz önüne aldığınızda ülkede tiyatronun geleceğine dair ne düşünüyorsunuz?
Devlet - sanat arasındaki mesafe oldum olası var olan bir şeydir. Bir artış gözlemleniyor olabilir. Ancak yaptığınız işin niteliğiyle iktidara yakınlık arasında ciddi bir bağ söz konusudur. Siyaset gibi kirli bir oyunun içerisinde olan herkesin başına bu tür şeylerin gelebileceği bir dönem yaşıyoruz. Ödenek almak ya da almamak değil, mesele sanatçının tavrıdır. Gerekirse Hasan Hüseyin Korkmazgil gibi, yeri geldiğinde inşaatta çalışmaya mahkum edilmesine rağmen, yaptığı işten ödün verilmemesidir. Başta Genco Erkal, Ferhan Şensoy gibi ağabeylerimizden ve tüm diğerlerinden, bu yıl her zamankinden daha kaliteli ya da daha üst düzey iş çıkarmalarını beklerim. Biz devletle var olmadık, devletle de var olmayacağız.

Son olarak buradan seyircilerinize ve soL okurlarına iletmek istediğiniz mesaj var mı?
Mesajlar oldum bittim rahatsız edicidir ama hadi yine de verelim, hazırcı olmayıp, beynimize hak ettiği değeri verelim. Bugün eleştirdiğimiz bir iktidara karşı yaklaşımımızda o kirli politik dili değiştirip dönüştürme gibi bir çabamız olmazsa iktidarın kimde olduğunun bir önemi yoktur. Daralan yaşam alanlarımızı görelim. O kirliliğin önüne geçebilmemizin tek yolunun tembellikten arınmak olduğunu düşünüyorum.